TARİH 11 Temmuz 2024
8,8b OKUNMA     174 PAYLAŞIM

Coğrafya Gerçekten de Kader midir?

Artık suçu coğrafyaya, yani kadere atıp sorumluluktan kaçmak yerine çözümü kendimizde aramalıyız sanki? İşte buna dair bir içerik hazırladık. Buyrun.

coğrafya kader olsaydı,

-> aynı coğrafyadaki küba ve puerto rico'nun kişi başına düşen millî gelirleri arasındaki makas bu kadar açılmaz,

-> uydu görüntülerinde komünist kuzey kore kapkaranlıkken, kapitalist güney kore aydınlık görünmez,

-> berlin duvarı yıkıldığında sosyalist doğu almanya'dan liberal ekonomik sisteme sahip batı almanya'ya doğru kitlesel akış olmazdı.

coğrafya kader falan değildir. kaderiniz her şeyden önce kendinizsiniz.

devletçi, otoriter, ekonomiyi batırmış bir rejimin sürmesine hizmet edecek şekilde oy kullanmaya ısrarla devam eden bir millet, günün sonunda kendi hayatını çürütecek kaderi kendisi belirliyordur.

ne yazık ki bizim milletteki bu kaderciliği, kolaycılığı nietzsche bile zamanında görmüş, adına "türkenfatalismus" demiş. (bkz: türkenfatalismus/@highpriestess)

bu milletin, eğer refah içinde yaşamak istiyorsa, coğrafyaya ve dış bahanelere suç atma kolaycılığı yerine bireysel sorumluluk alması, aynaya bakıp "ben kime oy veriyorum?" demesi, göç etmek istediği o gelişmiş ülkeler hangi ekonomik sistemler ile gelişmiş, yüzleşmesi şart.

her gün şeriat çığırtkanlığı yapıp veya komünizm/sosyalizm güzelleyip sonra liberal batı ülkelerine göç etmek için sıraya girme hipokrasisi ile gelişim olmaz.

önce neyi savunduğunuz konusunda ve savunduğunuz şeyin dünyada gerçekten refah yaratıp yaratmadığı konusunda kendinize karşı dürüst olacaksınız.

yoksa bu akp-chp dikotomisi bu milleti 100 yıl daha fakirleştirecek. fakirleştiriyor da zaten.

Ulusların Düşüşü kitabında "coğrafya kaderdir"

daron acemoğlu ve james robinson'un ulusların düşüşü kitabı öncelikle var olan hipotezleri ele almış. sorulara verilen cevapları incelemiş ve bu cevapların hangilerinin haklı olabileceğine hangilerinin yeterli olmadığına değinmiştir. bunlardan coğrafya hipotezini ele alalım...

aslında sosyal medyada da karşımıza sıkça çıkan bir hipotez: coğrafya kaderdir. ancak kitap bu tezin yanlış olduğu kanaatinde. bu hipotezi ortaya atanlardan birisi de montesquieu. hipotezi savunanlar "afrika, orta amerika, güney asya'da bulunan ülkeler yengeç ve oğlak dönencesi arasındadır. bu ülkeler fakirdir çünkü bu coğrafyada yaşayanlar tropikal iklimin etkisinde kaldıkları için tembel, çalışmayı sevmedikleri için yenilikçi değil ve bu sebeplerle de fakir kalmışlardır. kuzey iklimdeki ülkeler de bu sebeple (ingiltere, iskandinavya) daha refah toplum olabilmişlerdir" diye görüşlerini ispatlamaya kalkmaktadırlar.

ancak sizi şu haritaya bakmaya davet ediyorum:


bu harita, abd ile meksika'nın sınırında yer alan nogales şehrini göstermektedir. sınırın hemen güneyinde yer alanlar günde birkaç dolara çalışmak zorunda kalırken; hemen kuzeyinde yer alanlar ise daha refah bir hayat sürmektedir. aynı iklim, aynı coğrafya. arada sadece tek bir çizgi var: amerika birleşik devletleri ve meksika.

orta doğu ile abd'yi kıyaslarken 'coğrafya kaderdir' diyebiliyorken; arada sadece tek bir çizgi olan bu şehirdeki fark nedir? basit bir sınır çizgisi neden ortaya çok büyük farklar koymaktadır? doğu ile batı berlin arasındaki farkların kaynağı neydi? aynı ırk, aynı kültür, aynı dil, aynı tarih. şehrin ortasına çekilen kalın bir duvar nasıl fark yaratabilmişti? yahut günümüzde kuzey ile güney kore arasındaki fark. yine aynı coğrafya, aynı kültür, aynı tarih, aynı ırk. arada uçurumdan da öte bir farkın oluşmasını ne sağlamıştı? bir zamanların üstün medeniyetleri olan peru, meksika, şili neden günümüzde fakir? ya da tam tersi bir şekilde eskiden ilkel birer kabile olan yeni zelanda ve avustralya toplulukları neden günümüzde müreffeh bir toplum haline gelebilmişlerdir? bu ülkeler hâlâ aynı coğrafyada yaşamaktadırlar ve aynı iklime sahiptirler. o halde 'coğrafya kaderdir' hipotezi geçerli değildir.

Ulusların Düşüşü'nde kültür hipotezi

bu hipotez "gelişmeler batı'da yaşanmıştır. çünkü batı, protestan reformunun getirdiği bir ahlaka sahipti. abd, yeni zelanda ve avustralya bu ahlakın bir sonucu olarak geliştiler. bu yenilikçi ahlak sayesinde müreffeh bir topluma ulaşıldı" görüşünü savunur. ilk okuduğumda bana da mantıklı geldi. islam ülkelerindeki halkın geri kalmışlığı da bir nebze olsun böyle açıklanabilir gibiydi ancak kitap bunlara da birer düzmece diyor. etkili olmuştur ancak asla tek ve asıl sebebi bu olamaz diyor. eğer bu hipotez geçerli olsaydı batı ahlakı ve diniyle tamamen alakasız olan japonya, güney kore bugün neden batı seviyesinde bir gelişmişliğe sahipler?

Cehalet hipotezi

bu hipotez "yöneticiler, ülkelerini nasıl zengin yapacaklarını bilmeyen cahillerdir" görüşünü savunur. yanlıştır, çünkü en fakir ülkeleri ele aldığımızda dahi o ülkelerin yöneticilerinin zenginlikleri muazzam seviyelere çıkabilmektedir. bir yönetici, günümüzde piyasaya müdahale etmemesi gerektiğini bilir. kendisi bilmese dahi yanında çalışan, çalıştırabileceği uzmanlar bu bilgiye sahiptir. ancak yöneticiler, kendi çıkarları ve zenginlikleri için "olması gerekeni değil, kendi istedikleri kuralları" uygulamaktadırlar.

kitap, artık kendi hipotezini ortaya koymaya başlar ve hipotezini kanıtlamak için örnekler verir. dünya genelinde yaşanan bu farklılıkları anlatabilmek için önce küçük bir bölgeden işe koyuluyor: nogales. daha sonra ise ölçeği genişletip ülkeler arası bir kıyasa girmektedir.

yazarlara göre ülkeler arasında uçurumların oluşmasının ilk başlangıç noktası coğrafi keşifler. ardından bu keşiflerin etkilediği sanayi devrimi geliyor. ve hepsinin ortak bir sonucu olarak, ülkeler arasındaki en temel farkın kurumlar olduğunu söylüyor. kurumlardan kasıt; bankacılık, vergi toplama sistemi, meclisler gibi politik kurumlarla yeniliği ve zenginliği sağlayacak ticari kurumlar.

peki bu kurumları ingiltere ve abd inşa edebilirken diğer ülkeler neden başaramadı?

tarihin bir noktasında herkes eşitti. fark çok belirgin değildi. ne oldu da fark giderek açıldı ve kapanmadı?

bunun için kitap, farklılığın ortaya çıktığı ilk nokta olan coğrafi keşiflerden başlayan bir tarihi süreci önümüze koymaktadır. coğrafi keşifler daha başlamadan ingiltere ve fransa arasında bitmek bilmeyen yüzyıl savaşları, ingilizlerin kendi aralarındaki gül savaşları gibi meşgaleler sebebiyle 1500'lü yıllarda avrupa'da güçlü devlet konumundaki ülke ispanya'ydı. ki bu yüzyıl ispanyollar için 'altın yüzyıl' olarak tarihteki yerini almaktadır.

(yine nitekim ispanyolların osmanlı'yı ağır bir yenilgiye uğrattığı savaş da bu dönemde gerçekleşmiştir: inebahtı deniz muharebesi. bu savaşa dek barbaros önderliğinde akdeniz'de mutlak bir hakimiyeti bulunan osmanlı, denizlerdeki gücünü böylelikle kaybetmeye başlamıştır. bu dönemle ilgili ispanyolların yanında yer alan cenevizli denizciandrea doria ile osmanlı denizcisi barboros'un akdeniz'deki rekabetini konu alan iskender pala kitabı ''efsane''yi okuyabilirsiniz.)

neyse efendim bu ispanyollar hakimiyetlerini deniz aşırı ülkelerde de sürdürmek, yeni yerler keşfetmek ve keşfedilen yerlerden ülkelerine zenginlikler getirmek için 'yeni dünya'nın keşfine' çıktılar. ilk durak güney amerika'ydı. ilk girişim arjantin'in başkenti buenos aires'in hemen 60 kilometre güney doğusundaki la plata bölgesiydi. ki buraya bu ismi veren de ispanyollardı. gümüş çıkarmak için geldikleri bu bölgeye 'gümüş nehri' anlamına gelen rio de la plata ismi konulmuştu. ancak ne var ki yerli halk ispanyolları pek hoş karşılamadılar ve ispanyollar bu sefer "iyi havalar" anlamına gelen buenos aires'te şanslarını denediler. fakat aynı sorun devam etti. yerli halk ispanyollara karşı direniyor, onlara kendi yiyecek ve erzaklarını vermiyor, yakalansalar dahi bir köle gibi çalışmayı reddediyorlardı. dahası bu bölgede altın ve gümüş de yoktu. var olan değerli madenler ise and dağları'nın oradan (günümüz şili, peru, bolivya ülkelerinin bulunduğu bölge) gelmekteydi. yiyecekleri de azalan ispanyollar için tek seçenek, sömürülecek başka şehirler keşfetmekti: and dağları.

ispanyollar bugün paraguay'ın başkenti olan asunsion'a geldiklerinde yerli halkın direnişini kırmayı başardılar. ayrıca yerli halkın prensesleri ile evlenerek hem üstünlüklerini kabul ettirdiler hem de kendilerini aristokrat bir sınıf haline getirdiler. yerli halk kendi sistemlerini (vergi ve işgücü) devam ettireceklerdi ki ispanyollar da zaten bunu istiyordu. kendileri hiçbir şey yapmadan, başkalarını çalıştırarak zenginliklere konacaklardı. buenos aires defteri kapanmış ve ispanyollar buraya yerleşmeye başlamışlardı. bu haberle birlikte diğer ispanyol denizcilerinin de iştahı kabarmış ve güney amerika'nın orta, batı ve güney kesimlerine daha büyük seferler düzenleyerek daha ünlü keşiflerin yapılması sağlanmıştı. güney'den kuzey'e de geçilmiş ve meksika dahi işgal edilmişti. portekizliler ise ispanyollardan ilham alarak brezilya'yı sahiplenmişlerdi. bu sebepledir ki güney amerika'nın neredeyse tamamı ispanyolca, portekiz sömürgesi brezilya portekizce, ingiliz sömürgesi guyana ingilizce, hollanda sömürgesi surinam felemenkçe, fransa sömürgesi fransız guyanası ise fransızca konuşmaktadır.

ispanyolların izledikleri rota için bu görsel faydalı olacaktır:


ispanyollar bu sömürgeleriyle birlikte yerli halkı nasıl kolay zapt edeceklerini de öğrendiler. yerli halkın tamamıyla mücadele etmektense yerli halkın liderini kontrol etmek daha kolaydı. böylelikle ele geçirilen lider sayesinde yerli halka istediklerini yaptırabiliyor ve canları ne isterse onu uygulatıyorlardı: vergi, haraç, yiyecek, zorunlu çalışma, zenginlik…

ispanyollar bu stratejisini meksika işgalinde aztekler üzerinde de kullandılar. aztek lideri montezuma, danışmanlarının sözüne riayet ederek ispanyolları barışçıl bir şekilde karşıladı. ancak ispanyollar, kendilerine misafirperverlik gösteren aztek liderini kıskıvrak yakaladılar ve kente korku saldılar. yerli halk endişe içerisinde liderlerine ne olacağını beklerken ispanyollar isteklerini yerli halka sıralamaya başlamışlardı bile: ekmek, hindi, odun, yumurta, su. bir bakıma bütün bu istekler ispanyollar tarafından montezuma adına emrediliyordu. ve halk da liderlerinin isteklerini derhal yerine getireceklerdi. 3 yılda meksika'nın askeri fethi tamamlanmıştı.

ispanyollar artık bölgenin hâkimi olarak içlerinden bir genel vali tayin etti. genel vali ise ülkeyi yerli iş gücü nüfusuna göre parçalara bölerek (encomienda) her bir bölgeye bir ispanyol valisi (encomendero) atadı. böylelikle yerli halk valileri için çalışacak ve bunun karşılığında ödül olarak hristiyanlık dinine kabul edileceklerdi. ispanyol komutanlar arasında bölüştürülen bölgelerde (encommende) uygulanan strateji de aynıydı. komutan (vali) o yörenin liderini ele geçirir ve 6-7 ay boyunca lideri tutsak ederek onun adıyla bölge halkına hükmederdi. valiler, bölge liderine türlü türlü işkenceler eder ve yerli halktan daha fazla altın ve gümüş getirmelerini isterdi. işkenceden korkan liderler de bu isteklere karşı boyun eğerlerdi. ve en nihayetinde bölge halkı tamamıyla valilerin emri altına girerdi. tutsak edilen lidere ihtiyaç yoktu artık.

bu sistem öylesine benimsendi ki ispanyol imparatorluğu'nun sefere çıktığı her yerde uygulanmaya başlandı. peru da bunlardan birisiydi. and dağları'nın tepesinde bulunan gümüş madenleri için ispanyol imparatorluğu yeni bir genel vali atadı. bu vali ilk 5 yılını bölgeyi gezerek geçirdi ve yerli iş gücü nüfusunun tespitini yaptırdı. and dağları'ndaki madenlerin taşınması gerekiyordu ve yerli iş gücü nüfusunu yeni inşa ettirdiği küçük şehirlerde (reduccione) topladı. amaç, iş gücüne daha kolay ulaşmak ve onları daha kolay yönetebilmekti. daha sonra bu kişiler, oluşturulan işgücü kurumuna (mita) kaydettirildi. yerli halk zorunlu iş gücünü oluşturuyor, bunun karşılığında ispanyollar yerli halk adına kıtlıkla mücadele ediyor ve onların güvenliğini sağlıyordu. peru valisi, oluşturduğu bu kurumlar sistemini bolivya'nın geniş bir kitlesine kadar yaydı ve 518 bin km karelik bir alan oluşturdu. ki bu alan günümüz ispanya'sından daha büyüktür.

sömürülen yerlerde müthiş bir zulüm vardı. yerli halka sadece iş gücünü devam ettirebilecek düzeyde yiyecek/ücret veriliyor, yerlilerin toprakları zapt ediliyor ve zorunlu vergilere tabi tutuluyordu. ispanya krallığı zenginliğine zenginlik katıyordu. işte bu dönemde bir kırılma noktası yaşandı. sömürgecilikten uzakta kalan ve kendisini yeni yeni toparlamaya başlayan ingilizlere karşı kuvvetli ispanya savaş açtı: ispanyol armadası. ne var ki beklenmedik bir şey yaşandı ve ingilizler bu çatışmadan tek bir gemi bile kaybetmeden galip ayrılan taraf oldu. ispanyolların bu başarısızlığı korsanları cesaretlendirmiş ve ispanyol gemilerine saldırılar başlamıştır. ingilizler ise buradan cesaretle geç kaldığı sömürgeciliğe daha fazla vakit kaybetmeden başlamışlardır.

ingilizlerin sömürücülük yarışında geç kalışı başka bir sonucu da doğurmuştu. yeni dünya'da sömürülecek tek bir bölge kalmıştı: kuzey amerika. meksika ve güney amerika daha arzu edilen bölgeler arasındaydı. çünkü buralardaki yerlilerin yerleşik hayata geçişi daha eskilere dayanmakta ve nüfus da kuzey'e nazaran daha fazla yoğunluktaydı. ancak yapacak bir şey yoktu, ingilizler mecburen ellerindeki tek uygun olan günümüz birleşik devletleri'nin olduğu kuzey amerika'yı sömüreceklerdi. ingilizlerin ilk denemeleri büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı. halbuki her şeyi kitabına göre yapmışlardı. ispanyol stratejisini harfiyen uygulamayı düşündüler ancak londra'daki hesap washington'a uymadı.

ingilizler ilk olarak krallarının ismini verdikleri günümüz jamestown şehrine yerleştiler:


ancak buradaki kızılderililer, diğer amerika kıtasındaki kabileler gibi değillerdi. inka ve aztekler gibi tüm yerel halkın bağlı olduğu tek bir liderleri yoktu. jamestown'a uzaklığı 60 km olan kızılderililerin başkenti werowocomoco 30 kabileden oluşan bir konfederasyon şeklinde örgütlenmişti. ve bu 30 kabilenin koalisyonluğunda bir kralları mevcuttu. ingilizler kızılderilileri etüt ederken aynı zamanda kızılderililer de bu yeni davetsiz misafirleri çözmeye çalışmaktaydılar.

ingilizler, kızılderili krala hediyeler göndermiş ve kendisini jamestown'a davet edip ispanyolların yaptığı gibi kral'ı ele geçirmek istemişlerdi. fakat akıllı çıkan kral bu isteği ''siz kralsanız ben de kralım. o halde siz benim huzuruma gelin, ben sizin huzurunuza gelmem'' diyerek bu numarayı yutmamıştır. ayrıca konfederasyon şeklinde örgütlenen kızılderililerin kralını esir almak çözüm değildi. koalisyondaki diğer 30 üyeden pekâlâ bir diğeri yeni kral olabilirdi. üstelik yapılan görüşmeler neticesinde başka bir gerçek daha ortaya çıkmıştı: kızılderililerin altın ve gümüş gibi değerli pek bir şeyleri yoktu. sadece tüylü tüylü eşyaları ve beslenmelerini sağlayacak temel gıdalara sahiptiler. dahası kuzey amerika'da yerleşim güney'de ve meksika'daki gibi sık değildi. çok geniş alanlara yayılmış seyrek bir nüfus vardı ve kendileri için çalışacak bir iş gücünü toplamaları kısa sürede mümkün gözükmüyordu. ingilizler için kolonicilik girişimi tam bir fiyaskoya dönüşecekti.

ingilizler ellerindeki yiyecekleri bitirdiklerinde kızılderililerle ticaret yapmaya başlamışlardı. kızılderili kral ise ingilizlerin niyetini çoktan anlamış ve ingilizlerden kurtulmak için gıda satışını yasaklamıştı. ingilizler ya ülkelerine geri dönecekti ya da kolonicilik kurmaya geldikleri bu yerde kendileri koloni olacaktı. üstelik kıtaya çıkan hiçbir ingiliz kalifiye eleman değildi. hepsi altın ve gümüşle ilgilenen madencilerdi. işte tam bu noktada ingilizler ülkelerine geri döndüler ancak pes ettikleri için değil. koloni lideri, ingiltere'ye gemiyle birlikte bir de mektup yolluyordu. mektupta 1000 tane kuyumcu yerine 30 tane marangoz, çiftçi, bahçıvan, demirci göndermelerini talep ediyordu. geminin ingiltere'ye gidip gerekli malzeme ve kişilerle geri dönmesi tahmin edeceğiniz üzere epey bir zaman aldı. bu süre boyunca jamestown'da kalan ingilizler açlıkla boğuşuyor, içlerinden kimileri kızılderililere kaçıyordu. tam bir komedi, şaka gibiydi durumları. ne için gelmişlerdi ne olmuşlardı.
ekibin lideri derhal askeri yasa çıkardı ve bunun önüne geçmek için ölüm cezaları getirdi. hayatta kalmak için çalışmak zor koşuluyordu. kızılderililer kolonileştirilemeyince eldeki ingilizler kolonileştirilmeye başlandı. kişiler kışlalara yerleştirildi, iş grupları oluşturuldu ve her gruba bir yönetici tayin edildi. eldeki erzak çalışma karşılığında paylaştırılacaktı. ancak bu da bir işe yaramadı. hiçbir ingiliz böylesi bir zorunluluğu kabul etmezdi. dolayısıyla zorla bir iş yaptıramayacağını anlayan yetkililer, ceza uygulaması yerine teşvik uygulamasına geçtiler. günümüz virginia eyaletini oluşturan bölgedeki arazilerden her bir erkek yerleşimciye 200 dönümlük toprak tahsis edildi. ayrıca bu kişiler, kıtaya getirecekleri her bir aile ferdi veya hizmetli için ekstra 200 dönüm araziye sahip olacaktı (headright sistemi). üstelik toprak tahsis edilen bu erkeklere evler yapılmakla kalmayıp her erkeğe yasaları ve kolonileri yöneten kurumlar için söz hakkı tanındı.

ve bingo: welcome to democracy!

ne yani söz hakkı, demokrasi, 13 koloni olması hasebiyle mi abd, meksika'dan daha üst?

tabii ki hayır. bu, işin sadece başlangıcıydı. teşvik için söz hakkı verilen erkekler gittikçe daha çok teşvik istediler ve kendilerine dayatılan hiyerarşik yapıyı reddettiler. zaten kimisi ingiltere'de bu yapıya maruz kalmamak için buralara gelmişti. gittikçe daha fazla ekonomik ve siyasal hak talep ettiler ve sonunda günümüz birleşik devletleri'ni oluşturan, kurucu babalar olarak adlandırılan 13 koloni kıta genelinde kraliyet kolonisini oluşturmuşlardı.

mevcut 13 koloni benzer idari yapılara sahipti. hepsinin genel bir valisi ve arazi sahibi erkeklerden oluşan bir meclisi vardı. bakıldığında sadece arazi sahibi erkeklere tanınan haklar dolayısıyla o günün demokrasisini günümüz demokrasisiyle bağdaştıramayız. ancak o dönemin şartları baz alındığında arazi sahibi erkekler, diğer çağdaş toplumların çok ötesinde haklara sahiptiler. 1774 yılında koloni valileri ve meclisleri ilk kez bir kıta kongresi düzenleyerek kendi üyeliklerini ve kendi vergi uygulamalarını belirleyebilecekleri hakka kavuştular. 13 yıl sonra 1787'de ise birleşik devletler, philadelphia'da oluşturdukları ilk anayasayla resmen kurulmuş oluyordu.

abd kurulduktan sonra elbette ki her şey güllük gülistanlık değildi. özellikle kölelik meselesi tam bir tartışma konusuydu. temsilciler meclisi'nde üye devletler nüfuslarının büyüklüğü oranında temsil edileceğinden dolayı bazı eyaletler buna karşı çıktı ve kölelerin de nüfustan sayılmasını istediler. kuzey ve güney arasında büyük tartışmalar yaşandı ve 5 köle 3 beyaza denk sayıldı. ancak yine de kuzey ve güney eyaletleri arasında hem nüfus hem de toprak olarak fark vardı. dolayısıyla yüksek nüfuslu ve daha geniş alana sahip eyaletler daha fazla ayrıcalık ve hak istediler. en sonunda bu tartışmalar amerikan iş savaşı'nı doğurdu.

işte kitabın ilk bölümünün sorduğu soruya verilen cevabın kritik noktası burada başlıyor. iç savaşla birlikte abd 5 yıllık bir istikrarsızlık yaşamıştır, ancak meksika bağımsızlığını kazandığı andan itibaren 50 yıl boyunca istikrarsızlık yaşamıştır. bu istikrarsızlık nogales şehrinin iki farklı bölgesinde ortaya çıkan eşitsizliğin de sebebini oluşturmaktadır.

peki cevap sadece basit bir istikrarsızlık mıdır? meksika neden abd gibi istikrarı bir türlü yakalayamamıştır?

bunun cevabı ise yine demokraside, güçler ayrılığı ilkesinde ve iktidar ile muhalefet arasındaki denge/fren sisteminde yatmaktadır. demokrasideki eşitliğin ne derecede etkili ve tesirli olduğunu anlayabilmek için ülkelerin patent sahiplerine bakılması gerekmektedir. abd'de patent sahipleri halkın zengin ve elit kişileri değildir. toplumun her alanından ve her türlü sosyal çevreden kişiler patent sahibi olabilmektedirler. örneğin thomas edison fakir bir aileden gelmekteydi ve buluşlarıyla dünyanın en büyük şirketlerinden birisi olan general electric'in sahibi oldu. bugün abd'de patent sahibi olanların %40'ı tıpkı edison gibi fakir ya da sadece temel eğitim görmüş insanlardır.

zaten bu gibi özellikleriyle abd'ye fırsatlar ülkesi denmekte. sanıyorum cüneyt özdemir bir videosunda şuna yakın bir cümle kurmuştu: "abd'de 'ben uçabiliyorum' derseniz insanlar durup gerçekten uçup uçabilmediğine bakarlar. türkiye'de ise 's*ktir deli' derler."

işte ilk adım burada başlıyor: yenilikçi olabilmek, yeni fikirlere fırsat sunabilmek. elbette sadece patent sahibi olmak bir ülkeye tam katkıyı sağlamaz. nitekim patent sahibi olabilmek farklı, sahip olduğun patentten para kazanabilmek farklı şeydir. patentlerden para kazabilmenin en iyi ve en verimli yolu kendi şirketine sahip olabilmektir. bir şirket kurabilmeniz için ya patentinizi satmalısınız ya da bankalardan kredi çekebilmelisiniz. abd'deki bankacılık sistemi işte buna da imkân sağlamaktadır. abd, bankacılık sisteminde çok ileriye giderek sayıları hızlıca artan bir kurumsallaşma dönemine girmişti. çok sayıda bankanın olması rekabeti sağlamış, rekabet ise topluma düşük faiz oranı olarak yansımıştır.

bu tip kurumlar günümüzde kuzey kore gibi ülkelerde de mevcuttur. ancak işleyişi güney kore'deki gibi değildir. kuzey'de kurumlar, toplumun belirli bir kesiminin çıkarlarını korumak için vardır. eğer ki bir ülke, toplumun tamamına yayılan kapsayıcı kurumlar inşa edemezse işler yolunda gitmez. kuzey'de hiçbir yatırımcı bırakın yenilik için çalışmalar yapmayı kendi mesleğini icra etmek için dahi yeterli motivasyonu bulamaz. ancak güney'de ise tam tersidir. banka sistemlerine, ticaret hukukuna, devletin anayasasına ve hükümete duyulan güven; devletin yarattığı gelişimi destekleyici ortam, kişileri yeni şeyler keşfetmeye iter. belki de bu yüzden türkiye'de binlerce üstün zekâ kişiler işsiz kalırım korkusuyla hukuk, tıp okumak istiyor.

bir diğer önemli mesele ise denge/fren mekanizması (check and balance) sayesinde abd'nin dünyayı yönetecek güçteki başkanlarının kendi ülkesinde yasama ve yargı karşısında birer çocuğa dönüşebilmeleridir.

bunun en güzel örneklerinden bir tanesi abd'de yaşanmıştır. 1932'de franlin d. roosevelt başkan seçildiğinde büyük buhran ile karşı karşıyaydı. işe hemen koyulup bir dizi politikalar geliştirdi ve arkasında müthiş bir halk desteği de vardı. üretimler yarıya kadar düşmüş, yatırımlar azalmış, işsizlik gittikçe büyüyordu. roosevelt'in bütün bunlara çözümü new deal politikalarıydı. bu politikalar içerisinde birçok yeni düzenlemeler vardı ancak maddelerin bazıları anayasal güçlük doğurmaktaydı. %57 oy ile hem kongrede hem de senatoda düzenlemeleri geçiren roosevelt'in karşısına yüksek mahkeme (bizdeki anayasa mahkemesi) çıktı. mahkeme, her ne kadar toplum için faydalı politikalar olsa da hukuki gerekçelerle başkan'a engel çıkarmaktaydı. roosevelt, bu kez %61 oy alarak ikinci kez başkan seçildiğinde mahkemenin bu tavrını yıkabileceğini düşündü. yeni bir yasa çıkararak yüksek mahkeme'deki 70 yaş üstü kişilerin, iş yükü nedeniyle emekliye sevk edilmesi gerektiğini öngören yasa halk yoklamasında pek destek görmedi. kendi partisinden olan parlamento sıcak yanaşmadı ama yine de senato'ya sundu. senato da bu yasanın tehlikeli olduğunu düşünerek başkan'a iade etti.

işte abd ile meksika arasındaki farkın oluşmasının altında yatan temel maddelerden birisi de budur. güçler ayrılığı ilkesi gereği iktidar, ülkeyi babasının malı gibi at koşturacağı bir alana çeviremiyor. eğer ki roosevelt'in bu yasası onaylansaydı başkan'ın karşısında duracak bir yargı gücü de ortadan kalkmış olacaktı.

birçok latin amerika ülkesi'nde yaşanan durum da budur. başkanlar, iktidara geçtikten sonra karşılarında yargı gücünü buldular. kimisi yargıyı satın alma yoluna gitti kimisi ise roosevelt'in yaptığı gibi yüksek mahkemelerin yapısını değiştirdiler. misal 7 üyesi olan mahkemenin üye sayısını 11'e, 13'e çıkaran latin başkanlar böylelikle yargıya da kendi adamlarını koymuş oldular.

elbette merkezi bir otorite/güç şarttır. fakat bu güç, tek bir zümrenin, elitin ya da partililerin elinde olmaması gerekir. halkın geneline paylaştırılmış bir şekilde vücut bulmalıdır. böylelikle baştaki kişilerin meşruluğu da sorgulanamaz olur. ancak tek başına çoğulculuk, güç paylaşımı işe yaramamaktadır. bütün bu çoğulculuğun ortak paydada bir araya gelmesi gerekmektedir. misal somali, abd ve güney kore'den daha çoğulcudur. siyasi güç toplumun her kesimine dağıtılmıştır ancak merkezi bir gücün altında toplanamamıştır. halk, kendi klanlarını oluşturmuş, ülkede siyasi bir birlik sağlanmamıştır. bu da ülkeyi iç çatışmaya sürüklemiştir. bu sebeple merkezi otoriteden yoksunluk, kapsayıcı kurumların inşasını da imkânsız kılmıştır. yoksa ülkedeki her bir bireye söz ve katılım hakkının verilmesi işleyişi sekteye uğratır ve uğraşılacak milyonlarca gereksiz, farklı şey ortaya çıkar.

aynı şekilde merkeziyetçi bir otorite kurup gücü toplumun geniş kesimine yaymamak da sorun teşkil edecektir. çünkü bu sefer de yukarıdaki elit azınlık, toplumun geri kalanını hiçe sayarak kendi çıkarları için kanunlar ve ekonomik kurumlar oluşturacaktır.1965-1997 kongo krallığı buna örnektir. kral mobutu, iktidarda olduğu sürece halkı gün geçtikçe yoksullaşıyordu fakat kendisi ve yanındaki kodamanlar müthiş bir zenginliğe kavuşmuştu. peki kral mobutu, bu zenginliği toplumun her kesimine yaysa ve halkını refah seviyesine kavuştursa yine kendisi saraylarda kalamaz mıydı? özel uçaklar satın alamaz mıydı?

kitap bu soruyu hayır olarak cevaplamakta. çünkü teknolojik ilerleme, devrim, gelişmişlik aslında yeni bir şeyler inşa ederken bazı şeyleri de yıkar. ilerlemenin yıkıcı bir gücü vardır. tıpkı osmanlı'da matbaaya karşı çıkan hattatlar gibi birçok iktidara yakın kesim, grup, kitle bazı yeniliklerin gelmesini istemez. çünkü yeniliklerle birlikte bütün bir millet daha özgür bir ortamda girişimci ruhu kazanacaktır. bir ilerleme başka bir ilerlemeyi doğuracak ve böylece eski düzen bozulacak; iktidar ve çevresi ortaya çıkan fazla değerden daha az nemalanacaktır. ülkede tekel olmuş bazı zengin kesimler yeniliğe bu sebeple karşı çıkar. eğer yenilik, kendilerine daha fazla getiri sağlarsa kabul edilir. ellerinde tuttukları ekonomik ve politik gücü başka kimselerle paylaşmak istemezler.

ancak ne oldu da kongo'da, osmanlı'da vd. yaşanmayan bu durum ingiltere'de yaşandı?


ingiltere ve avrupa'da da belirli bir elit zümre vardı. toprağın çoğunluğu bu kişilerdeydi ve halk, bu kişilerin topraklarında karın tokluğuna çalışmaktaydılar. zaman geçtikçe ingiltere'de köylü ve çiftçi ayaklanması meydana geldi. ilk başta tam istediklerini alamasalar da ilerleyen dönemlerde diğer bölgelerdeki kitleleri de cesaretlendirdi ve daha büyüyen eylemlere sebep oldular. zamanla talep ettikleri haklara kavuşmaya başladıklarında daha da örgütlü bir hale geldiler. ancak kral ve ordusu, tıpkı bugün afrika ülkelerinin yaptığı gibi isyanları bastırıyordu. ancak bu durum elitlerin de isyan etmesiyle tamamen değişecekti.

kral, elitlerin isteklerine uyum sağlıyordu ancak peki elitlerin, kral'ın aleyhine karşı istekleri ne olacaktı?

coğrafi keşiflerle birlikte elitler, dünyayı açık bir pazar olarak görmüşler ve çoğu kral'ın tekelinde olan şeylerin serbestleşmesinden yana kral'a karşı tavır almışlardı. aksi takdirde elitler kendi çiftçilerinin durumuna, kral da elitlerin durumuna düşmüştü. nasıl ki köylüler elitlerden istediklerini zamanla alabildilerse, elitler de kral'a karşı istediklerini alabildiler. artık ekonomik olarak güçlü olan elitlerin kral'a ihtiyacı yoktu. kral'ın, gittikçe zenginleşmeye başlayan elite ihtiyacı vardı. bu sebeple elitler kendi istediklerini alırken, kral'dan gelen güç de elitler arasında paylaşılmış oldu. ve bu elitler, ortak hareket etmek namına mecliste toplandılar ve kendi menfaatlerine yarayacak kanunlar yapmaya başladılar. böylelikle günden güne kral'ın gücü azaldı ve parlamento asıl güç konumuna geldi. artık kral, kafasına göre vergi koyamıyor; parlamento'dan rica-minnet vergi koyması için dil döküyordu.

parlamentonun bu çok paydaşlı durumu halka da yansıdı. parlamentoda güçlü konuma geçmek isteyen kimseler, vatandaşın isteklerine daha çok kulak kabarttılar. elbette tek bir elit (parti), gücü tamamen ele geçirip parlamento'nun yeni kralı olabilirdi ancak bu sefer kendilerinin kral'a yaptığını diğer elitler (parti) kendisine yapabilirdi. tıpkı merkezi bir güç olmayan somali'deki gibi. somali'deki klanlardan birisi ülke yönetimini ele geçirip, merkeziyetçi bir güç olamaz mı? olabilir ancak bu sefer diğer bütün klanlar otomatikman muhalefet koltuğuna geçer ve bu klan'a karşı ortak bir güç olurlar. 2-3 klanla mücadele etmek, diğer tüm klanlarla mücadele etmekten daha kazançlıdır.

ingiltere elitlerinin diğer ülke elitlerinden ne farkı vardı? bu elitler de bir zümre, grup değil miydi? kendi çıkarları için çalıştılarsa neden kendi zenginliklerini kurup toplumun geri kalanını domine etmediler?

aslında ingiltere'de de elitlerin başa geçip zulüm ettiği, belli bir grubun zenginleşip halkın gittikçe fakirleştiği bir yönetim anlayışı oluşabilirdi. ki tarihlerine baktığımızda zaten böyle bir yönetim anlayışı içerisindeydiler. ancak kraliyet ailesi, tek bir elitti. kendilerinden başka bir elite imkan tanımıyorlardı.

1583'te william lee adındaki bir girişimci, annesi ve kız kardeşinin çorap örmelerini izlerken bunun çok uzun süren zahmetli bir iş olduğunu düşündü. annesi ve kız kardeşinin yaptığı eylemi yapabilecek bir makine geliştirilemez miydi? bunun üzerine kafa yorup bir cihaz geliştirdi ve patentini satın almak hem de keşfini göstermek için kraliçe ile görüşme talep etti. ancak umduğunu bulamadı. kraliçe ''bu makine benim kullarımın çoğunu işsiz bırakır ve siyasi bir istikrarsızlık doğurabilir'' diyerek lee'nin patentini reddetti. tıpkı osmanlı'da hattatların işsiz kalmaması için matbaaya karşı çıkmaları gibi.

atlantik'teki deniz ticaretinin tekeli de işte bu sebeple kraliyete aitti. bunun gibi birçok olayda magna carta ve köylü ayaklanmalarıyla elde edilen haklara rağmen monarkın bariz bir baskısı, ticari ve sosyal hayatta tekel gücü hakimdi. bu durum, 1600'lerde ingiltere'nin iskoçya'ya savaş açmasıyla tersine dönecekti.

o zamanki kral charles, iskoçya'ya savaş açtığında ordu masrafları için parlamento'ya başvurdu. parlamento ise bu konuyu konuşmayı reddetti ve bu durumu fırsat gören iskoçlar, ingiltere'nin newcastle şehrini ele geçirdiler. kral, parlamento'yu azletse de bu işe yaramadı ve parlamento kendi kendine toplanmaya devam etti. üstelik parlamento içerisinde kral yanlısı üyeler olmasına rağmen. bunun sonucunda ise kraliyet ile parlamento arasında bir iç savaş çıktı. kral; bütün güç ve yetkisini göstermek ve daha da arttırmak isterken parlamento ise kral'ın yetkilerini sınırlandırma arzusundaydı. o zamanlarda da kral'ın yandaşları mevcuttu. kendilerine devlet tekellerinin işletilmesi vaadinde bulunulan bir kesim, kral'ın yanında savaştı. ancak oliver cromwell önderliğindeki parlamento yanlıları kral yanlılarını yenilgiye uğratıp kral charles'ı yargıladılar ve idam ettiler. eğer ki savaşı monark yanlıları kazansaydı belki bugünün ingiltere'sinde halk yoksul ama monarkın yanında savaşıp tekelleri elde edecek elitler çok zengin olacaklardı.

başa geçen oliver cromwell ise daha beter çıktı desek yeridir. bu zaferle kendi diktatörlüğünü kurdu. bununla da kalmayıp kendisinden sonra geleceklere de cesaret verdi. ki diğer kişiler de mutlakiyetçi, baskıcı tutumlarını devam ettirdiler. bu gibi durumlar, parlamento'nun birbirine daha çok kenetlenmesine ve geçmişten ders almasına sebep oldu.

1688'de yine kendinden öncekiler gibi mutlakiyetçi bir kral olan james baskılarını arttırdığında parlamento, hollanda valisi iii. william'ı ve ordusunu ülkeye davet etti. ancak tek bir şartları vardı. william ülkeyi monarşiyle değil, parlamento'nun kuracağı anayasal bir monarşiyle yönetecekti. william bu teklifi kabul etti ve james'in ordusunu bozguna uğrattı. 1688'de başa geçtiğinde parlamento ile oturup müzakereler sonucunda yeni bir anayasa yapmaya koyuldular. 1689'da haklar bildirgesi imzalandı. birçok hak, kural parlamento iznine tabi tutulmuştu. william, kendinden önceki kralların uygulamalarını bıraktı ve böylelikle parlamento, siyaseten en üstün kurum olmaya başladı. artık birleşik krallık mutlakiyetçi bir anlayışla yönetilemezdi.

görkemli devrimin en önemli özelliklerinden birisi de dilekçe hakkı'ydı. ülkedeki herkes parlamento'ya dilekçe yazabilir ve parlamento bu dilekçeleri okumak zorundaydı. dolayısıyla ingiltere demokrasisinin gelişiminde çoğulculuk bu şekilde gelişmeye başladı. ülkede tek bir zümre, elit veya grup yoktu. siyasi güç, mümkün olduğunca tabana yayılmış ve topluma dağıtılmıştı.

daha önce kraliyet elinde bulunan tekellerin yönetimi de parlamento'ya geçmişti. kraliyet tekeline ait olan bir gemi, kendisine rakip olarak gördüğü yetkisiz bir tüccarın gemilerine ve yüküne el koydu. bu tüccar, durumu mahkemeye taşıdı. mahkeme ise görkemli devrimden sonra tekel hakkının parlamento'ya geçtiğini, kraliyetin tüccarın gemisine ve mallarına parlamento izni olmadan el attığını, bu sebeple tüccarın haklı olduğuna karar verdiğinde ingiltere'deki yasamanın da artık özgürleştiğini göstermekteydi. bu karar, o tarihten sonra kurulacak tekellerin artık kraliyet izniyle değil; parlamento'nun kontrolüyle gerçekleşeceğini de kanunlaştırmış oldu.

1583'te çorap makinesi için patent almak isteyen lee artık yoktu ancak onun gibi birçok tüccar, girişimci, mucit için yeni bir dönem başlamıştı. tekeller artık serbestti. bankalar, sadece elit kesime kredi değil; tüccarlara da kredi vermeye başladı. ve en sonunda bir çift çorap üretimi düşüncesinden başlayan girişimcilik, yaratılan siyasi ve ekonomik kurumlarla özellikle tekstil alanındaki makineleşme sonucu ingiltere'de sanayi devrimi başlamış olacaktı. bu devrim ise bugünkü ingiliz demokrasisinde mülkiyet hakkının gelişmesine sebep oldu.

yani monark elitistleri, artık güçlerini daha fazla koruyamayacak duruma gelmişlerdi. bunun altında yatan sebepler ise görkemli devrim'den de önceye gitmekteydi. hatta roma imparatorluğu'nun dahi etkisi vardır. çünkü roma, fetihlerini hep avrupa kıtası içerisinde ve mısır'a doğru olacak şekilde gerçekleştirmişti. ingiltere'nin bulunduğu ada, romalılara hiç cazip gelmiyordu. venedik, floransa, istanbul, mısır, kahire gibi çok cazip yerler vesilesiyle bu adaya yeteri kadar önem verilmemişti. dolayısıyla bu bölgelerde de roma sonrası feodal düzen devam etmiştir. roma döneminden kalan bir anlayışla avrupa'daki derebeyler, belki ingiltere'de olsaydı ve güçlenselerdi belki bugün rus oligarkları dediğimiz kişiler gibi ingiliz oligarkları diyeceğimiz kişiler olacaktı.

dolayısıyla ingiliz parlamentosunda her eşraftan kişiler yer almıştı. güç, belirli bir zümrede asla toplanmadı. zenginleşme araçları, kraliyet eliyle yandaşlarına peşkeş çekilmedi. parlamento tarafından ticari serbestlik tanınarak herkese eşit fırsatlar yaratıldı. dolayısıyla medya, enerji, finans sektörlerinin hemen hemen hepsinde yüksek payı olan tekel zengin elitleri çıkarmadı.

keza fransız devrimi de böyledir. devrimi, belirli bir elit kesim yapmamıştır. kitapta anlatıldığı üzere, birçok ülkede diktatörleri deviren birçok devrim yaşanmıştır ancak bu devrimleri yapanlar hep bir zümreye mensup kişiler olduğu için sadece kendi diktatörlüklerini başlatmışlardır. baskıcı yönetimde değişen isimlerden başka değişen bir şey olmamıştır.

ispanya ve ingiltere, amerika kıtasını sömürgeleştirdiler ancak sanayi devrimi neden ingiltere'de ortaya çıktı da ispanya'da ortaya çıkmadı? zenginlikse iki ülke de zenginleşti. hatta ispanya daha zengindi. ingiltere'nin başarabildiğini neden ispanya başaramadı?

1688 görkemli devrim'den tam 100 yıl önce ingiltere'nin amerika'da koloni kuracağı kimsenin aklına gelmezdi. çünkü o dönemler ingiltere'nin ne güçlü bir donanması ne de denizler üzerinde bir hakimiyeti mevcuttu. sadece kraliçe'nin izniyle kurulmuş birkaç korsan ve ticaret gemileri vardı. ancak atlantik'teki kârlı deniz ticareti, bu korsan ve tüccarların iştahını kabartmıştı. denizler üzerindeki ispanyol tekeline bir son vermek istemişlerdi. ingilizler, ispanyollardan kurtulmak isteyen ispanya hollanda'sına destek vermeye başladılar. daha sonra da yukarıda bahsettiğim ingiltere - ispanya savaşı meydana geldi. belki de herkes, ispanya'nın ada krallığını dahi fethedeceğini düşünüyordu ama tam tersi olmuştu. kırılma noktalarından bir tanesi bu savaştı. bu tarihi olay şüphesiz ingiltere'yi ve ispanya'yı çok farklı şekilde etkilemiştir. nitekim yine yukarıda bahsettiğimiz gibi bu savaştan sonra ingiltere, birleşik devletler'in kurulmasına ön ayak olacaktır.

ispanya, amerika'nın keşfi ile muazzam bir zenginliğe kavuşmuştu. avrupa'da topraklarını genişletiyor, denizaşırı ülkelerde de kolonilerine koloniler ekliyordu. tıpkı ingiltere'de olduğu gibi ispanya'da da bir meclis vardı. peki ne oldu da ingiltere küresel güce kavuşurken ispanya dibe doğru gitti?

bütün siyasi, tarihi, coğrafi gelişmeler ispanya'yı gittikçe daha mutlakiyetçi bir yapıya dönüştürdü. ingiltere'de ise tam tersi şekilde gelişti ve mutlakiyetçilik gittikçe azaldı. ispanya meclisi, sadece büyükşehirleri temsilen az sayıda üyeden oluşmaktaydı. çoğulcu değildi. ayrıca sömürgecilikten gelen olağanüstü sayıda gümüş, altın sayesinde ülkede refah vardı. hiç kimse kraliyetin mutlakiyetçiliğini sorgulamıyor ve kral'a karşı bir isyan girişiminde bulunmuyordu. kral, istediği zaman istediği kişilerin mallarına el koyuyor, bankalardan aldığı borcu ödemiyordu. bankalar iflas ediyordu ancak bu önemli değildi. latin amerika'dan gelen ticaret kral'ın tekelindeydi. zenginleşme, kral'ı daha da güçlendirdi ve halk üzerinde daha otoriter yaptı. ingiltere'nin amerika'yı geç keşfetmesi bu açıdan ingiltere için bir şanstı. çünkü mutlakiyetçi bir zamanda tıpkı ispanya gibi zenginleşme yaşasaydı, belki bugün sanayi devrimini başlatan ülke olamayacaklardı.

amerika keşfi ile ingiltere zenginleşene dek kendi içerisinde anayasal, demokratik, siyasal, eşitlik gibi konularda büyük ilerlemeler kaydetmiş ve bunları kurumsallaştırmıştı. ispanya ise zenginliği sebebiyle böylesi kurumlara ve gelişmelere ihtiyaç duymadı. ancak ispanya'nın bu zenginliği sürdürülebilir değildi. çünkü olası bir sömürgenin kaybedilmesi, isyanı yahut başka bir ülkenin sömürü ülkesini ele geçirmesi, ispanya'yı yenilgiye uğratması bir anda zenginliğin kaynağını kesebilirdi.

ingiltere, amerika'nın keşfi ile gelen zenginliği sanayi devrimi gibi sürdürülebilir bir ekonomik devrime dönüştürdü. ispanya ise zenginliği bitirene dek bu yalancı refahın keyfini sürmeyi seçti. ingiltere, gelen zenginliği devam ettirebilmek için tekelleri ortadan kaldırırken ispanya, zenginliği daha fazla yaşamak için tekelleşmeleri daha da arttırdı. ve kaynaklar tükenmeye başladığında ise yoluna devam edebilen ülke ingiltere oldu. ispanya ise gerek sömürü hareketlerini devam ettirebilmek gerek refahını sürdürebilmek için bankalara koştu ancak bankalar batmıştı. başka ülkelere koşmuştu ancak diğer ülkeler, kral'ın keyfiyle hareket edilen bir ülkeye güvenerek borç vermek istemediler. kral, finansmanı sağlamak için vergileri arttırdı ancak ülkede düzenli bir sistem kuramadıklarından mütevellit vergi dahi toplayamadı. vergileri mültezimlere sattı ve acil para ihtiyacını karşılamayı seçti. mülkiyet hakları gelişmediğinden; kral, istediği zaman istediği mala el koyduğundan ülkede sanayinin gelişmesi şöyle dursun herhangi bir girişimde dahi bulunulmadı. çünkü kim niye, belki el konulacak bir işe girişsin ki? işte bütün bunların sonucunda ispanya günümüze değin birçok ekonomik zorluklar yaşayarak gelmiştir. ingiltere keşiflere, ispanya ise kurumsallaşmaya geç kalmıştır. ancak bu geç kalınmışlıklar çok farklı sonuçlar doğurmuştur.

ispanya okey. onu anladık. peki diğer ülkeler? zamanında birçok ülke epey güçlüymüş. mesela çin medeniyeti diye bir şey var. bu çinliler ya da başka ülkeler neden zenginleşemedi?

yapamadı değil aslında, yapmak istemediler. kitap birçok ülkeden örnek vererek kuramını açıklamaktadır. kuzey kore, çin, sscb, venezuela, arjantin, paraguay, sahraaltı afrika vs. hepsinin hemen hemen aynı ortak yönüne değinmektedir. hiçbir ülke, zenginleşecek seviyede gücü tabana yayamadı. oligarşinin tunç kanunu gereği her bir iktidar, kendi elitini zengin etmeye koyuldu. kendi elitinin çıkarları için yasalar koyup düzenlemeler gerçekleştirdi.
ülkeler, kendi topraklarında çıkan zenginliklerin tekelini ya iktidardaki kişilerin ailelerine ya da kendi elitlerinin iş insanlarına peşkeş çektiler.

bugün sahraaltı afrika ülkelerinin birkaçının ekonomisi elmas ticaretine dayalıdır. ve hemen hemen hepsinde iç savaş sürdüğünden kanlı elmas denilen bir terim ortaya çıkmıştır. halbuki içlerinden sadece bir tanesi, bu düzene karşı gelmiştir: botsvana.

botsvana, özgürlüğünü ilan ettikten sonra avrupalıların kendilerini köleleştirmeye ve sömürmeye devam edeceğini düşünerek buna göre yeni kurumlar inşa etti ve yasalar düzenledi. ülkede bir pazarlama kurumu yoktu. hemen 'et pazarlama kurumu' kurularak ülkenin kalkınmasını et ticareti ile sağlamaya çalıştılar. ancak bunu yaparken, kıtadaki diğer ülkeler gibi bu kurumu bir zümrenin tekeline bırakmadılar. o zamanlarda da botsvana'da kabileler ve şefler mevcuttu. ülkede ilk elmas bulunduğunda, bu elmas madeni duyurulmadan önce hemen yeni bir yasa çıkardılar: ''elmas madenleri ve çıkarıldıkları topraklar herhangi bir kabilenin mülkiyetinde olmayacaktır. madenler, tüm ülkenin mülkiyetindedir.''
şu an bakıldığında botsvana, komşularının düştüğü duruma düşmemiştir. hem yıllık gelir bakımından hem de iç karışıklık bakımından komşularından çok öndedir. sierra leone, zimbabve gibi ülkelerde siyasi yozlaşma ve tekelleşmeler nedeniyle çıkarılan elmaslardan toplumun tamamı yararlanamamaktadır. bu durum da ülkede iç savaşlara, çatışmalara yol açmıştır.

dolayısıyla bugün sahraaltı afrika ülkelerinin fakirliği, elbette zamanında sömürü hareketlerinin de etkisiyle bir türlü kurumsal anlamda gelişememelerinden kaynaklanmaktadır. iktidar mücadeleleri sonucu başa geçen kimseler, kendilerinden önceki düzeni aynen uygulayıp kendi menfaatleri ve elitlerinin zenginlikleri için çalışmaya devam etmişlerdir.

arap ülkeleri

yalancı devrimler sebebiyle yönetimler el değiştirmiş ancak yerine geçen kişiler de halkını sömürmeye devam etmişlerdir. her ne kadar arap baharı yaşansa da çıkarılan yeni kanunlar, yasalar göstermelik kalmıştır. halk yoksul, ekonomi berbattır.

zenginliği petrole dayalı olan ülkelerdeki refah da sürdürülebilir refah değildir. tıpkı ispanya örneğinde olduğu gibi zenginliklerinin kaynağı tükendiğinde, zengin arap şeyhleri ülkenin varlığını sömürüp bitirdiğinde ellerinde sürdürebilecekleri bir şey kalmayacak. çünkü güvenilir bir bankacılık sistemi, ekonomik kalkınmayı sağlayacak girişimci kurumları, yeniliğe açık bir meclisleri bulunmamaktadır.

çin ve sscb

büyük bir medeniyete sahip olan çin ve sovyetler'de durum biraz daha farklı gelişmiştir. sscb, zamanında çok büyük bir ekonomik büyüme yaşamış hatta dönemin ödüllü iktisatçıları dahi gelecekte sscb'nin abd'yi geçeceğini düşünmüşlerdir.

sscb'de bolşevik devrim gerçekleşip de oligarşi yıkıldığında her şeyin düzeleceği, komünist düzende refaha kavuşulacağı öngörülmüştü. nitekim ilk başlarda da bu öngörü gerçekleşmişti. ancak bu ekonomik büyüme aldatıcıydı.

sscb, eldeki mevcut kaynakların hepsini tarımdan toplayıp ağır sanayi ve silah teknolojisine yönlendirmişti. bir anda hızlı gelişen sanayi sayesinde yüksek oranlarda büyümeler gerçekleşmişti ancak bu büyüme dengesizdi. tarım bir anda dibe vurmuştu. ülkede kıtlıklar yaşanmış ve binlerce insan kıtlık sebebiyle ölmeye başlamıştı. devrimi gerçekleştirenler, eski baskıcı düzenin de ötesine geçmişler; binlerce muhalif kişiyi ya öldürüyor ya da sibirya'ya sürgün ediyorlardı. temeli olmayan ekonomi politikaları, kurumsallaşamamış demokratik kurumlar, baskıcı rejim, otoriter yönetimin sonucunda sscb'den günümüze sadece ak-47 miras kalmıştır. birlik dağıldıktan sonra ortaya çıkan ülkelerin çoğu hâlâ sefalet içerisindedir. çünkü sscb'nin yaptığı gibi iktidardaki komünist parti mensupları, halkın kaynaklarını tüketiyor ve halkın yoksulluğuna rağmen kendileri refah bir hayat sürmeye devam ediyorlar.

çin'de de tıpkı sscb gibi otoriter bir rejim vardı. ancak çin hanedanının yaptığı bir yanlış pahalıya mal olacaktı. 13. ve 14. yüzyılda çin, sahip olduğu gemileriyle ciddi bir deniz gücü ülkesiydi. ne varki coğrafi keşifler başladığında çin hanedanı, yeni keşfedilecek yerlerin hanedanlığına zarar getireceğini düşünerek denizaşırı ticareti dahi yasaklamayı seçti.

osmanlı'da da ''yeni dünyalar keşfetme'' hevesleri ''ahir zamanda yeni dünya mı olur'' mantığıyla nasıl ki gerçekleşmediyse, çin'de de coğrafi keşifler, yeniliğin ülkesinde yıkıcı gelişmelere sebep olacağı korkusuyla gerçekleşmedi. çünkü gerçekten de yeniliklerin bir yıkıcı gücü olur. nasıl ki ingiltere'deki yenilikleri monarkın gücünü törpülediyse, akıllı telefonlardaki teknoloji nokia'yı sildiyse bu yeniliklerin bir değiştirici gücü de bulunmaktadır. çin'de bu değişimden korktu ve içine kapanmayı seçti.

tarihe bakıldığında japonya ve çin aynı durumdalardı. ikisinde de hanedanlık/krallık/monark vardı. peki japonya nasıl oldu da çin'i geçti?

çin ve japonya ülke yönetimi bakımından birbirlerine benzemekteydiler. iki ülkede de baskıcı bir hanedan mevcuttu ve aşağı yukarı zenginlikleri de aynıydı. ancak iki ülkede farklı olan şeylerden bir tanesi de muhalefetti.

çin 1949'da mao, milliyetçileri yendiğinde çin halk cumhuriyeti'ni ilan etti. ancak ülke mao'nun çin komünist partisi'ne dönüşmüştü. 1976'ya dek bu partiden başka hiçbir muhalif örgüte izin verilmedi. toprakları ve bütün mülkiyetleri devletleştirdi. rejime karşı olanları idam ettirdi. halk çalıştıkları karşılığında para/ücret değil takas usulü ile mal alıyorlardı. sscb gibi 5 yıllık sanayi planları kullanarak çelik üretiminde ingiltere'yi geçeceklerini düşündüler. planın gerçekleşmesi için bütün hurda metaller eritilecekti. ancak bu politika çok kötü bir sonuç doğurdu. çelik üretebilmek için tarım aletleri dahi eritildi ve tarım, ilkel zamanın da öncesine döndü. büyük bir kıtlık sonucu 20 ile 40 milyon arası insanın öldüğü tahmin ediliyor.

japonya ise bu olaylardan yaklaşık 100 yıl önce meiji restorasyonu gerçekleştirmiş, japon imparatoruna karşı çıkabilmişlerdi. bu sebepledir ki günümüz japonya'nın gelişmişlik seviyesi, geçmişteki imparator'a karşı dik durabilmesine ve ardından gerçekleştirdiği siyasal, ekonomik reformlarına borçludur.

son olarak ise "günümüzde uluslar neden tarihten ders almayıp da hâlâ başarısız oluyorlar" sorusuna direkt kitaptan alıntı ile cevap vererek bitirmek istiyorum

"bugün uluslar başarısız oluyor; çünkü sömürücü kurumları insanların tasarruf, yatırım ve yenilik için ihtiyaç duydukları teşvikleri sağlamıyorlar. sömürücü siyasal kuramlar sömürüden çıkar sağlayanların gücünü pekiştirerek bu ekonomik kurumlara destek sağlıyorlar. bu başarısızlığın kökeninde, detayları farklı koşullar altında farklılık gösterseler de, daima bu sömürücü ekonomik ve siyasal kuramlar var.
...
sömürücü kurumlar yalnızca yasa ve düzeni değil en temel ekonomik faaliyetleri de yok ederek devletin tamamen acze düşmesine yol açarlar. sonuç ekonomik durgunluktur ve iç savaşlar, kitlesel boyuttaki zorunlu göçler, kıtlıklar ve salgınlar bu ülkelerin çoğunu 1960'larda olduklarından daha yoksul hale getirmiştir.
...
sömürücü kurumlar yoksul ülkelerin yoksul kalmasını sağlar ve bir ekonomik büyüme rotasına girmelerini engeller.
...
bugünün yoksul ülkeleri arasında kayda değer farklılıklar (sömürüldükleri ülkelerin farklılığı, bulundukları iklimin farklılığı, tarihleri, kültürleri, dilleri ve dinleri) söz konusudur. hepsinin ortak noktası ise sömürücü kurumlardır. bu ülkelerin hepsinde söz konusu sömürücü kurumların temelinde ekonomik kurumları, toplumun büyük çoğunluğunun yoksullaşması pahasına kendilerini zenginleştirip iktidarlarını idame ettirecek şekilde tasarlayan bir elit bulunur."

Son söz

coğrafya kaderse benim isveç'te ne işim var amk?

ben adana'nın belalı kenar mahallelerinde büyüyüp, bombok bir düz lise bitirip buralara geldiysem, sizin istanbul'un göbeğinde coğrafya kaderdir yea demeniz sadece suçu başkalarına atmaktır. hadi seni beni bırak, ulan elin bir sürü zairelisi kongolusu kabilesinden kaçıp hayalini zar zor tezahür edebileceğiniz hayatlar yaşıyor batı ülkelerinde. bu tamamen kabuğunuzu ve makus talihinizi(kaderinizi) kırmakla alakalı bir durum.

bir insanın gerçekten isteyip de elde edemeyeceği çok az şey vardır bu hayatta. bu noktada o bir şeyi çok istemek bir çok başka şeyden feragat etmeyi gerektirir tabi.

bir şey öğrenmek için bazı şeyleri unutmanız gerek mesela. isveççe konuşurken bildiğim diğer dilleri unutmam gerekiyor ki düzgün konuşabileyim. o an hiçbir başka dil bilmiyorum, konuşamam/anlayamam yoksa.

ben avrupa'da yaşamayı çok istedim, geceleri argadaşlarlan şırdan yemeye gitmekten daha çok istedim mesela veya annemin yemeklerinden daha çok istedim.

nelerden feragat edebildiğiniz önemli.