Edebiyat Tarihine İz Bırakan Karakterlerle Özdeşleşmek Neden Sıradan İnsan İçin Çok Zorlayıcı?
"olmak istenen roman karakteri"ndeki "olmak"la kastedilen şey sanat teorisindeki özdeşleyimse eğer, bütün büyük romanlar kendileriyle özdeşleşmenin olanaksız olduğu kahramanlar sunar
bu tezi savunup açıklamaya çalışacağım.
bizim özdeşleyim (empati) yeteneğimizin belirgin sınırları vardır; bu da anlama yetimizle doğru orantılıdır. pulp fiction denen ucuz romanlarda, sabun köpüğü filmler ve dizilerde karşılaştığımız basit, sıradan ya da aklın sınırlarını zorlamayan kişiliklerle kolayca özdeşleyim kurarız sözgelimi; bundan da büyük haz alırız. bu tür ürünleri alımlamak duyusal ve akli kapasitelerimizi zorlamaz; dolayısıyla bunlar kolayca tüketilebilir metalardır. oysa büyük bir sanat eseri, kolayca tüketilebilecek bir meta değildir. burada karşılaştığımız kahramanlarla özdeşleşmek haz da vermez; çünkü bütün büyük romanlar, aklın ölçülerini aşan kavranamaz bir şey taşır, bunu da kahramanlarına aşılar. unamuno bunun adına trajikomik diyor, e. m. forster "ezgi" adını veriyor. bununla neyi kastettiklerini anlamak biraz zor; aslında kendileri de kastettiklerini adlandırmakta güçlük çektiklerini teslim ederler. ama biraz yol almaya çalışabiliriz.
özdeşleyim ilkesine dönersek; özdeşleyim kolay alımlanabilirlikle ve basit duyusal hazla çok yakından bağlantılıdır. özdeşleyim kurabildiğimiz eserler, duyu-motor aktivitelerimizden ya da aşina olunan tecrübe şemalarımızından taşan bir şeyler barındırmaz. oysa, gerçek bir sanat eseri, rus biçimcilerinin kavramıyla, algılamayı zorlaştıran, yabancılaştıran, aşinalıktan çıkaran bir şeyler barındırır (bkz: ostranenie). farklı sanatlardan örnekler verelim. rönesans resim sanatı, temsili formları temel alıyordu. biz bu formlara tecrübe dünyamızdan öyle aşinayızdır ki, sözgelimi leonardo da vinci'nin elinden çıkmış bir portreyle karşılaşınca, orada çizgileri, şekilleri, desenleri, bunların farkına varmaksızın "olması gerektiği gibi" alımlayarak temsil edilen formu, mona lisa adlı kadını görürüz. oysa bir picasso tablosunda böyle olmaz; şekli tanımamız zorlaştırılmıştır, öyle ki, orada aşina olunan dünyaya ilişkin bir şeyler bulabilmek için çizgileri ve desenleri araştırır, bu formel unsurları ilk kez fark ederiz. aynı şekilde, bir popüler müzik parçasını çaba harcamaksızın haz alırız. oysa bach'ı dinlerken eser bizden bir dikkat ve emek bekler. büyük sanat bu yüzden tüketim kültürünün bir parçası olmaya direnir, popülerleşmeye direnir; çünkü o kolay tüketilebilir, kolay özleşleyim kurulabilir, kolay hazmedilebilir değildir.
konuyu dolandırıyor gibi görünüyorum. ama yavaş yavaş yaklaşıyoruz temel meseleye
sözel sanatlar mevzu bahis olduğunda, resimde temsili formlar, müzikte tonal ya da kolay anlaşılır melodik unsurlar beklediğimiz gibi, özdeşleyim kurabilmek için, bir öykü (bkz. narration, narrative) ararız: yani anlaşılabilir, akla uygun bir olay örgüsü. ki bu da eylemleri anlaşılabilir saiklere dayalı özneler, kahramanlar gerektirir. işte büyük romanda kolay kolay bulamayacağımız şeyler, hatta onların görünüşe göre isyan bayrağını açtığı şeyler tam da bunlardır. ama yine de, romanın doğası gereği öykülemeyle gerilimli bir ilişkisi vardır: roman önünde sonunda bir öykü gibi bir şeye, bir iskelete ihtiyaç duyar; ama onun "kalbi" öykü değildir. peki nedir? bu esrarengiz şey nedir? bütün büyük romanlarda aklımızı başımızdan alan o şey nedir? forster bu konuda şöyle diyor:
"öykü romanın temelidir; öykü yoksa roman da yoktur. bütün romanların en büyük ortak yönü budur. keşke olmasaydı; keşke en büyük ortak yön 'ezgi' gibi, 'gerçeğin kavranması' gibi değişik bir şey olabilseydi de, bu basit, ilkel nesne olmasaydı." (roman sanatı, s. 64).
forster'ın kendi anlama kapasitesinin sınırlarında bir yerlerde vere vere "ezgi" adını verebildiği bu şeyi nasıl anlayacağız? bir de şu var ki, romanda anlatılan olayların arasından ince bir bulut gibi yükselen bu tür bir ezgiyi duyabildiğimiz büyük romancıların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor! forster'ın verdiği isimlere kesinlikle katıldığımı belirtebilirim. o şu isimleri sayıyor: dostoyevski, melville, d. h. lawrence, emily bronte. tabii ki cervantes'i, kafka'yı, belki faulkner'ı ve nabokov'u ekleyebiliriz. belki birkaç isim daha eklenebilir... ama işte bu kadar; "büyük roman" dediğimiz şeyin örneklerini yazanlar bir elin parmaklarını zor geçiyor.
peki böyle dar bir kanon önermek biraz elitist, muhafazakar ya da küstahça bir şey mi?
aslında şunu söyleyeyim, kendi adıma, "büyük roman" kanonuna dahil olmayan birçok ismi seviyorum, hem de, birer kişilik olarak büyük romancıların kendilerinden daha çok seviyorum bu isimleri. mesela aklıma don miguel unamuno geliyor. belki de bütün büyük yazarlar arasında en çok tanışmayı, arkadaşlık etmeyi, oturup bir şeyler içmeyi istediğim kişi odur. onun adı aklıma insani sıcaklıkla birlikte geliyor; eğer unamuno ile karşılaşacak olsaydık, onunla birbirimize sarılır ve kucaklaşırdık. "büyük" romancılarla ise bunu yapamazsınız. neden? kendisi de bu romancılardan biri olan lawrence, klasik amerikan edebiyatı üzerine incelemeler adlı harikulade eserinde bu durumdan söz etmişti. orada melville'i anlatırken, "onda artık insani olan hiçbir şey kalmamıştır, o bir okyanus yaratığı, bir öte dünyalıdır" der. onun kanının sıcak değil, soğuk aktığını söyler! bana kalırsa sonuna dek haklıdır. biyografisinin de tanıklığında, melville'in bir süre sonra, kendi kahramanlarından biri olan bartleby gibi derin bir sessizliğe gömüldüğünü, karısıyla bile iletişimi kestiğini biliyoruz. kafka'yla konuşacak pek bir şey bulunabileceğini sanmıyorum. faulkner bütün gün odasına kapanıp içerek yazıyordu. bir gün kızı "baba, lütfen artık odana kapanıp içerek yazmayı bırak, bizim için", dediğinde faulkner gülerek: "nobody remembers shakespeare's daughter!" (kimse shakespare'in kızını hatırlamaz!) demiş. büyük dehalar, bir süre sonra, bir insandan çok doğanın hayretler uyandırıcı bir parçasına dönüşüyor belki de.
dolayısıyla, büyük dehalardan biri olamamak büyük bir üzüntü kaynağı olmamalı
unamuno'nun kendisi de farkındaydı bu durumun; sis roman olarak hiç de iyi bir iş değildir mesela. unamuno orada bile, büyük bir roman yazmaktan çok büyük bir romanın neye benzediğini soruşturmakla meşguldü. onun kıymetlisi don kişot'tu. sis'te, sanki forster'ın "ezgi" dediğine benzer bir şeyi tarif etmeye çalışır unamuno. bütün büyük romanlarda, aklın alamayacağı, bu yüzden karşısında ne hissedeceğimizi bilemediğimiz olağanüstü, hazmedilemez, ölçüsüz bir şey olduğundan söz eder. o buna "trajikomik" der. bu gerçekten de iyi bir niteleme. şimdi bu büyük romanlara ve kahramanlarına bir göz atalım. onlarla özdeşleşebilir miydik gerçekten? ya da, şöyle soralım; onlarla özdeşleşmeye "dayanabilir" miydik?
önce, orta kırat romanları düşünelim. bunlar da bizim sevdiceklerimizdir. mesela ben çavdar tarlasında çocuklar'a bayılırım. bunu yaparken çoğu zaman hafiften canımız yansa da, kendimizi holden caulfield'le özdeşleştirebiliriz. bu özdeşleşmeden ya da mimesisten, aristoteles'in katharsis dediği olumlu bir duygusal boşalma ya da yücelme hissiyle çıkabiliriz. holden caulfield'le özdeşleşmeyi başarabiliriz çünkü onda, devasa bir şeyler yoktur.
oysa bir de, lolita'nın humbert humbert'ini düşünün
sanırım iyi bir örnek oldu bu. nabokov öylesine akıldışı ve anlaşılmaz, hak verilmez bir arzu bulmuş, bunu öylesine devasa boyutlara taşımız, öyle güçlü bir tutku haline getirmiştir ki... ve romanın başından beri, bizi, kendi irademize karşı, "kahraman"ının iğrenç, rezil, anlaşılması imkansız tutkusuyle özdeşleşmeye zorlar! kahraman kendisini savunarak başlar ve bu savunma, hiç değilse "makul", akla yatkın görünen yönler içerir. humbert'in özsavunmasının makul görünmesinin nedeni, nabokov'un, dahiyane bir şekilde, psikolojide silahsızlandırma denen bir teknik kullanmasıdır belki de. kahraman, kendisiyle özdeşleşmesek de direncimizi kırarak az da olsa kendisini "anlayabilmemiz" için, öncelikle kendisi bizimle, "normal ahlak"a sahip insanlarla özdeşleşir, hatasını, suçunu, hatta arzusunun iğrençliğini kabul eder... ama, işte, "arzu"dur bu; "akıl"ın karşı kutbu, kültürden çok, doğanın bir parçası. yani humbert'in arzusu, özgür iradeye dayanmaktan, bir tercih olmaktan ziyade, bir doğa felaketidir! başına gelmiştir işte. hak vermesek, kabullenmesek ve affetmesek bile -çünkü biz normal insanlar bu tür bir canavarca arzu tanımayız- hiç değilse romanı okumaya devam etmeye karar veririz.
daha kötüsü de olur... sanırım romanı okuyan herkes, bu romanda nabokov'un humbert'in ağzından lolita'yı betimleyişinin, edebiyat tarihindeki en tutkulu, zarif, baştan çıkarıcı, aşık ettirici kadın betimlemelerinden biri olduğunu teslim eder. humbert'in verdiği uyku haplarını içmiş lolita'nın uykuyla uyanıklık arasında kalkıp su istediği, humbert'in getirdiği suyu içip bardağı geri verdiği bir sahne vardır... açıkçası, ben kitabı okurken, bu tür betimlemelerde lolita'ya aşık oldum; ama aklımda canlandırdığım karakter, 12-13 yaşlarında bir çocuk değil, 18-19 yaşlarında genç bir kadındı. daha sonra nabokov'un zalim bir biçimde onu yeniden bir çocuk olarak betimlediği sahnelerde, bu kez de içimizde bir acıma duygusu ve garip, sebebini bilmediğimiz bir mide bulantısı uyanır... sayfalarca yazabilir, sayfalarca konuşabiliriz; ama büyük bir romanı tüketemeyiz, hazmedemeyiz. ayrıca büyük romandaki kahramanla kolay kolay özdeşleşebilmemiz de imkansızdır. yalnızca, ara ara, temas edebiliriz, hepsi o.
peki ne hissederiz? neyle karşılaşırız da bilinçdışı özdeşleşme arzumuz geri teper ve tersinmeli duygularla baş başa kalırız?
don kişot'u sevebilir, aşık olabilir, ona tapabilirsiniz; ama onunla özdeşleşemezsiniz. aynı şekilde, dostoyevski'nin hiçbir kahramanıyla özdeşleşemezsiniz. çünkü sağlıklı bir insanın özbilinci bu kadar ağır bir yüke dayanamaz. dostoyevski'de tanık olduğumuz insani manzara karşısında ancak inanç, sevgi, hayranlık, yücelme gibi güçlü duygulara kapılabiliriz. bir başka rus şairin rusya'nın kendisi için söylediği şey dostoyevski'ye uygulanabilir: dostoyevski'yi akılla anlayamaz, arşınla ölçemezsiniz, dostoyevski'ye ancak inanılabilir. nitekim, gogol üzerine bir konuşması sırasında dostoyevski peygamber ilan edilmiştir; gerçek insanlar tarafından! ve halkın inanılmaz coşkusu karşısında salonu kaçarak terketmek zorunda kalmıştır.
büyük edebiyatta aklı aşan ve özdeşleşme yetimizi dumura uğratan bu esrarengiz şey üzerine biraz daha yol almak için yeniden forster'a dönelim. o, büyük romanlarda duyduğumuz garip ezgiye ermişlik adını vermekte buluyor çareyi. büyük romancı, "söyleyeceklerini ezgiye, şarkıya dönüştürmeye çalışır. roman dünyasından yükselen bu ezgi seslerine karşı duyduğumuz yadırgama bizleri sarsacaktır." ermişlik, işte "sesteki bir eda"da saklı olan şeydir. ermiş yazarlar, din dersi vermezler forster'a göre; aslında onlarda herhangi bir ders, öğreti, ilke ya da formül de bulmak mümkün değildir. burada her şey kendi sınırlarını aşarak sonsuzluğa yönelir ve akıldışı bir boyut kazanır: "dostoyevski'de kişiler ve durumlar her zaman kendi boyutlarını aşan anlamlara gelir, sonsuzluğa yönelirler. bireysel niteliklerini yitirmeden genişleyerek sonsuzluğu kucaklar, onun da kendilerine kucak açması için çağrıda bulunurlar." bütün kahramanlar, grotesk bir yaratığa dönüştürülünceye dek şişirilir, büyütülür ve devasa hale getirilir. ne karamazov kardeşler'in herhangi birisiyle, ne raskolnikov'la, ne prens mişkin'le özdeşleşebilmek mümkün değildir bu yüzden. çünkü bunlar insandan ziyade tanrısal ruhlardır; bizim gücümüzü aşarlar. "tanrı ruhun, ruh da tanrının içindedir. dostoyevski'nin yazdığı her tümce böyle bir genişleme duygusu yaratır." kişileri günlük yaşama yakın kimselerdir, kendilerine özgü çevrelerde yaşarlar; ama sıradan büyüklük ölçülerinin uygulanamayacağı "ermişçe bir büyüklük"le şirilmişlerdir.
büyük romanların kahramanları, "ermişçe bir görüş gücü"yle doludurlar
alyoşa'yı düşünün. "genişleme, erime, sevgi ve acıma yoluyla bütün insanlarla kaynaşma işlemi"-onda buna tanık oluruz, bu bizim gücümüzü aşar. büyük romanlardaki kişiler, bize kendi deneyimlerinden, dolayısıyla bizim deneyimlerimizden daha derin bir şeyi paylaşmak ister. büyük romancılar birer görendir, birer vizyonerdir. gördükleri çok büyük, bizi olduğu kadar kendilerini de aşan şeyi ifade etmeye çalışırlar. bu, bir öğretiden çok öte bir şeydir; buna insani dilimizle olsa olsa bir vizyon, görü gücü gibi bir ad verebiliriz. lawrence'ın dediği türden, "kanı değiştiren bir ahlak"... bu görü, açık seçik tanımlanabilir, kelimelere dökülebilir, bir tez ya da öğreti türünden bir şey olarak ifade edilebilir bir şey bile değildir. öyle olsa, büyük romancılar roman yazmaz, düşünce eseri üretirlerdi. ifade edilebilir olmamasına karşın, büyük romanların görüleri dünyaya, evrene, gerçekliğe ilişkin imalarda bulunur, bunu da belirsiz fısıltılarla yapar. işte, forster'ın "ezgi" ya da "şarkı" dediği şey budur: dünyaya ilişkin sıradışı, akıldışı bir ahenk... bu "ermişlik şarkısı" diyor forster, "olaylarla kitabın yüzeysel anlamına ters yönde ilerleyen bir sualtı akıntısı gibidir. sözcüklerin dışında kalan bir varlığa sahiptir... duyduğumuz şarkının sözlerini seçemeyiz."
yani aslında, büyük romanlarda önemli olan şey karakterler, kahramanlar bile değildir. bu daha çok melville için böyledir. moby dick'in iki okuru vardır: yüzeydeki olaylar ve kahramanlara odaklanarak bir deniz macerası okuyan tipler; kahramanlarla, görünürdeki olaylarla ilgisini tamamen yitirecek şekilde akıldışı ezgiye kulak kesilenler... forster şöyle diyor: "melville için insan ilişkileri pek önemli değildir." melville tarzındaki romancılarda, önemli olan kişiler, olaylar, olay örgüsü bile değildir çoğu zaman. melville'in orijinaller adı verilen, çok nadide kahramanlar bulduğu doğru. ama mesele sadece bunlar etrafında geçiyorsa, o eser bir öykü olarak kalır. moby dick, pierre ya da sağlam adam gibi eserlerde, kişileri ve olayları aşan başka bir şey vardır. her ne kadar orijinaller bu romanlarda da bulunsa da... çünkü, moby dick esas kahraman, orijinal yaratık kaptan ahab'a kesinlikle indirgenemez...
forster büyük romanların vizyon yönlerinin açığa çıktığı momentleri, algısal betimlemelerden örneklerle göstermeye çalışıyor ki, o sıradan olayörgüsünün, öyküsel yönün okuru bunları genellikle tamamıyla ıskalar:
"lawrence'ın ermişlik yanı, doğayı içten aydınlattığından, bütün renklerde bir parlaklık, bütün biçimlerde bir açıklık vardır. böyle bir parlaklık ve açıklık başka hiçbir yoldan elde edilemez." söz ettiği "parlaklık", insanın gözünü kamaştırarak kör eden ve "bu dünyalı" ilişkilerden koparan o vizyondur belki de; vermeer'in bir parçacık sarı duvarı gibi... "women in love'da unutamadığımız bir sahne vardır. kişilerden biri, gece gökteki ayın suya vuran görüntüsünü parçalamak için göle taş atıp durur. böyle bir şeyi neden yapar, bu olay neyi simgeler önemli değildir. ancak, yazar, o gölü, gökyüzündeki o ayı, başka türlü ortaya çıkaramazdı; bulduğu özel yol, gölü de, ayı da kendimizin canlandırabileceğimizden çok daha görkemli bir biçimde..."
"zihnimize yerleştirir" diye bitiriyor forster; "doğurur" olmalıydı! hakiki genesis anlamında. jean miro'nun bir resmine verdiği isim gibi, büyük romanlarda önemli olan "dünyanın kökeni"dir, dünyanın genesis'i, oluşumu, ortaya çıkışı, belirişi ve doğuşudur. faulkner'da da, sözgelimi ağustos ışığı'nda, esas "kahraman" insanlardan çok tarlalar, onların üzerinde durduğu yerde giden ve gidişi yoğunlaşarak bir duruşa dönen ve onları "ortaya çıkaran" at arabaları tekerlekleri ve tepeler değil midir? "bir parça saf haldeki doğa".... bütün saflığıyla onun kağıt üzerinde, akıldışı görünen betimlemelerle hacim kazanışına, yoğunlaşarak ortaya çıkışına tanık oluruz.
bütün bu doğuşlar, belirişler, ortaya çıkışlar, bunlardan yayılan anlaşılmaz müzik ve ezgi; bunlar "özdeşleşilecek" şeyler değil, tanık olunacak şeylerdir daha çok.