BİLİM 2 Ağustos 2019
41,4b OKUNMA     590 PAYLAŞIM

Altın Sayesinde Ölümsüzlüğe Ulaşmayı Amaçlayan Simyanın Kısa Tarihi

Ölümsüzlüğe ulaşma amacıyla başlayıp, farklı kültürlere yayıldıkça güncellenen simyanın genel ilerleyişini öğrenebileceğiniz bir özet.
iStock

simyacılar önceleri, simya altını ile yaşam iksirini elde etmenin peşindeydiler

bu çabalarının sonucunda, bazı ampirik sonuçlar da elde ediyorlardı; ancak önceleri bunlar kendileri için pek önemli değildi. yüzyıllar geçtikçe “ölümsüzlük” düşleri azalıyor, ampirik sonuçlar daha fazla önem kazanıyor ve simya altını, sadece ölümsüzlük iksirini elde etmek için ihtiyaç duyulan bir madde olmanın ötesine geçiyordu. bilim ilerledikçe, simyanın gizemli yanları terk ediliyor ve sonunda, modern bilimin ortaya çıkışıyla simya, “eskiye ait öyküler” olarak tarihe karışıyordu.

eski doğu kozmolojisinde maddenin, çeşitli oranlarda birleştirilmiş hava, su, toprak, ateş ve uzay gibi beş elementten oluştuğu ve madde dünyasının sıcak ve soğuk, yaş ve kuru, pozitif ve negatif, dişi ve erkek gibi karşıt kuvvetlerin etkisinde olduğu kabul edilirdi. makrokozmos ile mikrokozmos arasında bir etkileşim olduğu inancına bağlı olarak, gezegenlerle metaller arasında bir ilişki olduğu kabul edilirdi. buna göre, gümüş, ayın etkisiyle, altın maden filizi güneşin etkisiyle oluşmuş; bakır, venüs’ ün etkisiyle döllenmiş; demir mars, kurşun da satürn tarafından yaratılmıştı. insanın ilk işlediği demirin, “gökten gelen” meteoritler olması ve bunların göğün kutsallığına ait olduğunun kabul edilmesi de bu inançları destekliyordu.

ayrıca madenlerin, dünyanın yaratılışı sırasında yaratıldıklarına değil de, yataklarında doğal biçimde büyümekte olduğuna inanılır ve madenler birer “embriyo” olarak görülürdü. eski doğu’da, ceninin mitlerde ve büyüde önemli bir yeri vardı. vaktinden önce doğmuş olan bu “embriyolar”ın, yani toprağın altındaki madenlerin tamamının, yeteri kadar beklenilmesi durumunda altına dönüşeceğine inanılırdı. kökeni mezopotamya’ da olan bu inanışlarda, insanın yaşamını önemli derecede etkileyen bir buluşun, tarımın büyük bir etkisi olsa gerek. toprağa ekilen tohumun büyümesi ve ürün vermesi süreçlerini gözlemleyen ve bunu bilimsel olarak açıklayamayan insanın, buna çeşitli anlamlar yüklemesi kaçınılmazdı. madenler de, tohumların ekildiği toprağın altında bulunuyordu ve aynı toprak, pekala bu madenleri de büyütebiliyordu.


“simya” (alchemy, alchimie) kelimesinin kökeninin, arapça bir kelime olan ‘el-kimya’ya dayandığı, arapça’ya ise çin’den girdiği düşünülür. izlerine ilk olarak mezopotamya’nın eski uygarlıklarında rastlanan simya, eski çin, hint, mısır, yunan, islam ve orta çağ ile rönesans avrupası’nın kültürlerinde önemli izler bırakmıştır.

çağlar boyunca, simyanın izine rastlanılan tüm kültürlerde, simyanın, çin’de taoculuk, hindistan’da yoga ve tantracılık gibi, o kültürün gizemci gelenekleriyle ilişki içinde olduğu görülür. bunun yanında, doğu’ da simya, çileci ve tefekkürcü bir teknik olarak da karşımıza çıkar. bu kültürlerdeki eski simya metinlerinde simyacının erdemleri vurgulanır. buna göre simyacı sağlıklı, onurlu, sabırlı, namuslu olmalıdır; zeki ve alim olmalı, hem çalışmalı hem düşünmeli, hem de dua etmelidir.

çin’de simyanın temel hedefi, ölümsüzlük iksirini keşfetmekti

çin’ de taocular, bireyin ölümsüzlüğüne inanıyorlardı. bu inançları doğrultusunda, özel beden hareketleri gibi uygulamaları teşvik ettikleri gibi, ilaç da kullanıyorlardı. bu ilaçların içinde, altının özel etkilerinin olduğu mineraller bulunuyordu.

doğası nedeniyle kesinlikle bozulmaması, simyacı tarafından beslenme diyetine eklendiğinde ölümsüzlüğü getirmesi, beyaz saçları siyahlaştırması, düşen dişleri yeniden çıkarması, ihtiyarları gençleştirmesi, eski çin’ de altının sağlayacağına inanılan yararlardan bazılarıydı. benzer inanışlara eski doğu’nun çeşitli kültürlerinde de rastlanır. 


hint simyası da çin simyası gibi büyüye ve dine bağlıydı

hint mistisizmi, insanoğlunun kendi merkezinde yeniden inşası üzerine temellenmişti. bazı çileci ve yogiler, ömrü uzatmak amacıyla bazı simya reçeteleri hazırlayıp bunları kullanıyorlardı. marco polo, bu reçetelerden şu şekilde söz ediyordu: “çok ilginç bir içecek içiyorlar; bu içeceği bir karışık kükürt ve cıvayı karıştırarak elde ediyorlar ve bunu ayda iki kez içiyorlar. bu içeceğin onlara uzun bir ömür verdiğini ve bunu çocukluklarından beri içtiklerini söylüyorlar.”

hint simyasının bir ön kimya olmadığı, ampirik tekniklerle pek ilgilenmediği ortadadır. ancak, simyanın din dışı, pragmatik yanıyla hint tıp biliminde karşılaşırız. hint tıbbında, hastaları iyileştirmek için çeşitli madeni ve mineral ilaçların kullanıldığı biliniyor. tabii ki bu dönemlerde tıp uygulamalarının henüz büyüden ayrılmadığını da hatırlatmak gerekir.

hint simyasının kökenleri konusunda tarihçiler arasında çeşitli görüş ayrılıkları bulunmaktadır. kimi tarihçiler, simyanın hindistan’a kadar araplar tarafından getirildiğini savunurken, kimileri de bu görüşe karşı çıkmaktadır. hint simyası arap simyasından etkilenmiş olsa da, insan yaşamını sonsuza kadar uzatabilme ve dönüşüm gibi inançlar hindistan’ da arap simyacılarından önce de bulunuyordu.


arap dünyasında da pek çok bilim insanı simya ile ilgilenmişti

bunların başında, “kıymetli taşlar hakkında sayısız bilgiler kitabı” adlı bir kitabı olan el-biruni ve “şifa ve kanun” adlı kitabında, metalleri ve mineralleri sınıflandırarak, meydana geliş şekillerini tanımlayan ibni sina geliyordu.

arap simyasının içeriği, antik çağ simya bilgilerine dayanıyordu. arap simyacılar içinde, çalışmalarına 8. yüzyılın sonlarında başlayan cabir bin hayan ön plana çıkar. cabir bin hayyan’a göre, metallerin birbirinden farklı olması, dişi ve erkek unsurlar ya da çinlilerin ‘yin ve yang’ı gibi etki unsurları olan cıva ve kükürt oranına ve birleşme sırasında gökten gelen etkilere bağlıydı.

arap simyacılar arasında ilgi çekici bir isim de, batıda “rhazes” olarak tanınan el-razi’ydi. akılcı düşünen bir kişi olarak tanınan el-razi, arap simyasının, kimya bilimine dönüşmesi sürecini başlatmıştı. simyanın mistik tarafının büyük bir kısmını reddederek simyacıların deneylerle elde ettikleri sonuçlar üzerinde duran el-razi; ‘sırların kitabı’ ve ‘sırların ve sırların sırlarının kitabı’ adlı eserlerinde pek çok kimya işlemini açık bir şekilde tanımlamıştı.

aynı zamanda başarılı bir hekim ve tıp yazarı da olan el-razi, alışılmışın dışında felsefi görüşlere sahipti. siyasi ve sosyal eşitliğe inanıyordu. dini eleştirerek, insanların, dini liderler tarafından zorla kabul ettirilen bir düzene ihtiyaçları olmadığını savunuyordu. hipokrates, öklides gibi bilim insanlarının, dini liderlerden daha önemli olduklarını düşünüyordu. mucizelere inanmıyordu; bu konuda, ‘peygamberlerin hileleri’ başlıklı bir kitap dahi yazmıştı.


simya avrupa’da, 13. yüzyılda el-razi’ nin çevirileriyle eski yunan ve bizans’tan sonra yeniden doğdu

batı simyasında, doğu’da görülen mistik öğeler azalıyor, değersiz metallerin altına dönüştürülmesi amacı, nispeten ön plana çıkıyordu. buna karşın, maden filizlerinin büyümesi, metallerin dönüştürülmesi gibi geleneksel simya ilkelerinin rönesans boyunca, hatta 18.yüzyılda bile sorgulanmadığı; newton’ un bile (sonuçlarını yayınlamasa da) bazı simya deneyleri yaptığını görüyoruz.

bu dönemde, simya çalışmaları bir yandan ölümsüzlük iksiri, diğer yandan metallerin altına dönüştürülmesi yönünde ilerlerken önemli bir alanın gelişmesine yardım ediyordu: daha önce, eski hint toplumunda çeşitli uygulamalarının olduğu ve önemi daha sonraki yıllarda daha da çok anlaşılacak, kimyasal maddelerle tedaviyi inceleyen ‘iyatrokimya’.

ölümsüzlük ve sonraları zenginlik düşleri; modern bilim, simya tekniklerini çürütene kadar devam etti. avrupa’ da, modern kimyanın ortaya çıkışıyla, gizemli dünyayla beraber simya da tarihe karıştı...

Bonus: Simya altınla neden bu kadar ilgilenmiş olabilir?

yüzyıllardır sadece "birtakım insanların maddeleri altına çevirme çabası" olarak görülüp sadece bu haliyle bile değer bulamamış ilimdir simya. oysa simya, iç değeri, anlamı olarak aslında o kadar büyük bir öneme sahip ki...

simya, maddenin bütün kir ve paslarından arınması ve en mükemmel haline yani altına dönmesini amaçlar. bir de felsefe taşı olayı var ki bu taş da maddeyi altına çevirebilecek bi taş. bu nedenle de simyanın en önemli unsuru haline geliyor.

"peki neden simya sadece felsefe taşı ve maddeyi arıtarak altına çevirme işi ile ilgileniyor?" derseniz size buruk fakat bir o kadar da sert bakışlarımı atar ve derim ki "maddenin altına dönüşmesini bir nevi sembol olarak değerlendirebilirsiniz. maddenin arıtılması işlemini insana uyarlarsak eğer insan ruhu ve bedeni hastalıklarından, tüm kiri ve pasından arınır. bakın, felsefe taşı maddeyi altına çevirecek öze sahip ve bu öz, bu iksir insanı ölümsüzleştirir. tamamen arınmış bir ruhla ölümsüzleşmek demek, tanrı'ya ulaşmak demektir. bakın, işte bu anda simya çok önemli oluyor zira gelmiş geçmiş tüm din ve öğretilerin temelindeki amaca ulaşıyoruz; tanrı'ya ulaşmak! insan ruhunun içindeki tanrısal töze kavuşmak!"
çok basit aslında. madde, insanı; altın, arınmış ruh ve bedeni; felsefe taşı da arınmaya giden süreci, arınma bilgisini temsil ediyor.

sonuç olarak simya, sadece içinde barındırdığı anlamı itibariyle bile değer görmesi gerekiyorken, umursanmıyor. 21. yüzyılda hala muskalara, fallara, yükselen burcun etkilerine inanan insanlar simyayı görmezden geliyorlar ve onlarla oyalanıyorlar. bırakın elinizdeki bu oyuncakları diye bağırıp hepsine tekme atmak istiyorum.

"visita interiora terræ rectificando invenies occultum lapidem."

Ölümsüzlüğün Sırrını Çözdüğü Düşünülen Fransız Simyacı: Fulcanelli