HİKAYE 17 Ağustos 2017
86,2b OKUNMA     1101 PAYLAŞIM

Basit Bir İyilikle Hayatı Güzelleşen Yaşlı Bir Adamın İçinizi Isıtacak Hikayesi

Sözlük yazarı "drgoku", başından geçen bir iyilik hikayesini paylaşmış. Yaşlı çifte yaptığı iyilik sonrası yaşanan karşılaşma insanı gerçekten duygulandıran cinsten.
iStock.com


yaklaşık bir hafta önce pazar günü oturmuş güzel güzel çayımı içerken kafam esti, şu gardırobu bir düzenleyeyim dedim. mütemadiyen 2-3 senede bir yaptığım iş. sağlam olanlarından dört büyük poşet elbise ayırdım. palto, ceket, pantolon, gömlek vs. eskiyen, bol olan, dar gelen derken sıkış tıkış olan dolabı epey ferahlattım. çoğunlukla evde giydiğim, başkasına verilemeyecek kadar yıpranmış olanlardan birkaçına temizlik bezi nişanesi verdikten sonra geri kalanları çöpe yolladım. eskiden vakıfların yılın belli zamanları kurulan çadırları olurdu, ne bağışlamak istiyorsan götürüp bırakırdın. son yıllarda burada öyle bir şeye de rastlamadım.

lazım olan birkaç eksik gediği almak için akşamüstü markete çıkarken hazırladığım elbise poşetlerini de yanıma aldım. etrafımda tanıdığım bildiğim ihtiyaç sahibi yok lakin birkaç sokak aşağıda orman tarafında kalan mevkide gecekondular var. ya nasip deyip çıktım yola, elbet birinin kısmeti vardır. hiç olmadı kapı kapı gezer sorarım ihtiyacı olanları ayıp değil ya. en nihayetinde ben de elinde sefer tasıyla işe giden bir memur çocuğuydum, bilirim yokluğu ve hiç de gocunmam.

bana çocukluğumu hatırlatan kömür kokusu sinmiş sokaklarda epey yürüdüm. top oynayan çocuklardan başka pek kimse yok dışarıda. rastladığım bir adamla ayaküstü sohbet ettik, civardaki bir caminin imamıymış. bize bırakabilirsin dedi, ihtiyacı olanlara teslim ederiz. elimle teslim etsem daha iyi, kimseyi bulamazsam getiririm dedim. havanın kararmasına yakın, yıkık dökük duvarlarla çevrili bir evin bahçesinde çalı çırpı kıran yaşlı bir teyzeye rast geldim.

-hayırlı akşamlar teyze. hava soğudu, yok mu bu işleri yapacak kimse, üşürsün...
uğraştığı işten kafasını kaldırıp yüzüme baktı. " herif var emme biraz hasta, yatıyor" dedi.

müsaade isteyip bahçeye girdim. çoluk çocuk yok mu dedim, size göre değil bu işler. duraksadı biraz. var olmaya var da, olanı da pek uğramaz dedi. nefes nefese kalmış, yüzünde yılların izini taşıyan çizgiler... içim burkuldu, canım acıdı. yılların yıprattığı çizgili bir yüzde ne zaman ki bulsam hayatın yitirilen anlamını ve ne zaman ki sokakta bir çocuk görsem o boyacı sandıklarının başında elleri simsiyah, gözleri pırıl pırıl, hayat dolu; ne zaman alın teri şakaklarından süzülen bir emekçiye rastlasam, "onur ve şeref" sözcüklerinin lügatte yer almayan anlamı... gözlerim dolar, şu içimden bir parça sökülür ki nasıl derinden. söylemeye söz, dillendirmeye mecal kalmaz bende. dökülüverir damlalar, öyle pis bir huyum var. teyze bana üzülüyor, ben teyzeye üzülüyorum. az biraz sohbet ettikten sonra gel hele dedim teyze, bir bakalım senin adama durumu nasıldır nicedir.

kerpiçten yapılma evin içi, dışına göre daha sağlam ve tertipli gözüküyor. salonun bir köşesinde eski fırınlı sobalardan var, çaprazındaki diğer köşede kanepede yatan bir amca. selam vererek içeri girdim, amca doğrulmaya çalışıyor lakin pek hali yok. ne aradığımı, ne bulduğumu, ne getirdiğimi izah etti teyze. sonrasında oturup sohbet etmeye koyulduk.

amca yetmişli yaşlarda lakin boylu poslu babayiğit bir adam, masmavi gözleri var. dedemi hatırlatıyor bana. piyango bileti satıyormuş merkezdeki çay bahçesinin yanında. birkaç gün önce soğuktan üşütmüş olacak ki hastalanmış yatıyor. tamam diyorum bu getirdiklerim kışlık, tam senlik amca hiç sıkıntı yapma. yarım saatlik bir hasbıhale türlü anılar, hikâyeler, gülüşmeler eşlik ediyor. amca, o yaman duruşundan pek taviz vermese de hareket ederken yüzünün aldığı şekillerden anlaşılıyor pek iyi bir halde olmadığı. ateşine bir bakayım amca diyerek ayağa kalkıyorum, elimi alnına değdirmemle birlikte beni bir telaş alıyor. bu iş öyle nane limonla filan geçecek bir üşütme değil, yanıyor amca. eski adamların huyudur, dedemden bilirim. ölmedikçe beni doktora götürmeyin derdi rahmetlik, pek sevmezdi hastane işini. öldükten sonra doktor ne yapacak ki zaten dede derdim. işte zahmet etmesin diye diyorum oğlum, adam benle o kadar uğraşıp da sonra ölsem daha mı iyi derdi. hey gidi koca dedem...

amca, hastaneye gideceğiz bu böyle olmaz dedim.
epey bir ısrardan sonra nihayet razı oldu. devlet hastanesi yakın, buradan en fazla iki kilometre uzaklıkta. arıyorum 112'yi, çok geçmeden ambulans geliyor. att'deki çocuklar sedyeye koyup çıkartıyorlar. inme, binme, yürüme, yorulma derdi de kalmıyor. acil binasına giriş yapıyoruz, muayene faslından sonra iğne vuruyorlar. müşahede odasına alınıp birkaç torbayla buz kompleksi yapılıyor vücuduna. yaklaşık bir saat sonra da ateşi düşüyor. reçetesini yazdırdıktan ambulansla tekrar eve dönüyoruz.

ev soğuk, soba sönmüş. kovayı çıkartıp teyzenin kırdığı o bahçedeki odunlardan dolduracağım lakin çabuk sönmesin diye kömür de lazım. odunların yanında büyükçe bir leğende kömür var ama bu normal kömür değil. çocukluğumdan hatırlıyorum, kovanın dibinde kalan ve tam yanmayan kömürler ayıklanıp biriktirilir, sonra tekrar kullanılırdı... 

kovayı hazırlayıp sobayı yakıyorum. her şey normale dönmüş gibi gözüküyor. eve uğramam lazım ama bir saate kadar tekrar geleceğim diyerek müsaade istiyorum. o arada reçetedeki ilaçları halletmek var aklımda. vakit çok geç olmadı ama eczaneler en geç yedide kapanıyor. eve uğrayıp arabanın anahtarlarını alıyorum. internetten nöbetçi eczaneleri bulup ilaç işini hallettikten sonra markete uğruyorum. bir eve ne lazım olacaksa hepsinden dolduruyorum market arabasına. kasada ödemeyi yaparken kendi alışveriş listem de çıkıyor cebimden. güya bugün ben de alışveriş yapacaktım ama yaşanacak bir dolu hikâyem varmış. neye niyet neye kısmet... yüzümdeki gülümsemeyle ayrılıyorum marketten.

evin önüne vardığımda perdesi yarı aralık pencereden teyze fark ediyor beni. poşetleri yüklenip bahçeye doğru ilerlerken mahcup bir duruşla kapıda karşılıyor beni, niye zahmet ettin oğlum diyor. ne zahmeti... o gözlerinden fışkıran mutluluk var ya sözlük, o sıcak sarılma, o ettiği dualar... ulan dünyayı önüme serseler, tac ü tahtın verseler o anki mutluluğu bulamam...

sobanın üstünde çay demlenmiş, teyze diyorum gel mutfağa geçelim de göster sen bana kap kacak nerede. mutfağın duvarında uzunca bir terek (eski evlerde mutfak dolabı yerine kullanılan raflar), intizamlı dizilmiş bardaklar, alt tarafta tencereler... poşetlerdeki malzemeleri yerleştirdikten sonra şöyle güzel bir sofra hazırlıyoruz. sıcacık sobanın yanı başında yemeğimizi yiyoruz, aynı sobada demlenen mis gibi çayımızı içiyoruz. hatta eskiden babaannemin yaptığı gibi sobanın fırınlı kısmında patates közlüyor teyze, o güzel çocukluğum geliyor gözlerimin önüne...

geç saatlere kadar süren o güzel akşamdan sonra ayrılma vakti geldi. ev telefonları var, numarayı aldım ki arayıp sorabileyim lakin bir şeye ihtiyaç olur, elzem bir durum olur diye bir miktar para bırakmam lazım ama teklif ettiğim an da bu güzel gece zehir olur onlara, gururları incinir. bu sebeple kanepenin üstündeki hırkanın cebine çaktırmadan bir şeyler iliştiriveriyorum. ilk fırsatta tekrar ziyarete geleceğimi söyleyip ayrılıyorum.

ertesi gün, işten biraz erken çıkarak belediye binasına gidiyorum. buraya en son geçen sene gelmiştim, ramazan ayında şehrin dört bir yanına asılan afişlerdeki yazım yanlışını şikâyet etmek için. üşendikleri için afişleri toplamadılar da bir ay öylece asılı kaldı, kimse de demedi ki burada ne yazıyor. öyle bir şehrin öyle bir belediyesine, amca ve teyzenin aylık gıda ve yakacak ihtiyaçlarının karşılanması için müracaat etmek amacıyla geldim. malumunuz demokratik, lâik ve "sosyal" bir hukuk devletiyiz ya ondan sebep. 

kendileri gelsinler, ilmühaber getirsinler vs. derken sıradan bir vatandaş olarak bu işin hal olmayacağını ve bunların statüden anlayacağını idrak edip tavrımı ve üslubumu değiştirdim. en nihayetinde ayda bir erzak ve kışlık yakacak ihtiyacının karşılanması hususunda mutabakata vardık. iki gün sonra da amca ve teyzeyi ziyarete gittim, amcanın durumu gayet iyiydi. belediyenin emeklilere erzak ve yakacak yardımı yaptığını, birkaç güne yakacak işinin çözüleceğini, her ay erzak paketlerini de eve bırakacaklarını söyledim. allah razı olsun belediyemizden, biz diyemezdik emme onlar emekliyi düşünmüş diye güzel güzel dualar ettiler. amin dedim...

ve bugün işten eve gelirken çay bahçesinin köşesinde amcayı gördüm, tekrardan piyango bileti satmaya başlamış. yakınlarda bir yere arabayı park edip arkasından yanaştım, üzerinde benim palto. ooo iyileşmişsin ihtiyar dedim gülerek. arkasını dönünce beni gördü, tezgâhı filan bırakıp bir sarıldı... baba, evladına nasıl sarılırsa işte öyle sarıldı...

bir çift eski eşya nerelerden nereye sürükledi bizi. o tevâfuklar silsilesi yaşanmasa bu iki güzel insanın hali nice olurdu, göçüp gitse o hastalıkla kimin haberi olurdu...

mutlu etmek de mutlu olmak da aslında bu kadar basit be sözlük. ve biz, etten kemikten yaratılan insanoğlu... bizim ruhumuz, hiçbir zaman parayla değeri biçilen zevklerle tatmin olamayacak. hiçbir mal mülk, bir çocuk gülümsemesinden aldığımız hazzı bize yaşatamayacak...