SİNEMA 4 Mayıs 2021
20,8b OKUNMA     506 PAYLAŞIM

Anthony Hopkins'e En İyi Erkek Oyuncu Oscar'ını Kazandıran The Father'ın İncelemesi

Başrollerini Anthony Hopkins ve Olivia Colman'ın paylaştığı The Father senenin en çok konuşulan filmlerinden biri oldu. İşte Hopkins'e ikinci Oscar'ını getiren filmin psikolojik röntgenini çeken bir kritik.

the father... anlatısının omurgası o kadar sağlam ki yönetmen ve senaryo yazarı (ki zaten kendi tiyatro oyunundan uyarlamış) florian zeller başka hiçbir ucuz numaraya başvurmadan eşsiz bir film ortaya çıkarmayı başarmış. üstelik teatralliğinden bir gram taviz vermeden.

baştan uyaralım, çok can yakıcı bir film the father. hem genel olarak ailesinde önemli bir hastalığa yakalan her birey için, hem de ebeveyn- evlat ilişkisi bağlamında.

özellikle filmin oyuncu kanadı bolca övüleceğinden oralara pek girmeden filmin esasen neden iyi olduğunu anlatmak istiyorum. film demans hastalığına yakalanan bir adamın yaşadığı süreci anlatıyor. hastalığın ilerleme evreleri kronolojik olarak aktarılmıyor ama yönetmen öyle ters, puslu bir kronoloji kuruyor ki tıpkı hastalığı yaşayan ve bizlere iliklerine kadar yaşatan anthony hopkins'in canlandırdığı anthony gibi belleğin, kişiliğin, anıların, yaşanılan her anın parçalanışını, yitimini santim santim yaşamamızı sağlıyor.


karakterin hafıza, yürütücü işlevlerinin kayboluşuna dair durumu klinik bir vaka olarak ele almak yerine baba- kız ilişkisi ekseninde ele alıyor yönetmen film boyunca. özellikle hafızanın yitimiyle gelen çeşitli konulardaki unutkanlık, motor becerilerin azalması, olay, durum, mekan, tarihleri vs karıştırma gibi durumları oldukça zeki ve yenilikçi hamlelerle, tekrara, bayağılığa düşmeden aktarıyor. belleğin tekinsizliğinden doğan yabancılık, yabancı tehdidi, şüphe, paranoya gibi temel motifleri de hastalığın ilerleyen süreçlerinde aşama aşama işlemek yerine tüm filme yayılan kesintisiz bir paranoya, güvensizlik ve kaybolmuşluk hissi içinde izleyiciye aktarıyor.

özellikle bu hastalığın en temel özelliklerinden olan sürekli olarak benzer soruları sorma, yapılması gereken temel işlevleri yapamama ve yaptığını unutma (ilaç içmek gibi) gibi davranışların yaratacağı gerilim ve dramı kurguda zekice hamlelerle çözümlüyor florian zeller. spoiler vermemek adına net bir şekilde yazmıyorum ama özellikle klasik bir hollywood filminde bu tip sahneleri hızlı, tekrar eden, rahatsız edici, flu, bulanık bir biçimde görmeye alışık olan seyirciyi o açıdan özellikle hastalıktan muzdarip karakterimizin zihin, akıl oyunlarına nefis bir şekilde ortak etmeyi başararak bu rahatsızlığın yarattığı trajediyi anlamamızı sağlıyor.


özellikle bir hastalık ya da travmadan muzdarip kahramanların trajedisini anlatırken karakterin yaşadığı kabusu göstermek adına sürekli tekrar eden sahneler, hesaplaşma sahneleri, yine tekrar eden rüya/sahneleri koymak sinemanın genel ölçülerindendir. karakteri tekinsizlik ve paranoya içinde bırakan gizin/gizemin/ trajedinin anahtarı olarak sunulan bu sahneler seyirciye özdeşim aşamasında kolaylık sağlamak amacıyla yapılır. the father'da ise bu kıyılara hiç yanaşmayan yönetmen zeller yarattığı ters,zıt kronolojiyle karakterin yaşadığı bu kabusu soyut, büyülü, düşsel zemininden sıyırarak yakıcı bir gerçekliğin omurgası haline getiriyor. üstelik bu hamlesiyle normal şartlarda kolaylıkla istismar edebileceği duygusal boşluklarla oyalanmadan, durumdan doğan anomaliyi sıkılaştırmak için tıbbın, bilimin kucağına atlamadan, ona bir hasta, bir müşteri ya da nesne gözüyle bakmadan, soğukkanlı objektifliğini korumayı becererek metnin sağlamlığından gelen güvenini perçinliyor. ve diyaloglarına yaşama dair büyük felsefi, edebi, kültürel cilalar kondurmadan yalınlığın biyopsisine soyunuyor adeta.

evet anthony hopkins bu hastalıktan muzdarip bir adamı her zerresiyle baştan yaratıyor ve muhtemelen bir oskar heykelciği daha alacak ama karşısında tereddütsüz, tavizsiz bir oyun veren olivia colman da övgüyü fazlasıyla hak ediyor.

karakterin ebedi dönüşümünün, yitiminin altını çizen ve onca soğukkanlılığına rağmen kondurulması elzem olan o büyük yalın duygusallığını gözlerimize rehber edip dışarıdaki ağaçlara, parklara, doğaya ve hayata çevirten dermansız finaliyle sinema tarihinin unutulmazları arasına adını yazdırmayı başarıyor the father.