Aklın Varoluşunu, Özünü ve Dünyayla İlişkisini Araştıran Zihin Felsefesi Nedir?
Nedir?
zihin felsefesi en genel anlamda, zihnin özünü, doğasını, varoluşunu, kapsamını ve içeriğini araştıran; zihnin dünyayla ilişkisinin nasıl kurulduğunu, zihnin kendi dışındaki nesnelerle ilişkiye nasıl geçtiğini temellendiren; "anımsama", "anlama", "acı çekme" gibi zihinle bir biçimde ilişkisi olan birtakım yaşantıları ya da zihin durumlarını inceleyen felsefe bölümüdür.
kaynak: felsefe sözlüğü (a.baki güçlü; erkan uzun; serkan uzun; ü.hüsrev)
Hangi soruları sorar?
zihin felsefesi batı felsefesinde, metafiziğin bir dalı olarak kabul edilir ve bugünkü halinin temelleri descartes tarafından atılmıştır. zihin felsefecileri şu gibi sorulara cevap ararlar:
* zihinle madde arasındaki ilişki nedir?
* zihinsel durumların doğadaki yeri nedir?
* bilinç nedir? bilinçli olmanın anlamı nedir? başka varlıkların bilinçli olup olmadığına karar vermek için ne tip kriterler olabilir? bilinçli makineler yapılabilir mi?
* düşünmek, hissetmek, algılamak, hatırlamak nedir? deneyimin doğası nedir?
* zihnin işlevlerini bölmenin bir faydası var mıdır, yoksa zihni bir bütün olarak mı ele almak gerekir?
* bir öznenin kendi zihinsel durumlarına ayrıcalıklı erişimi nasıl mümkündür? bu epistemik önceliği açıklayan nedir?
tahmin edilebileceği gibi bu sorular felsefenin tüm alanları için önemlidir. zihin felsefesinin özgürlük, iyilik, ahlak, tanrı, bilgi teorisi, yaşam ve doğa gibi kavramlarla doğrudan ilişkisi vardır. ayrıca en temel sorularımızdan birinin cevabı için önemlidir: "ben kimim?"
stephen voss'a göre zihin felsefesinin ilgilendiği alanın kapsamını iki tanımla belirtmek mümkündür:
tanım 1: zihin, bir varlığın herhangi bir zihinsel duruma sahip olma kapasitesidir.
tanım 2: özne, zihni olan bir varlıktır.
bu tanımları kabul edersek zihin felsefesinin merkezindeki sorunun şu olduğunu iddia edebiliriz: "özne olmak nedir? bir varlığın zihinsel durumlara sahip olabilir olmasını sağlayan metafiziksel farklılık nedir?"
Hakkında kapsamlı bir yorum
birazdan okuyacaklarınızdan sıkılabilirsiniz zira biraz ileri seviye olacak. ama olabildiğince açık ve anlaşılır yazmaya çalışacağım. ingilizce terimlerin üstesinden bakınızlarla ya da direkt kendi açıklamalarımla geleceğim. kendi özgün fikirlerimden akademinin katı yordamlarından uzaklaşmış bir şekilde bahsedeceğim. gelişine voleyi vuracağım.
her şeye başlamam gereken yerin zihin olduğunu bir istatistik ikinci sınıf öğrencisiyken keşfettiğimde husserl'in benden yüz sene önce aynı keşfi yapmış olduğunu bilmiyordum. zihni ele almak aslolmak zorunda. çünkü bir dürbünün var bir yerlere baktığın, onun nasıl çalıştığını, görüntüyü nasıl değiştirdiğini, sana sunduğu üzerinde ne gibi etkileri olduğunu bilmezsen, ne gördüğüne dair bir şey de söyleyemezsin. varlığının başından beri seninle olan sana bitişik, seninle tümleşik olan bir dürbünün çalışma prensibini bulmaya çalışmak imkansız görünebilir. dahası konu zihin olduğunda bu dürbün örneğiyle birebir analog olmadığından ve sadece çalışma prensibini bulmaya çalıştığın şeyin sana imkan verdiği ölçüde söylüyor/söyleyebiliyor olduğun gerçeği ile daha zor olduğu düşünülebilir. husserl'in yaptığı temelde buydu. sistemi "şeyler zihne nasıl sunuluyor?, bilinç şeyler hakkında nasıl operasyonlarda bulunuyor?" gibi soruların cevaplanması için incelenmesi gereken şey olan zihni birincil elden iş üzerindeyken incelemek üzerine kuruluydu. zihni iş üzerinden incelerken zihnin üzerinde olduğu işe bir katman daha ekliyor olunduğu gerçeği ortada dursa da yapılacak en uygun şey hala bu gibi gözüküyordu edmund bey'e. subjektif deneyim, en son safhası kalite üzerine yani nitelik üzerine kurulu deneyim, ve bütün bu subjektif deneyimin bilince nasıl sunulduğu ve bunların bilinçte o spesifik şekilde oluşmasını sağlayan, teknik terim olarak constitute eden yani oluşmasına parça parça katkıda bulunan şeylerin bulunması çabası esas olmalıydı.
neden? çünkü şundan? burada dikkatli olun.
zihin bize birçok şey söyleyebilir. tanrı var olmalı diyebilir. bir uçurumun kenarında hayrete düşebilir, "bağzı kadınlar ne kadar çekici yahu" ya da "jamiryo çok acayip aga" dedirtebilir. aynı zihin bana sistemler kurdurabilir, matematikler, bilimler, formal mantıklar sündürtebilir. bunların içinde bana kesinlikler sunabilir, içini çelişkilerle doldurabilir, yeni yollar sunup, eskileri bağlayabilir, dünyanın sırrına erdiğimi sandırıp, dünyanın en akıllı çalışan kafalarına birçok şeyi çözdüklerini söyledikleri kitaplar yazdırabilir. "ben" dedirtebilir, "bu evrendeki minik ufak bir toz parçasıyım." hume'a, "bir insan hayatının değeri, evrenin ihtişamı göz önüne alındığında bir istiridyenin hayatının değeri kadardır." dedirttiği gibi mesela. "ben, sadece bu evrenin gereksiz bir parçasıyım, bir kaya neyse, temelde ondan bir farkım yok." da dedirtebilir. husserl'in yazdığı dönem için en çok da bunu dedirtiyordu eğitimli akademik çevrede, hala da öyle olduğu gibi, "ben varım ve dışarısı var, ben ve objektif gerçeklik. materyal bir çeşitlilikten oluşan dünya."
bu fikre en çocukça ama randımanlı ve mantıklı olarak ölüm üzerinden ulaşırız. annem öldü, babam öldü, arkadaşlarım öldü, ben hala burdayım. gerçeklik onların varlığına bağlı değil, onlar şu an sadece bir yığın etten ibaret. bu doğrudur ve ilk anda bağımsız bir gerçeklik için çok güçlü bir kanıt gibi görünebilir. ama zaten burada farkına varılması gereken şey, olayın bağımsız bir gerçeklik vardır önermesini değillemek değil, elimizde olan şey ile ne "bağımsız bir gerçeklik vardır." ne de "bağımsız bir gerçeklik yoktur." önermelerinin ileri sürülemeyecek olduğunu görmektir. içinden konuştuğumuz şeyin bize verdiği düşüncelere ve söylettiklerine husserl "doğal tavır" der. ne söylersen söyle bunun içinde olacaksın, analitik felsefe terimleri ile konuşacak olursak teori-yüklü olacaksın. ne söylersen söyle zihninin içindekilere bağlı olacak kısaca. "dünya benden bağımsızdır ve bu çok bariz görünmektedir." dediğinde gene aynı yerden konuşmuş olacaksın. zihninin çalışma prensibi ne olursa olsun sana ne söyletirse söyletsin dışarıdan bağımsız bir şekilde yaklaşıp, "hah ulan doğruymuş" diyemeyeceksin.
(bkz: gödel's incompleteness)
(bkz: correspondance theory of truth)
bu formal mantık ve dolayısı ile matematik için dahi geçerli olacak, popper'ın söylediği gibi söylediğin şey gerçeklikle ne kadar örtüşüyor asla bilemeyeceksin. işin en tuhafı ise, senin dünyan, yani insanın dünyası, sadece duyu organların ve algının sana sağlayabildiği bir gerçeklik olacak.
bütün bu manyaklıklardan kurtulmanın tek yolu, bir şekilde o en dıştaki katmanı etkisiz eleman haline getirerek, kısacası içe-bakış (into spection) yaparken o içe-bakış katmanının içe bakarken içe ve dışa verdiği etkilerin önemsiz olduğunu varsaymak (bu, husserl'in söylediği bir şey değil). bu cümlenin kafamda yarattığı görsel etki gödel'in noksanlık teoremini düşünürken kafamda oluşan şeyle neredeyse birebir aynı. bunu bir matematiksel sistem için de yapabilirsiniz. sisteme son baktığınız teorem (burada varsayıyorum ki bir önceki teoremi ispatlamak için onu kapsayan bir diğeri kullanılmış), yani "bütün bu önceki teoremler doğrudur aha işte bakın hem tutarlı hem complete'tir." diyen ve bunu derken olayı default olarak incomplete yapmayan bir teorem olabilir, çünkü bu son teorem, yani son içe-bakış diğer katmanlara (teoremler ya da zihinsel aktiviteler) oranla daha pasif (bu benim terimim), yani sistemi açıklarken ve sağlamasını yaparken sisteme etkisi olmayan bir son katman olabilir. bu matematiksel olarak imkansız görünüyor, biliyorum. ama yukarıda anlattıklarımı hesaba katarak ilerlediğimizde, zihnin bize verdiği ve bilincimizde bir şekilde oluşan subjektif algılar yani husserl'in "natural attitude"u, belki anlık, belki sistematik uzun süren bir çabanın ardından değiştiği zaman, ki illaki değişecek, insan algısı her zaman değişir, bu son pasif katman mümkün olacak ve zihnin mekanizmaları hakkında son sözü yaklaşık olarak olsa dahi söyleyebilir hale gelinecek.
bu mümkün değilse bile, zihin üzerine yapılan çalışmalarda bu aklın bir kenarında tutulmalı ve bu şekilde hareket edilmeli. zira biyoloji ve sinirbilim'in zihin hakkında söyleyeceği şeyler o kadar fazla ki, en az bu zihni yorumlamaya çalışma çabası kadar önemli. "lan bu bizim doğal tavrımızın ürünü biz buna güvenmeyelim." diyecek kadar kıta felsefesinin çılgınlık şuruplarını başımıza dikmedik. zira marleu-ponty de dikmemişti. bir kısmını husserl'den aldığı canlı beden kavramının üzerinde çok durdu. heidegger bedene dair hiçbir şey söylemeden insana dair çarpıcı çözümlemelerde bulunmuşken, marleu ponty "yoo, dostum, yoo." diye böldü ve "bizi, çevremizi bedenimiz, ve bedenimizle birlikte varolma şeklimiz bilincimize sunar." dedi. ponty'nin terminolojisi ile konuşursak immediate perception (aracısız algı) bize bedenimiz vasıtası ile verilir ve her beden kendine özgü bir şekilde bu aracısız algıyı tattığından işler biraz karışır. her zihin farklı mı çalışıyor?
bu kısacası sıçtığımızın resmidir.
en azından ben ilk gördüğümde böyle düşünmüştüm. ama daha sonra işlerin rengi biraz daha değişiyor, "yahu bu zihnin doğası nedir, bu explanatory gap (zihin-beden ilişkisini açıklarken arada oluşan boşluk) nasıl çözülür?" gibi sikko soruları sormak yerine nedir bu zihnin mekanizması, bize bunun böyle sunulmasının (telelojik ve teolojik bir anlam yok burada) sebebi nedir acaba, bu sunuşun bizde uyandırdığı, istekler, duygular, tuhaflıklar, travmalar bunların biyolojik temelleri ve işin mental tarafı olan pattern recognition, computation vb. gibi bilinç ögelerinin oluşum şekillerinin hem içe-bakışla hem bilimsel bir şekilde incelenmesi o pasif son katmanı eklemek için daha önemli görünüyor.
ancak zihnin mekanizmalarını açıklayan bu son katman sayesinde zihnin bize nerelerde bozuk, nerelerde doğru, ya da daha az pozitif ya da negatif çağrışımlı kelimelerle anlatacak olursam, neyi nasıl aktardığını anlamaya başlayıp, evren hakkında söylediklerimizin nerede ne kadar doğru olduğunu görmeye doğru bir adım atabiliriz. bana kalırsa bu son katman için çalışırken akılda tutulması en önemli şey ise hem analitik hem kıta felsefesinde hala yerini koruyan, özellikle heidegger'le birlikte biraz üstesinden gelindiği sanılan ama pek de öyle olmayan zihin-beden ikiliğinden kurtulmak gerekliliği. taraf ne olursa olsun bu ikilikten mecburi gibi görünen bir indirgeme ile kurtulunuyor ama bu mecburi değil. zihnin mekanizmalarını açıklamaya çalışırken sadece bu ikiliği, bu ikiliğin verdiği perspektifi, ve bu zihnin, ya da en azından diğer zihinlerin, (bkz: other minds problem) çok da yabani şeylermiş gibi görmenin verdiği perspektifi dışarıda bırakmak gerekiyor. çünkü en başında, diğer zihinler için senin zihnin ne ise senin zihnin de diğer zihinler için o. yani temel biyoloji bilgileriyle bir analoji kurarsak, canlılığın gelişmesinin en temel sebeplerinden bir tanesi hücre zarının oluşmasıdır. çünkü homeostasis denen, dalgalı bir dış etmenler havuzunda iç dengesini kurabilmesine fırsat vermiştir hücrenin. bu anlamda hücrenin homeostasis'ini, intrinsic (içkin) dinamiklerin çevre koşullarının etkilerini kompanse etmesi sağlıyor gibi görünüyor ve bu bugünün zihin algısı için de oldukça geçerli. çevresel etmenler geliyor, zihnin içkin dinamikleri ve süreçleri bunları alıyor bir şekilde bilince sunuyor. tyler burge bu sunuşu anti-individualist bir şekilde olduğunu söylerken aslında epey bir fenomenolojiye yakınsıyor. anti individualism temelde şunu söylüyor; bilinçteki intentional (yönelimsel) her durum aslında intentional olmayan ve represente etmekle de alakası olmayan bazı mental durumlar tarafından constitute edilir. edilmek zorundadır.
ama burada hala bir intrinsic, bir dıştakine yönelik olma, bir iç-dış, bir sen-ben, bir represente eden, represente edilen ayrımı mevcuttur. halbuki kendinin, bedeninin ve dolayısı ile zihninin de diğer her şeyin çevresinin bir parçası olduğunu idrak ettiğinde, bu iç-dış, yönelen, yönelinen ayrımlarının bir şey ifade etmesi gerektiği fikrinin altının pek de dolu olmadığını görebiliyorsun. bu anlamda epistemolojik olarak, ne subjektif içe-bakış bilimden daha önemlidir, ne de bilimsel metodla objektif olma çabası subjektif içe-bakış'tan daha doğruyu anlatan bir yerdedir. kısacası st.augustine "ya bak ben duvar kırmızı dersem bu sorunludur ama duvarı ben kırmızı görüyorum dediğimde bunun doğruluğundan emin olabilirim." dediğinde ya da descartes düşünen şeyi uzamlı şeyden daha direkt ve bariz bilebileceğimizi söylediğinde boş konuşuyordu. ki zira bu ayrımı vurgulayarak ilerleyen herkes biraz boş konuştu.
bitirirken, bu anlamda, sistemin içkin dinamikleri aslında çevrenin kendisi olduğundan ve iç-dış, subjektif-objektif, göt-meme ayrımları yalnızca kafamızda olduğundan,
"şu marka kırmızı şarabn çok buruk bir tadı var." önermesinin, "şu marka kırmızı şarabın tadı bana çok buruk geliyor." önermesinden epistemolojik olarak hiçbir farkı yoktur.
zihni anlamaya çalışırken bu radikal farklı perspektif ile hareket etmemiz gerekir.