SİNEMA 31 Aralık 2020
60,1b OKUNMA     839 PAYLAŞIM

2020'nin En İyi Filmleri

Pandemi nedeniyle oldukça sönük geçen sinema sektöründe bu yıl izleyeceğimiz, gösterime hazır bazı sağlam filmler ertelendi, bazılarının prodüksiyon evresi bile bitirilemedi. İşte elimizde kalanlarla 2020'nin en iyi filmleri.
iStock
Türkiye'de 2020 yılı içinde gösterime giren filmler listeye konuldu. Film adlarının yanında ise yönetmen isimleri yazmaktadır. İyi seyirler!

12) The King of Staten Island (Judd Apatow)

pete davidson'ın tıpkı kendisi (kendisini oynamış) gibi görev sırasında hayatını kaybetmiş itfaiyeci bir babası olan bir genci oynadığı ve davidson'un babasının anısına adanmış komedi-drama. staten island da güzel yansıtılmış gibi filmde. güzel vakit geçirtti, izlemeye değer olduğunu düşünüyorum. doğal, hayatın içinden, zorlama hiçbir şey yok.

11) Minari (Lee Isaac Chung)

yönetmenliğini lee isaac chung'un yaptığı, oyuncu kadrosunda steven yeun, yeri han, alan kim, noel kate cho ve yuh-jung youn'un yer aldığı film.

dünya prömiyerini 16. sundance film festivali'nde yapan film, burada "jüri büyük ödülü" ve "seyirci ödülü"nü kazanmıştı.

henüz çocuk yaşta ailesiyle birlikte kore'den arkansas'a göç eden lee isaac chung'un kendi deneyimlerinden yola çıkarak senaryosunu kaleme aldığı film, koreli göçmenlerin amerika'da yeni bir yaşam kurmak için verdiği mücadeleye ışık tutuyor. 1980'lerde geçen film, amerikan rüyasının büyüsüne kapılan genç bir insanın, ailesiyle birlikte kore'den arkansas'a göç etmesini anlatıyor.

10) Onward (Dan Scanlon)

son dönemin en iyi animasyonlarından biri. pixar kalitesi... filmin konusu ve ilerleyişi (bkz: harry potter) ve (bkz: yüzüklerin efendisi) filmlerini andırıyor. macerası doruklardaydı. bazı sahneler var ki; düşecek, kaçamayacak ve kurtulamayacak sanıyorsunuz. o etkiyi iyi vermiş animasyon. abiniz ve erkek kardeşiniz varsa film sizi daha da etkileyecektir...

9) Da 5 Bloods (Spike Lee)

gayet güzel, zamanının ruhunu iyi yansıtan bir film. fazla tarantino; ama olsun. spike lee tarantino'nun üslubunu gayet politik şeyler söylemek için kullanıyor. bence o üslubun ötesine de geçiyor. filmde yoğun bir biçimde kullanılan siyahi kültürün kodlarını ve simgelerinin ne anlama geldiklerini daha fazla bilip bu filmi izlemeyi isterdim. bence netflix'ten ziyade sinema perdesine daha çok yakışan bir film.

8) The Painted Bird (Václav Marhoul)

izlemeyi az önce bitirdiğim, şiddetin bin bir tonunu içeren, aşırı rahatsız edici ve "insanlar bu kadar kötü, vahşi ve korkunç olabilir mi?" diye defalarca sormama sebep olan film.

jerzy kosinski’nin kitabından uyarlanan the painted bird filmi, ikinci dünya savaşı’nda ailesi tarafından koruyucu bir yaşlı kadının yanına gönderilen ve yaşlı kadının ölmesi sonucu köy köy gezip, her türlü işkence ve kötülüğe maruz kalarak büyüyen bir çocuğun hikayesini anlatıyor. kitabı senaryolaştırıp yöneten ise václav marhoul.

7) Palm Springs (Max Barbakow)

çılgınlar gibi beğendiğim film. groundhog day'i de çok severim, yılda en az bir izlerim zaten. keşke bu film 1 saatten 10 bölümlük dizi olsaydı da izleseydik diye hayıflandım bittiğinde, öyle bitmesin istedim.

sürekli aynı günü yaşama fantezisi bu kadro ile gerçekten kimyası müthiş tutan eski bir tema. andy samberg'i, anne'yi, jonah jameson'ı ayrı ayrı çok severim zaten; turuncu filtrenin sıkıcılığını, boğuculuğunu fark ettirmiyorlar film boyunca, öyle bir uyum var castta. 

not: christin miilioti'nin what the fuck demesi alışkanlık yaratmış olabilir.

6) Mank (David Fincher)

david fincher'ın ustalık eseri, o da babasının senaryosuna nasipmiş. muhtemelen senaryoyu birebir uyarlama ve 40'lar sinemasının stili tutturma derdinden dolayı matematiği en yoğun fincher filmi olabilir. tekniğinden ve senaryo yapısından dolayı fincher'ı sınırladığı ve onu bu sınırlar içinde hareket etmeye zorladığı için sinematografisinin en özel filmi olmuş; beğenen çok beğenecek, beğenmeyen de nefret edecek; william randolph hearst kimdir bilmeyenler (bilmek zorunda da değil), citizen kane'i izlememiş, herman j. mankiewicz'e ve orson welles'e dair asgari bilgisi olmayanlar filmden pek zevk almayacaklar (çok normal). sinema tarihine ucundan kıyısından bulaşmış olanlar ise (çok) sevecekler. benim için şimdilik yılın en iyi filmi (bazıları içinse en kötülerinden).

5) The Trial of the Chicago 7 (Aaron Sorkin)

1968 yılında demokrat parti başkan adayı olan hubert humphrey'in vietnam politikasını ve daha genel olarak abd'nin vietnam'a müdahalesini protesto etmek için toplanan kalabalığın liderlerinin yargılanmasını anlatan bir dönem filmi. gerçek olaylara dayanıyor ve oyuncu kadrosu tek kelimeyle enfes.

bariz, 2020 yılının en iyi filmlerinden biri. oyunculuklar enfes, senaryo sürükleyici, kurgu harika. film ara ara gezi parkı zamanlarını hatırlattı ve duygulandırdı. izleyin ve izletin efendim.

4) Sound of Metal (Darius Marder)

film, afişi ve isminden bağımsız olarak çok önemli bir konuyu ele alıyor ve ele aldığı konu, duygu sömürüsüne açık olmasına rağmen bu basit yönteme hiç başvurmuyor.

eğer whiplash gibi ya da metal müzikle ilgili bir film olduğu için uzak duruyorsanız ön yargılarınızı kenara atın ve kendinizi riz ahmed'in mükemmel oyunculuğuna bırakın. the night of ile takibe aldığım riz ahmed, bu filmde oscar'lık performans sergilemiş.

konusundan bahsetmek istemiyorum. hem spoiler yememeniz hem de sizi şaşırtması adına, hakkında hiçbir fikir sahibi olmadan izlemenizi öneririm.

3) It Must Be Heaven (Elya Süleyman)

"filistin mutlaka bir gün var olacak ama bunu ne sen ne de ben göreceğiz."

son zamanlarda izlediğim en etkileyici ve vermek istediği mesajı muhteşem bir şekilde veren, en zeki film. film gerçekten zekice hatta ben yarısına kadar anlamamışım filmi, anladığım noktada dönüp başa aldım ve sindire sindire izledim. başrolde yönetmenin kendisi oynuyor. belki de filmin genelinde olan metafor, kendisini başrolde oynatmasında da vardır. müzikleri muhteşem, manzaralar muhteşem. eğer sanat filmi seviyorsanız kesinlikle bayılacaksınız...

2) Never, Rarely, Sometimes, Always (Eliza Hittman)

uzun zamandır böyle gerçek bir amerikan filmi izlemedim. amerikan gençlik yaşantısını 7/24 parti şeklinde sunan hollywood filmlerine inat, gerçek amerikan gencinin nasıl öğrenciyken bile çalışmak zorunda olduğunu, nasıl beş parasız gezdiğini, neler katlandığını vs çok güzel anlatmış. yoksa hikaye ve film çok düz, çok sıradan. hani bugün türkiye gibi bir yerde de benzer olaylar yaşanıyor, gencecik kızlar kendi başlarına kürtaj yaptırıyorlar. ama işte yalın bir hikayeyi filmleştirmek olağanüstü bir hikayeyi filmleştirmekten daha zordur, bu film onu başarmış.

1) Nomadland (Chloé Zhao)

yönetmenlik koltuğunda the rider filmiyle büyük bir başarı yakalayan chloé zhao'nun oturduğu, başrolünde frances mcdormand'ın yer aldığı 2020 yapımı film.

jessica bruder'ın kurmaca olmayan 2017 tarihli kitabı nomadland surviving america in the twenty-first century'den uyarlanan filmde frances mcdormand, ekonomik krizde her şeyini kaybettikten sonra karavanıyla birlikte amerika'nın batısına doğru yolculuğa çıkan 60'lı yaşlarındaki fern karakterini canlandırıyor.

fern'in modern bir göçebe olarak yaşamını sürdürdüğü filmin kadrosunda oyunculuk tecrübesi bulunmayan ve gerçek hayatta da amerika'da göçmen olarak yaşayan linda may ile charlene swankie yer alırken; bu isimlere good night and good luck, lincoln, the bourne ultimatum filmlerinden tanıdığımız david strathairn eşlik ediyor.