SİNEMA 24 Nisan 2024
10,5b OKUNMA     237 PAYLAŞIM

Aşkın En Çaresiz Hallerini En Sade Şekilde Anlatabilen Film: In the Mood For Love

"Zarafet nedir?" sorusunun karşılığı, sinemada bu filme denk geliyor dersek yanılmış olmayız. İşte 2000 tarihli bu başyapıtı anlamanızı kolaylaştıracak bir derleme.

Nedir olay?

"...hiç uyarmadan

kasırga nasıl sökerse

meşeleri kökünden

öyle sarsıyor yüreğimi aşk..."

60'larda hong kong'da tesadüfen komşu olan bir erkek (chow) ve bir kadının (li-chun) yalnızlıkla başlayan ve aynı kaderi paylaşmak yüzünden ilerleyen ilişkileri, şimdilerde anlaşılması zor eski model bir aşka dönüşüyor. kaderin kurduğu çözülmesi zor bir denklem bu.
ortak kaderleri aldatılmak.. birinin karısı diğerinin kocası ile birlikte... nasıl ve neden başlamıştı merak ediyorlar. daha sonra, kadın kocasıyla nasıl yüzleşecek, provasını yapıyorlar... dost oluyorlar. kadının üzerinde oluşan elalem baskısına rağmen birlikte çok zaman geçiriyor, çok şey paylaşıyorlar... iyi günde, kötü günde, neşede ve kederde, evliliklerinde bulamadıkları gerçek yoldaşlığı yaşıyorlar ama elden geldiğince bir sır titizliği ile... anlayan bir sevgi bu, hoş gören, diğerini koruyan, incitmeyen... bununla birlikte, ilk andan itibaren merdivenlerde ve kapı girişlerinde karşılaştıklarında, yan yana geçerken birbirine değecekmiş gibi yakınlaşan ama değmeyen ve küçük bir dönüş hareketiyle ters tarafa yönelen bedenleri aşkın geleceğine dair bir işaret sanki...

kimse birbirine "seni seviyorum" demiyor. ama kadının gözlerinden akıyor aşk, adamın şefkatinde ve kar- wai'nin sık sık odaklandığı o ellerde. parmaklarını etine geçiriyor o vakur kadın... alyans bir karakter oyuncusu gibi gözümüzün önünde, hep "olmaz!"ı işaret ediyor; aşkla çaresizlik tek vücut...

şimdi kadının belirlediği kaderleri, kapının ağzında birbirine değecekmiş gibi yakınlaşan ama değmeyen bedenlerini hatırlatıyor; yaklaşan ama karşılaşmayan, yan yana geçen ama buluşamayan... "fazla biletim olsa benimle gelir miydin?" sorusuna şarkı cevap veriyor:
quizas, quizas, quizas.. belki, belki, belki... kadın, karar veremeyerek bir karar vermiş olur.

edgar bauer'e göre aşk, bütün tanrısal olan şeyler gibi, insanın fiziksel ve ruhsal olarak kendisine teslim olmasını bekleyen, korkutucu bir tanrıçadır. tapınma biçimi, ona karşı acı çekmektir ve olayın zirvesi, kişinin kendini tümüyle feda etmesi, yani intihar etmesidir..
marx bu tanıma şiddetle karşı çıkmış olsa da ne çıkar, aşk feda olgusunu içinde barındırır.

5 yaşında shangai'dan hong kong' a göçen wong kar- wai için mekân seçimi tesadüf değil. aynı zamanda senaryoyu da yazmış olan yönetmen hong kong'un kendisinde bıraktığı izleri, geleneksel giysi ve yemek kültürünü ve o günün toplumsal değerlerini, alışkanlıklarını yansıtma ve yaşatma çabası taşır. kırmızı rengin en güzeli olan zencefil kırmızısı vermilyon göz kamaştırır. film özellikle bu rengin hakim olduğu planlarda ağır çekim görüntülerle hafızalarda kalmıştır.

Nasıl başladı ki bu ikili arasında aşk?

filmin başlarındaki kahramanlarımızın gayet sıradan karşılaşmalarından, gayet sıradan sohbetlerinden, günlük yaşamın işleyişi içindeki rutinlerinden sonra ne zaman ve nasıl oldu da birbirlerine aşık olduklarına anlam veremeyenler olabilir. ama bazı aşklar evet, gerçekten böyle doğuyor. sıradan sohbetler ettiğini, her günkü normal işlerle ilgilendiğini, onun sadece komşun/ arkadaşın/ iş arkadaşın vs olduğunu düşünüyorsun ama aslında bilinç dışı mı diyeyim, bilmiyorum, bir yerinde aslında o hep senin için farklı biri oluyor. geriye sadece bunu idrak edeceğin bir ânı veya olayı/ durumu yaşaman kalıyor. iş böyle olunca filmdeki ikilinin aşık olma süreci bana gayet gerçekçi geldi aslında şiirsellikten çok.

öte taraftan bedensel haz olmayan bir aşk ilişkisine (birbirlerine arzu duymalarına karşın) evet, günümüzde anlam verilmesi zor. zihnimize anlık keyifler, maddi zevkler, mutlaka reklamının yapılması zorunlu görülen ilişkiler öylesine çok boca edilmiş ki, hazır eşleri de onları aldatıyorken bu arzuya karşı koyabilmeleri şaşırtıcı gelebilir. bana da geldi açıkçası. ama sanırım tam da yukarıda dediğim gibi, aldatılan oldukları ve bunun yakıcı acısını bildikleri, eşlerinin kendileri nezdinde değerleri düştüğü için, ne olursa olsun başkasına bu acıyı yaşatmak ve kendilerini o değersizliğe düşürmek istemediler.

ne diyorlardı? "biz onlar gibi olmayacağız!"

film "doğru ve yanlış tüm kavramların ötesinde bir yer var. seninle orada buluşacağım"  diyor

ayrılıklarının provasını yapana kadar, izleyici de ikisinin arasındaki hislerin şiddetini hissedemiyor. kadın ne vakit ki tutulduğunun farkına varıp ağlamaya başlıyor; orada sarmaya başlıyor insanı o yakıcı hisler...

kadının kocasına sormak istediği "metresin mi var?" gibi çok zor bir sorunun provasını yaparlarken kadını üzen sadece aldatılıyor olması değil; kendinin de aynı durumda olması, ve karşısındaki adamın da aynı sorunun muhatabı olması... herkesin birbirinin yerine geçmesi... ama bir farkla, onlar gibi olmayacaklar.. çünkü gerçek hayatta olduğu gibi filme de durmaksızın eşlik eden, aralarındaki masum bağdan çok korkularını hissettiren dışarıdaki sesler, gürültüler, bütün gün boş sohbetler edip hayatta hiçbir gayesi olmayan insan kalabalığının nazarı var...

kendine onca korku ve vazgeçişten sonra kamboçya'daki tapınağın sırlarına sır katmak düşen adamı bir keşişin izlemesi de çok manidar... tanrı var yukarıda... ve tabi ki iki kişinin arasındaki sırrın, ebedi ve dev, zaten kendi de bir sır olan tapınaktaki kifayetsizliği...