SİYASET 25 Haziran 2018
27,2b OKUNMA     723 PAYLAŞIM

Apolitik Olmak, Günümüz Dünyasında Neden Sadece Bir Sanal Gerçeklikten İbarettir?

Apolitik olmak, günümüzde artık yalnızca uzaktan izlenebilecek bir kavram olma yolunda hızla ilerliyor. En azından Türkiye için bunu söylemek mümkün. Bu konuyla ilgili Ekşi Sözlük yazarı "siyah giysili adam", güzel bir yazı yazmış.
iStock

orhan veli, "bedava" nam şiirinde şiirin kişisine "bedava yaşıyoruz, bedava" dedirtir ama dere-tepeyi, otomobillerin dışlarını, sinemaların kapılarını, camekanları bedava gezip seyreden şiir kişisinin yaptığı "bedava yaşamak" değil, "bedava ölmek"tir. kendi ölümünü yaşayan bu insanın ekonomik nesneler arasında bedavadan sürdüğü hayat kendisine pahalıya patlamakta ve onun bu eylemsiz eylemi hayatı uzun vadede daha da pahalı kılmaktadır. ki kendisi de az-çok farkındadır hürriyetini kelle parasına aldığının ki açıkça da söyler bunu, hem de "esirlik bedava" diye de ekleyerek. fakat "bedava yaşıyoruz, bedava" diyerek başladığı ve çok geçmeden karamsarlaşan şarkısını aynı çaresiz havayla "bedava ölüyoruz, bedava" diyerek bitirmez. bunu gözlerinin gördüğü gerçek gönlüne ağır geldiğinden mi yoksa "en kötü yaşam" fikri kulağa "en iyi ölüm" fikrinden daha güzel geldiğinden mi yapar, orası bilinmez.

kendisini bir "apolitik" olarak niteleyen insanın yaşadığı sanrı da, orhan veli'nin "bedava ölen" şiir kişisinin yaşadığı sanrıdan pek de farklı sayılmaz. new york city'nin lüks gökdelenlerinde şaşaalı yaşamlar sürenlerden amazon ormanlarında her türlü teknolojiden bihaber yaşayanlara dek istisnasız bütün insanlar dört tarafı politikayla çevrili bir adada açtıkları gözleri, bu adada geçen politik bir yaşamın neticesinde yine bu politik adada kapıyor. insanın kendisi ve insanı çevreleyen her şey, bin yıllar evvel bizzat insan tarafından "politika parantezi"ne alınmış bir halde: bunları yazarken yararlandığım klavye "politik"; üzerinde oturmakta olduğum ve tembelleşmeme izin vermesin diye en rahatsız olanından seçtiğim sandalye "politik"; gün geçtikçe daha da ısınan nemli havanın altında susuzluktan ölmemek adına yanımdan ayırmadığım bir litrelik su matarası "politik"... bir p(klavye) ile, bir p(sandalye) ile, bir p(matara), bir p(masa), bir p(lamba), bir p(kulaklık), bir p(fincan) ile çevrelenmiş bir halde olan ben, bizzat politiğim; devletlerarası dünya politikasının politik bir nesnesiyim.

her şey bu denli politikken insanın kendisini apolitik sayması, hastalık teşhisi konulmamış bir insanın kendisini sağlıklı sayması gibi. hastalık orada; teninin üzerinde ve altında, kalbinde ve damarlarında, ciğerlerinde ve bağırsaklarında. seni içten dışa yiyip tüketiyor ve teşhis geç konulduğu için nihai sonun seni hazırlıksız yakalıyor. politik insanın kendi politikliğine dair farkındasızlığı ya da bu farkındalığı reddedişi de benzer bir süreci yürürlüğe koyuyor: p(çevre)ye karşı kusursuz bir saygı halinde olduğunu sanıyorsun çünkü kullandığın p(otomobil)in p(egzoz)undan çıkan p(duman) p(göz)üne görünmüyor. o p(otomobil)i satın alırken ödediğin p(ücret) ile kendini yalnızca o p(otomobil)e bağladığını, hatta onu kendine bağladığını sanıyorsun ama hayır, bu p(eylem) seni birbirinden politik politikacılar tarafından şekillenen p(ekonomi)ye bağlıyor. p(otogaleri)deki p(otomobil)ler arasında yaptığın p(seçim) ise senin bir sonraki politik hamleni ve alacağın politik pozisyonu belirliyor. bu, sen farkında olsan da olmasan da gerçekleşiyor.

üstelik burada bir metafora dahi ihtiyaç yok: insan birbiri ardına sıralanan her bir anda sürekli olarak "ölüm" ile "yaşam" arasında seçim yaparak sürdürüyor ömrünü. kendisini "apolitik" addeden bir insanın herhangi bir ehemmiyet yüklemediği bu ikiden seçmeli sınav, kursağından geçen lokmaların politikliğini kavramış bobby sands gibi idealist kimselerin midelerinde politik bir güç halini alıyor. tohumu ekenlerin, buğdayı biçenlerin, taneyi çekenlerin, unu eleyenlerin, hamuru karanların, ekmeği pişirenlerin verdiği emeğin karşılığının ekmeği satanların kazancı karşısında hiçleştiğini gören ve tüm bu süreçteki politikliği fark edenlerin porselen tabakta altın kaşıkla sunulan lokmaları geri çevirmesi, kuma gömülü mahmur gözlerin görmeyi başaramayacağı üstün bir politiklik taşıyor.

apolitikliğin bir "seçim"den ziyade güçlü bir "inanç" olduğu gerçeğinin inananları tarafından fark edilmesi ise kimi zaman hiç de hoş olmayan vakaların akabinde gerçekleşiyor. dante alighieri'nin "la divina commedia"sında «cehennemdeki en sıcak yerler, büyük toplumsal buhran zamanlarında tarafsızlıklarını koruyanlar için ayrılmıştır» demesine neden olan vaka neydi bilmiyorum ama theodore roosevelt'in 1941 senesinin aralık ayında «son birkaç sene içinde—özellikle son birkaç günde—yaşananlar bize korkunç bir ders verdi. bundan sonra kendimizi insanlığın geri kalanından soyutlayabileceğimiz sanrısından bütünüyle kurtulmamız gerek» demesine neden olan vaka-i şerriyenin ne olduğunu gayet iyi biliyorum: pearl harbor baskını.

evet, henüz üzerimizde japon uçakları dolaşmıyor; evet, yaşamlarımızı kıskacına almış bir savaş söz konusu değil. fakat, öyle mi sahiden? istanbul'un birer konserveden hallice toplu taşıma araçlarına binerken hangimiz kendisini güvende hissedebiliyor? hangimiz bir haber sitesini yeni bir ölüm haberi alacağı endişesi duymaksızın açabiliyor? hangimizin kulağı, burnu, teni patlayan bir bombanın sesine, taze bir kurşun yarasından sızan kanın kokusuna, gün geçtikçe devasa bir tabut halini alan ülkenin tüyler ürpertici etkisine karşı kayıtsız kalabiliyor? yahut, bunu başarabilen az sayıda "mutlu insan", ne kadar daha koruyabilecek bu mutluluğunu? huzursuzluğun kol gezdiği, kedilerin, köpeklerin dahi korkuyla dolaştığını hissettiğim sokaklarda daha ne yaşanması gerekiyor insanın kendisine ve çevresine dair politik varlığının ve etkisinin ayırdına varıp politik tepkiler vermesine?

üstelik ben, tüm bu fikirlerin, cümlelerin ve yargıların vicdani sorumlusu olarak herhangi bir politik taraf işaret ediyor, herhangi bir politik yöntem gösteriyor, herhangi bir politik söylem dikte ediyor da değilim. bunları john fowles'un "the collector" nam romanında müstakbel katili "apolitik" caliban'a şunları söyleyen "politik" miranda'nın da taşıdığına inandığım düşüncelerle yazıyorum:

"bir arkadaşım essex'teki amerikan havacılık istasyonunda düzenlenen bir eyleme katılmıştı. elbette istasyonun kapısında durdurulmuşlar ve bir süre sonra nöbetçi bir çavuş gelip onlarla tartışmaya başlamış. tartışma git gide hararetlenmiş çünkü çavuş amerikalıların eski romanslardaki başı dertte olan genç kadınları kurtarmak için yaşayan şövalyeler gibi davrandıklarını, hidrojen bombasının ise kesinlikle gerekli olduğunu düşünüyormuş. arkadaşım tartışma uzadıkça çavuşu sevmeye başlamış çünkü hiçbirine katılmıyor olsa dahi adam düşünceleri hakkında son derece hassas ve dürüstmüş. üstelik yalnızca arkadaşım değil, diğer eylemciler de sonrasında böyle düşünmeye başlamışlar. arkadaşım ise kendisini o çavuşa, eylemi yol kenarında asık ve aşağılar suratlarla izleyen tüm diğer aptallardan daha yakın hissetmiş. bence bu durum bir futbol maçına benziyor. her iki taraf da oyunu diğerini alt etmek için oynuyor; hatta bazen bir taraf diğerinden nefret ediyor ama üçüncü bir taraf gelip onlara yaptıklarının ne kadar aptalca olduğunu, uğraşmaya ve ilgilenmeye değmez olduğunu söylese tüm düşmanlıklarını unutup kendilerini birlikte hissederler. ki önemli olan da bu histir."

evet, önemli olan bu histir. önemli olan, bireysel fildişi kulelerde tesis edilmiş yapay ve sanal gerçekliklerin oluşturduğu "apolitiklik" nam matrix evrenini reddetmek, tüm politikliğine, tüm dayanılmazlığına, tüm karanlığına karşın gerçek dünyada nefes almakta ısrar etmek, insanı bir sanrının sözde huzurunda yaşamaya itenleri tahlil ederek bunlara neden olanlara karşı koyma iradesi gösterebilmektir. bir yusuf atılgan karakterinin duvara «yaşanmaz» yazıp intihar etmesine neden olan politik gerçekliğe karşı, haksızlık karşısında susanın da haksızlığa paydaş olduğunu unutmadan yaşamak, yaşatmak ve konuşmak ve konuşmak ve konuşmak çünkü;

"insanoğlu milyonlarca yıl boyunca tıpkı diğer hayvanlar gibi yaşadı.
sonra hayal gücümüzün zincirlerini kıran ve onu özgür bırakan bir olay yaşandı:
konuşmayı öğrendik.
ve dinlemeyi öğrendik.
konuşma yetisi fikirlerin iletimine izin verdi.
insanlara imkansızı mümkün kılmak için birlikte çalışma imkanı verdi.
insanoğlunun kaydettiği en büyük başarılar konuşmanın, en büyük başarısızlıklar ise konuşmamanın eseriydi.
dünya savaşlarla, anlaşmazlıklarla ve nefretle yerle bir olmak zorunda değil.
tek yapmamız gereken konuşmayı sürdürmek."

Bu içerik de ilginizi çekebilir