Adolf Hitler, Yahudilere Karşı Neden Nefret Besliyordu?

Adolf Hitler'in nefreti sadece onun zihninde değil; çaresiz, öfkeli ve yönünü kaybetmiş bir toplumun bağrında filizlenmişti.
Adolf Hitler, Yahudilere Karşı Neden Nefret Besliyordu?

hitler'inki sıradan bir önyargıdan ibaret değildi. bu nefret, gençlik yıllarında yaşadığı sefaletten beslenmiş, ideolojik altyapısını ise dönemin antisemitist düşünürlerinden ve siyasi atmosferinden almıştı. bir saplantıdan öte onun için yahudiler, alman milletini çöküşe götüren içten bir düşmandı; bir mikrop, bir zehir, bir ırksal tehditti. komünizm, kapitalizm, modern sanat, cinsellik, ahlaki bozulma, hitler’e göre hepsinin arkasında bir yahudi parmağı vardı.

yahudi karşıtı düşüncelerle ilk ciddi teması 1908 ile 1913 yılları arasında yaşadığı viyana’da gerçekleşti. o dönemde genç bir ressam adayıydı ama hayat, onun düşündüğü gibi gitmedi. sanat akademisine başvurdu, ama iki kez reddedildi. parasız kaldı, barınaklarda yaşadı, çöpten yemek topladı, sokaklarda dolaştı. kısacası sefaletin dibini gördü. viyana, o dönem avusturya-macaristan imparatorluğu’nun başkentiydi ve çok kültürlü bir yapıya sahipti. yahudiler, özellikle ticaret, hukuk ve tıp gibi alanlarda oldukça etkin bir konumdaydı. şimdi burası çokomelli: hitler’in hayal kırıklıkları ve başarısızlıkları onu içten içe kemirirken, başarıyı yakalamış ve toplumun üst katmanlarında yer alan yahudiler onun için bir hedef tahtasına dönüştü. kendi şanssızlıklarını, “onlar yüzünden” diye etiketlemeye başladı. bu dönemde tanıştığı isimlerden biri, viyana belediye başkanı karl lueger’di. lueger, yahudi karşıtı söylemleri ustalıkla kullanan, ama aslında bazı yahudi bankerlerle ilişkisini sürdüren pragmatik bir siyasetçiydi. ancak hitler, lueger’in antisemitist söylemlerine tam anlamıyla inandı ve bu fikirleri özümsedi. bir diğer etkileyici isim ise georg ritter von schönerer’di; koyu pan-germen milliyetçisiydi ve yahudileri alman ırkı için bir tehlike olarak görüyordu. hitler, bu fikirleri yalnızca duymakla kalmadı, içine işledi. viyana’daki yahudi karşıtı gazeteler, afişler, sokak dedikoduları onun zihninde bir dünya görüşü inşa etti: yahudiler sadece farklı bir dinin mensubu değildi; aynı zamanda ırksal olarak da düşmandılar.

hitler’in 1924 yılında hapisteyken yazdığı meşhur mein kampf (kavgam) adlı kitabı, onun yahudilere bakışını açıkça ortaya koyuyor zaten. yani bu kitap sadece bir otobiyografi değil. aynı zamanda hitler’in dünyayı nasıl gördüğünü, kimleri dost, kimleri düşman kabul ettiğini ve geleceğe dair planlarını detaylandırdığı ideolojik bir manifesto gibi. kitapta yahudiler “parazit” olarak tanımlanıyor. ona göre yahudiler, alman milletinin içine sinsice girmiş, onu içeriden çürüten bir mikrop gibi. üretmeden kazanan, toplumun damarına sızan, değerleri bozan ve millî kimliği silikleştiren bir unsur. hitler, yahudileri her türlü siyasi ve ekonomik dengenin bozucusu olarak görüyor. aynı zamanda “kültürel çöküş” dediği şeyin sorumlusu olarak da yahudileri gösteriyor. modern sanat, kabareler, cinsel özgürlük, farklı cinsel kimlikler gibi o dönemin yeni ve radikal fikirlerini yozlaşma olarak yorumluyor ve tüm bunların arkasında yahudi etkisi olduğunu söylyüor. hitler’in düşünce dünyasında sadece antisemitizm değil, aynı zamanda sosyal darwinizm de önemli bir yer tutuyor. bu anlayışa göre toplumda güçlü olan yaşamalı, zayıf olan ise elenmelidir. hayvanlar aleminde nasıl doğanın kuralı buysa, insan toplumu da aynı şekilde işlemesi gereken bir düzen olarak görüyor. aslında yahudiler hitler’in gözünde zayıf ya da tembel değil; aksine sinsilikle güçlü olan, ama toplumu bozan bir virüs. bu yüzden onların yok edilmesini sadece almanya için değil, tüm insanlık için doğal bir temizlik olarak görüyor. aynı zamanda zihinsel engelliler de toplumdan arındırılması gereken yük gibi hitler için.

hitler’e göre yahudiler sadece almanya’yı değil, bütün dünyayı kontrol etmek isteyen bir “üst aklın” temsilcisidir. yahudi bankerler, medya patronları, siyasetçiler ve sanatçılar, hepsi görünmez bir ağın parçasıdır. bu düşünce, sadece kişisel bir paranoya değil; dönemin avrupa’sında oldukça yaygın bir teoriydi. yahudiler, tarih boyunca hem içinde yaşadıkları topluma uyum sağlamak zorunda kaldılar, hem de dışlandılar. bu durum, onların toplumda hem “içeriden biri” hem de “yabancı” olarak algılanmasına neden oldu. hitler de tam bu ikilemden faydalandı. yahudiler, almanya’da alman gibi yaşayan ama alman olmayan bir “öteki”ydi. asker olmuş, doktor olmuş, iş adamı olmuştu ama tüm bunlara rağmen hâlâ dışarıdan biri gibi görülüyordu. hitler bunu çok iyi kullandı. iç düşman fikrini insanların zihnine yerleştirdi. bu düşman; tanınmaz, bilinmez, sinsiydi. işte bu yüzden daha da tehlikeliydi. yani hitler’in yahudi düşmanlığı, sadece kişisel bir travmanın sonucu değildi. viyana’da yaşadığı sefalet, hayal kırıklıkları ve başarısızlıklar onun ruhunda bir kırılma yaratmıştı. bu yüzden yahudileri günah keçisi ilan ederek hem kitleleri peşine taktı hem de kendi politik gücünü pekiştirdi.

tüm bunları anlattıktan sonra, biraz daha açık konuşalım. yahudiler tarih boyunca pek çok toplumda “azınlık” konumunda olmuşlardır. ama bu azınlık konumu, onları sessiz ve görünmez yapmamıştır. aksine, tarih boyunca ticarette, finans sistemlerinde, hukukta, hatta saray çevrelerinde oldukça aktif roller üstlendikleri olmuştur. özellikle orta çağ avrupa’sında yahudilerin para ticaretiyle ilgilenmesi, onları halkın gözünde “tefeci” konumuna sokmuştur. hristiyanlık, o dönemde faizi günah saydığı için, bu işi genellikle yahudi bankerler yapmıştır ve bu bankerler, zenginleşmiş, soylulara borç para verir hâle gelmişlerdir. işte bu noktada, antisemitizmin ilk ciddi damarlarından biri beslenmiştir. zamanla bu ekonomik öfke, dini bir örtüyle birleşmiş ve yahudiler “hz. isa’yı öldüren kavim” olarak da damgalanmıştır. yani mesele sadece para değildi, aynı zamanda inanç, kültür ve güç meselesiydi. mesela tarihe bakalım. 1290’da ingiltere, 1394’te fransa ve 1492’de ispanya yahudileri kitlesel olarak ülkelerinden sürmüştür. peki neden? sadece antisemitizm mi? kısmen evet, ama kısmen de değil. yahudiler genellikle ayrı mahallelerde yaşamış, kendi hukuk sistemlerine sahip olmuş, kendi dilini konuşmuş ve asimile olmamışlardır. bu da halkın gözünde onları “bizden değil” konumuna getirmiştir. dışlanmak istememişlerdir ama bir yandan da topluma tam entegre olmamışlardır. dolayısıyla “yabancı” gibi görünmüşlerdir. özellikle ekonomik kriz zamanlarında bu "yabancı" figür hemen hedef haline gelir. ispanya’da reconquista yani yeniden fetih döneminde hristiyanlar endülüs’ü müslümanlardan geri alırken yahudileri de “güvensiz” unsur olarak gördü. hristiyan olanlar bile “gizli yahudi” olmakla suçlandı. bu paranoya öyle büyüdü ki, engizisyon mahkemeleri doğdu. bu örnekler şunu gösteriyor; yahudiler yaşadıkları toplumlarda her zaman zengin, her zaman ayrıksı, her zaman görünür olmuş ve bu da halkların tepkisini üzerine çekmiştir.

birinci dünya savaşı’nın ardından almanya’da büyük bir çöküş yaşandı. versailles antlaşması ile ekonomik anlamda yerle bir olan almanya, enflasyonun dibini gördü. insanlar ekmek kuyruklarında sürünürken, berlin’in bazı caddelerinde yahudi iş adamlarının mağazaları ışıl ışıldı. bu, hitler gibi birçok insanın zihninde şunu oluşturdu: “biz sürünürken onlar nasıl bu kadar rahat? bir bildikleri mi var?” hele ki savaş sonrası kurulan kısa ömürlü weimar cumhuriyeti döneminde, yahudi kökenli bazı isimlerin siyasette ve sanatta aktif yer alması bu öfkeyi iyice körükledi. bazı aşırı sağcılar, savaştaki yenilginin arkasında “yahudi subayların ihaneti” olduğunu savunuyordu. hitler’in yahudilere yönelik sıkça dile getirdiği başka bir suçlama da şuydu: “komünizm aslında yahudi icadıdır!” bunun temelinde, rusya’daki bolşevik devrimi’nde önemli bazı yahudi figürlerin bulunması yatıyordu. lenin’in yoldaşları arasında yer alan troçki gibi isimlerin yahudi olması, hitler’e göre yeterliydi. o, bu örneklerden hareketle “komünizm = yahudilik” gibi bir formül kurdu. ama aynı anda yahudi bankerleri kapitalizmin sembolü olarak da gösteriyordu. yani bir yandan “komünist” bir yandan da “burjuva” olmakla suçlanıyorlardı. işte tüm bunların ışığında hitler yahudilere dair nefretini sadece duygusal değil, sistemli bir ideolojiye dayandırdı. yahudilerin tarihsel olarak yaşadıkları toplumlarda neden dışlandığını analiz etti, kendi yorumunu kattı ve bu nefreti siyasi bir araç hâline getirdi.

yani hitler’in yahudi düşmanlığı, “ben çocukken bir yahudi bana kötü davrandı” gibi kişisel bir travmadan çıkmıyordu. o, yahudileri bir bütün olarak almanya’nın baş düşmanı ilan etti. çünkü öyle yaparsa kendisi gibi düşünenlerin öfkesini de kanalize edebilirdi. nitekim başarılı da oldu. hitler’in yahudi düşmanlığı tarihsel olarak tekil bir örnek değildir. bu düşmanlık, yüzyıllar boyunca yahudilere yöneltilmiş ekonomik, kültürel ve dini tepkilerin ideolojik bir form kazanmasıdır. tarihi doğru okumak sadece mağdurlara ağlamakla değil, aynı zamanda neden o hale gelindiğini anlamakla mümkündür.

hitler’in nefreti sadece onun zihninde değil; çaresiz, öfkeli ve yönünü kaybetmiş bir toplumun bağrında filizlenmişti.