SİNEMA 18 Ocak 2022
16,9b OKUNMA     252 PAYLAŞIM

Annelik Üzerine Söyledikleriyle Dikkat Çeken The Lost Daughter Filminin İncelemesi

2021'in son günlerinde vizyona giren ve genellikle de beğeni toplayan Maggie Gyllenhaal filmi hakkında konuşalım biraz.

Nedir, ne değildir?

the lost daughter, yönetmenlik koltuğunda ilk uzun metrajını çeken maggie gyllenhaal'un oturduğu, oyuncu kadrosunda olivia colman, jessie buckley, dakota johnson, peter sarsgaard ve paul mescal'ın yer aldığı film.

film, dünya prömiyerini yaptığı 78. venedik film festivali'nde "en iyi senaryo (maggie gyllenhaal)" ödülünün sahibi olmuştur.

film, bir üniversite profesörünün gittiği yaz tatilinde geçmişindeki sırlarla karşılaşmasını ve anneliğinin ilk dönemlerinde hissettiği duygu karmaşasını konu alıyor. filmde olivia colman, hayatına giren yeni insanlar sonucunda bir kaosun içerisine sürüklenen üniversite profesörü leda'ya hayat verirken; dakota johnson ise leda'yı deniz kenarında gören ve bütün olayların başlamasına vesile olan nina karakterini canlandırıyor.

filmin konusu anneyi kutsallaştıran toplumumuzun onaylamayacağı bir konu

bu sebeple bazı görüşlere göre beğenilmemesine hiç şaşırmadım. çocuklarını bırakıp giden lyle karakterine kimse bir şey diyor mu? hayır. neden? çünkü o baba. anneleri evde kalıp çocuk bakmış ama leda öyle mi? nasıl böyle bir şey yapar? fıtratına aykırı bir kere (!)

%99.9 eminim ki leda çocuklarını terk ettiği için vicdan azabı duymuyor. ağırlığını hissettiği şey toplumun yadırgamasından duyduğu utanç, toplum tarafından dışlanmanın getirdiği utanç. bu toplumsal kodlar bize öyle bi işlemiş ki, öyle bi içselleştirimişiz ki bu "ahlaki" kodları, bir saatten sonra toplumun değerlerini benimsemediğimiz zaman kendimizden bile tiksinebiliriz.

bunu (toplumsal değerlerin nasıl kaskatı olduğunu ve bizi kısıtladığını) en çok foucault dert edinmiştir, akıl hastanesi ve hapishanenin modern toplumlarda doğuşunu bu yüzden araştırır discipline and punish kitabında. anneliğe atfedilen değerin bu anlamda hiçbir farkı yok foucault'nun sorunsallaştırdığı şeyden.

nina karakteri ile annelik üzerine yaptıkları iki konuşma (hediyelik eşya satıcılarının ordaki ve en son sahnede leda'nın tatil için kaldığı evdeki konuşmalar) annelerin kendilerine bile itiraf edemedikleri şeyleri ortaya koyuyor. leda'nın nina'ya çocuklarını terk ettiği ilk 3 yılın harika geçtiğini itiraf etmesi, nina'nın (içinden) keşke doğmasaydı dediği çocuğu için "bu hisler geçecek mi" diye leda'ya akıl danışması vs. birbirlerine anneliği çok sevmediklerini itiraf etmeleri, çok dokunaklıydı gerçekten.

yine de leda'nın bencilliğine diyecek yok. çocuklarını terk ettikten sonra eve döndüğü sahnede kocası "sen bakmıyorsan bak annenlere bırakım çocukları" deyince adamı bencillik ve tembellikle suçlaması gerçekten oha dedirtiyor.


ayrıca bu film psikoterapinin önemini ortaya koyuyor (evet foucault o dönemki psikoloji bilimine de karşı çıkmıştı lakin lacan gibi bilim insanları modern anlayıştan çok farklı yeni psikoterapi çeşitleri geliştirdiler). leda bir psikoterapiste gitseydi ebeveyn olmaktan vazgeçebilir ya da çocuklarını kabullenmeyi öğrenebilirdi. çocuklarına da cehennem gibi bir hayat yaşatmayabilirdi. şu an o çocukları da terapiye muhtaç yetiştirmiş oldu. zaten psikodinamik terapiye göre bu travmalar anneden çocuğa geçer. 3-4 nesil annede aynı travmaları görebilirsiniz, çocuklarına da bu travmaları aktarırlar. en iyisi bir terapi süreciyle bu travma mirasını kırmaktır. oyuncak bebek de tamamen bu travmatik miras ile ilgili, leda'nın kocasıyla tartışırken annesinin okul bile bitirmeyen bir cahil olduğunu, bir bok çukurundan çıktığını söylemesi, oyuncak bebeğe bu kadar anlam yüklemesi, çocukken oyuncak bebekle kurduğu bağı 48 yaşında başka bir bebekle kurmaya çalışması vs. işte bunlar hep travma mirası. filmin sonunda kızlarından birinin "öldün sandım" demesi ve aslında bunun film boyunca alt metinlerle tekrar edilmesi, leda'nın kızında annesini kaybetme korkusunun ne kadar derin olduğunu gösteriyor. bir sahnede leda, lyle karakterine çocuklarından martha'nın sürekli ölüp ölmediğini kontrol ettiğini, adete "küçük bir anne" gibi davrandığını söylüyor hatta.

her neyse, ebeveyn travması olan, kendi anne babasından çeken, ebeveyn olmak istemeyen, istemediği halde ebeveyn olan herkes bu filmde kendinden bir şeyler bulacaktır. ebeveynlik dünyanın en büyük sorumluluğu, ben istemiyorum/vazgeçtim deyip çocuğu "iade" edebileceğiniz bir mağaza yok, bu yüzden iyice düşünüp yapmalısınız çocuk yapacaksanız ancak çocuk yaptıktan sonra bunu kaldıramıyor olmak da çok insani değil mi? insanız, hata yapmamak imkansız.

Final yorumu

hani kadına şiddet olaylarında "her şeyden önce kadınlar annedir, annelerimizdir" falan deniliyor ya işte bu konuya hassas bir dokunuş yapan bir film bu.

baba olmanın her erkeğin harcı olmadığını bir şekilde kabullenmişiz de konu anneye gelince nedense işler değişiyor. eski kuşağın geleneğini sürdüren; öpmeyen, sarılmayan, gülüp şakalaşmayan, sevgisini asla göstermeyen ya da başı sıkışınca çekip giden babalara aşinayız mesela. ama buradaki yorumlarda da film ile ilgili en çok annenin, çocuğun yaralanan parmağını öpmemesi yadırganıyor. bu hareket doğrudur demiyorum ancak net bir şekilde kınayamıyorum da çünkü gerçekten her kadın "anne" olmaya uygun değildir.

belki bizim annelerimiz de kendi içlerinde bu savaşı vermiştir. çocuklarını ölesiye seviyor olmak da anneliği tam anlamıyla benimsemiş olmak anlamına gelmiyor çünkü. çoğu anne bunu asla dillendiremezken birçok kadın ise özgür bir şekilde çocuk sahibi olmamayı 'seçebiliyor'. zaten filmin verdiği mesaj tamamen bu; anne olup olmamayı seçebilme özgürlüğünün bazı tabuların yerini alması. bu konunun yazar ve yönetmen bağlamında tamamen kadın perspektifinden sunulmuş olması filmin her noktasında kendisini hissettiriyor. olivia colman'ın canlandırdığı karakter leda; eğitimli, tek başına tatile çıkabilen, lafı fazla uzatan adamı kibarca susturup yemeğine devam edebilen, tehditlere boyun eğmeyen, geçmişiyle yüzleşirken yaşadıklarından pişmanlık duymayan ve kendisinin kabullenemediği annelik kavramını benimseyebilmiş ya da bununla mücadele eden kadınlara da saygı duyan yani kesinlikle sıradan olmayan bir kadın.

sonuç olarak

filme genel olarak baktığımızda leda'nın üzerinde nispeten fazla durulmuşken diğer tüm konu ve karakterler derinleşmeden darmadağın ve yüzeysel kalmış. biraz şunu gösterelim biraz da şunu anlatalım derken süre uzayınca "kestik" deyip bitirmişler sanırım. karakter gelişimi ve olay örgüsü üzerinde biraz daha oynanıp vurucu bir iş çıkarılabilirdi bu kadroyla. yine de yönetmenin ilk deneyimi oluşu ve konu baz alındığında fena olmamış diyebilirim.