Bugün Klişe Denilen Bilim Kurgu Fikirlerinin İlk Yazarı Olan H. G. Wells'in Hayat Öyküsü
herbert george wells, 21 eylül 1866’da orta halli bir ailenin dördüncü ve en küçük çocuğu olarak ingiltere’de dünyaya gelmiştir. 13 yaşında okuldan alınıp işe verilmesine rağmen 3 yıl içinde burs kazanarak eğitimine devam eden wells’in hayatına yön veren en önemli olaylardan biri de, 1874 yılında geçirdiği kazadır. çünkü kırık bacağı nedeniyle yatağa bağlı kaldığı zamanını babasının kütüphaneden getirdiği kitapları okuyarak geçirmiş ve bu dönem yazma arzusu hissetmeye başlamasını sağlamıştır. üniversitede fen okuyup (bazı kaynaklarda biyoloji diye söz ediyor) fen öğretmeni olsa da hastalığı nedeni ile öğretmenlik yapmamış, bu onun yazma serüvenine geri dönmesine vesile olmuş, 25 yaşında kuzeni isabelle ile evlenmiş ancak hemen ardından bir öğrencisi ile ilişkiye başladığı gibi, yaşadığı çok sayıda aşk ilişkisi ile skandallara yol açmış, 3 gayrimeşru çocuğu dünyaya gelmiştir.
hikayelerinde ortaya çıkan çelişkilerin de hayatını yansıttığı düşünülmektedir. fabrikaların havayı kirlettiği endüstriyel ingiltere döneminde yetişmesi ile şekillenmiş, romantik olsa da karanlık kalan bakış açısı ile wells, darwin’in destekçisi ve evrim teorisinin savunucusu olan huxley’nin yanında aldığı eğitim ile hayvanlar üzerinde ahlaken tartışmalı deneyler yapıldığı bir dönemi gözlemlemiştir. ayrıca, ilk film çekme makinesinin daha yeni icat edildiği, en son ulaşım teknolojisinin bisikletler olduğu endüstriyel viktorya çağında yazmaya başlamış olsa da heyecan verici bilimsel spekülasyonların olduğu bir dönemde yaşamış olmasının, çağından daha gelişmiş şeyler hayal edebilmesi üzerindeki etkisi yadsınamaz.
wells’in eserlerindeki ikili ayrılmanın sebebinin altında hem yaratıcılık hem de bilim insanı vasıflarına sahip olmasının yattığı düşünülmektedir. bilim kurgunun yaradılışına yardımının dokunmasının yanında, bulduğu bilimsel korku, yeni gelişen bir edebi türün nitelikleri haline gelmiştir. tüm hikayelerinde, sadece bilimin önümüzdeki yıllarda ne yapacağına hazırlanan bir zemin değil, insanların bilimle ne yapacağı konusu yer almıştır.
1877’de, mars’ın dünyaya çok yakın bir bölgeye geldiğinde marsta oyuklar görüldüğü rapor edilmiş iken bu terim kanallar olarak yanlış tercüme edilmiş, bu sırada wells için bu, gezegende hayat olması fikrini ateşlemiştir. ama ateşlenen fikirden daha çok dünyalar savaşı’nı yazması için esas ilham kaynağını veren ağabeyi olmuştur. çünkü ağabeyi frank, aralarında geçen sohbet esnasında, ingiliz göçmenlerin 19. yy.’da tazmanya'daki yerlilere yaptıkları soykırımın aynısının, gökten inen varlıklarca uygulandığını hayal etmesi konusunda fikri ateşlemiş ve buna dayanılarak yazılan dünyalar savaşı’nda marslıların dünyayı ani istilası anlatılmıştır. lazer teknolojisinin wells’in gözünden iç açıcı olmayan bir tezahürünün yer aldığı kitap yeni bir kurgu türü yaratmakla kalmamış, tam olarak yeni bir savaş türünün haberini önceden vermiştir. bir saldırı ya da katliam tehlikesi altında tüm kentsel nüfusa ne olacağı anlatılmış ve küresel savaşta siviller hedef olduğunda kayda değer bir derecede benzeri yaşanmıştır. çünkü, wells bilimin kötüye kullanımının kıyamete yakın sonuçlar doğurabileceğinden korkmuş, kimyasal savaşı, tankları ve lazer silahlarını önceden sezmiştir.
wells, dünyalar savaşını yazdığında mitralyöz ordu donanımlarının en gelişmiş hali olsa da o dönebilen lenslerden gelen ısı ışınlarını ve bu lensler bir ışık huzmesini hedef neyse ona doğrulturken hedefin anında alevler içinde yandığını hayal etmiştir. wells’in zamanında ısı ışınları fikri tam bir kurgu olabilir ama dünyalar savaşı yayınlandıktan 19 yıl sonra albert einstein lazer teknolojisinin teorik temellerini tanımlamış, yıllar içerisinde bilim insanları başarıyla elektromanyetik radyasyonu kuvvetlendirerek belirli bir frekansa getirmeyi ve wells’in hayal gücünü hayata geçirmeyi başarmışlardır. ama ironik olarak, dünyalar savaşında marslıları yenen silahlar değil biyolojimizdi. yani “gelişmiş teknoloji yenilmezlikle aynı şey değil” diye bir mesaj çıkarılabilir. demek ki bizler de beklenmeyen yok olmayla karşı karşıya kalabiliriz.
wells’in hikayelerinin çoğunda yıkım dışarıdan gelen uzaylılardan değil, bizim kendi karanlık doğamızdan kaynaklanmaktadır. o bizlerin nasıl doğaüstü icatlar kapasitesine sahip ancak hayvanlardan biraz daha fazlası olduğumuz üzerine yazmıştır (darwin’in etkisi).
1891’de bilimsel makalesi ‘kapı dünyası’ ile 4 boyutlu zaman ve uzay evrenine değinmiş, einstein’in izafiyet teorisinin yayınlanmasından 10 sene öncesinde bir varlığı evrende bir yere yerleştirmek için kullanılan üç rakamın yanında kullanılan dördüncü rakam zamanı ifade etmiştir. wells bilimsel fikirlerini aktarmada güçlük çektiğinde bunu yapmanın en iyi yolu olarak kurguya başvurmayı tercih etmiş ve 4. boyut fikri, newton yasalarının hüküm sürdüğü bir ortamda zaman makinesi romanı ile kendini ortaya koymuştur.
wells’in en çok satanlar serisindeki ilk kitabı zaman makinesi, bilim kurgu konusunda tüm zamanların en iyi yapıtlarından biridir. sadece bin tane daha roman ya da filme yol göstermekle kalmayıp bunun yanında umutlarımıza ve hayallerimize ulaşıp bize neden zamanda hapis olduğumuzu sordurmuştur. hikayede, gelecekteki birçok zamana yolculuğunu anlatan kahramanımız, insanların iki ayrı türe ayrıldığını (evrildiği de denebilir) keşfeder. tembel olan ırk kaygısız bir var oluş peşinde koşarken yer altında yaşayan diğer ırksa tüketimi için hayvancılık yapmaktadır. wells’e göre bu hikaye, ingiltere’nin sosyal sınıfları arasında açılan boşluğu temsil etmektedir.
zamanda yolculuk için ilk akla gelen çözüm ışık hızında yolculuk gibi görünse de uzay ve zamandaki kısa yollar olan solucan delikleri ile de mümkün olduğunu 2014'te interstellar’ın gündemimize oturtulması suretiyle öğrenmiş, hatta daha öncesinde through the wormhole diye güzide bir belgesele konu olduğundan ucunda kıyısından bilgilenmeye başlamıştık. ama back to the future ile eğlenerek öğrendiğimiz predestination ya da butterfly effect ile fark ettiğimiz paradoks ya da kelebek etkisi kavramları bir nev-i pandora’nın kutusu açılımıdır (bu kısım tamamen şahsi görüş içermektedir).
özel hayatında fazlasıyla skandallarla dolu bir figür olan wells’in ön uğraşı toplum değerleri ve kişisel ahlak konusundaki gerilim olmuş, 1897 tarihli romanı görünmez adam’da toplumun sabit kurallarından kurtulduğunda insanın nasıl davranacağını sorgulamıştır. bu romanla görünmezliğin nasıl işleyeceğini, bütünüyle imkansız bir şeyin insani duygularla nasıl doldurulabileceğini gözlerimizin önüne sermiştir. görünmez adam, görünmez olabilmenin ne kadar muhteşem olduğu ile ilgili değil, birçok kötü yanını aktarmakla ilgili olduğu için karanlık bir hikayedir. gerçi günümüzde, wells’in tüm “uyarı”larını göz ardı eden bilim insanları ki bilim insanı olmanın doğası budur, gerçek görünmezliği sağlayacak yeni bir sentetik materyal üzerinde çalışmaktadırlar (çalışılan malzeme görünmez adamın karakterinden çok harry potter’ın görünmezlik pelerinini anımsatmakta).
ahlak dışı bilim yüzünden bozulan doğanın karanlık göstergesi kabul edilen the island of dr. moreau kitabının fikri, wells öğrenci iken, charles darwin doğal seçilim teorisini tanıttıktan hemen sonra doğmuş ve 1896 yılında basılmıştır. moreau, ingiltere’den kaçan, bir adada hayvanları daha çok insana benzetebilmek için üzerilerinde deneyler yapan gözden düşmüş olsa da yaptığının gelişmiş bilim olduğu konusunda kararlı bir fizyologtur. aslında hikaye, canavarlar konusunda çok eskilerden gelen efsanelerin bilimsel bir yaklaşımı kabul edilebilir. wells, yeni bilimsel gelişmelerin kullanılmasında insanları seçme şanslarının olduğunun farkına varmaları için cesaretlendirmek yerine, kötü seçimleri dramatize etmeyi seçmiştir.
the island of dr. moreau’da bilim, huzursuz edici bir uzmanlıkla kullanılmış olsa da 1. dünya savaşı'nın arifesinde wells’in bilimsel gelişmelerdeki iç karartıcı görüşleri insanlık tarihinin en korkunç ön görülerinin manifestosunu yapmak için amacı dışında kullanılmıştır. wells kıyametsel farkındalığı kavrayan, insanoğlunun kendi sonunu kendi buluşları ile getirebileceğini gören ilk kişidir.
1895-1898 yılları arasında marslılardan zaman yolculuğuna ve görünmezliğe kadar şu an klasik olan ve gerçek ve gerçek dışı olasılıkları araştıran 4 roman yayınlamış olan wells, endüstriyel imparatorlukların kurulduğu bir dönemde, ülkeler arası anlaşmazlık gerçeğine takılı kalmıştır. 1903 yılında yayınladığı kısa hikayesi the land ironclads ile tankın icat edilmesi fikrinde başı çekmiş, the war in the air’de ise 1. dünya savaşı'ndaki it dalaşlarının gelişini 6 sene öncesinden öngörebilmiştir. 1908’de yazdığı romanıyla hava savaşlarının yaygınlığını önceden sezmiştir. ama daha büyük bir öngörüyü, 1914 yılındaki the world set free romanı ile yaptığı söylenebilir. radyumun parçalanmasının ve sonucunda güç ortaya çıktığının yeni fark edilmiş olmasına rağmen, wells 1933’de bir fizikçinin atom bombası fikri ile ortaya çıkacağını bunun bir silah olarak kullanılabileceğini söylemiştir. atom bombaları ile tüm şehrin yol olduğu küresel bir savaşı anlatan kitap, bir kitabın tarihin gidişatını nasıl değiştirebildiğine en güzel örnektir. aslında wells’in bu kehanetlerinin ve öngörülerinin arkasında gazete ve dergilerdeki bilimsel gelişmeleri takip etmesi yatmaktadır.
öngörülerinin çoğunun 1. dünya savaşı’nda vahşice ortaya çıktığının fark etmesinin ardından wells barışçıllığın lider sesi haline gelmiş, 1920 yılında rusya’ya giderek uluslararası barışı desteklemeye çalışsa da çabaları fayda sağlamamıştır.
1936 yılında william cameron menzies tarafından yönetilen things to come senaryosunu yazmış, filmde, 1940 yılında olacak yeni bir dünya savaşını, londra’nın bombalanmasını ve medeniyetin sonunu anlatmıştır.
13 ağustos 1946’da ölen wells kendisini daha çok sosyal bir eleştirmen, kurgu yazarlığından çok bir tarihçi olarak göz önüne almak istemiştir. kültür değişimlerinin yoğun olduğu bir zamanda yaşamış, bilimin yüceliği karşısında insanın zayıflığını görerek, insanoğlunu yeni teknolojilere her zaman güvenemeyeceği konusunda uyarmak istemiştir...