EDEBİYAT 2 Kasım 2017
36,2b OKUNMA     866 PAYLAŞIM

Edebiyatta Realizm Akımının Ortaya Çıkışı ve En Temel Özellikleri

Sözlük yazarı "pablo andres"; realizmin hangi toplumsal ve siyasi koşullardan beslenerek meydana geldiğini, örnekler ve muktedir kişilerin zihin açıcı yorumlarıyla harmanlayarak aktarıyor.
Çavdar Tarlasında Çocuklar'ın alternatif kapaklarından biri.

roman deyince aklınıza ne geliyor? hangi romanlar ve romancılar? benimkine balzac ve goriot baba, gustave flaubert ve madame bovary, emile zola ve germinal, dostoyevski ve karamazov kardeşler, tolstoy ve anna karanina geliyor. en sevdiğimiz klasikler (tabiî sizin de aklınıza bunlar geliyorsa) 19. yüzyılda realizmin estetik anlayışına uygun olarak verilen romanlar. bugün postmodern romanlardan hoşlanmayanların hep aklında bu romanlar var. peki realist romanlar nasıl bir estetik görüşe sahiptir, hikâyesi nedir bu işin sorularına tafsilatlı olmasa da elimden geldiğince ana hatlarını açıklayarak cevaplar vermeye çalıştığım bir yazımı paylaşıyorum.

realizm xıx. yüzyılda doğmuş bir akım olup hem edebiyatı hem de sanatı derinden etkilemiştir

gerçekçilik akımının tek bir tanımı ve karşılığı olmadığını ve söz konusu akımın ne olduğuna ilişkin bir anlam bulanıklığının süregeldiğini belirtip gerçekçilik üzerine çeşitli tanımlamalar yaptığı yazısında roman jakobson, xıx. yüzyıl gerçekçiliğinin hakkını teslim eder: “bir çeşit parola olan bu sözcük, xıx. yüzyılda bir sanat akımına adını vermiştir. günümüzdeki sanat tarihini, özellikle de yazın tarihini yaratanlar da her şeyden önce bu akımın artçıları oldular. bu nedenle, özel bir durum, belli bir sanat akımı, söz konusu eğilimin yetkin gerçekleşmesi olarak bize sunulur, önceki ve sonraki sanat okullarının gerçekçilik derecesini ölçmek için, bunlar, xıx. yüzyıldaki gerçekçilikle karşılaştırılır”.

jakobson’un bir referans kaynağı saydığı xıx. yüzyıl dönemi realizmi, realizm en geniş anlamı “eşyanın ve olayların oldukları gibi tasvir edilmesi”dir. edebiyatta devrin ortak kaygılarını dile getiren, alelâde insanların yaşamlarından kesitler veren bir akım olarak tanımlanır. çağdaş sosyal realitenin objektif temsili olarak da açıklanan realizm, pozitivizmin sanat ve edebiyata aksidir. yapılan tanımlardan anlaşılacağı üzere realizm, gerçeği olduğu gibi yansıtmayı düstur edinen ama bunu yaparken ampirizm ve pozitivizmin temel ilkelerini göz önünde tutan ve olayları bir neden-sonuç ilişkisi içerisinde vermeye çalışan bir akımdır. 

Dostoyevski

xıx. yüzyılda meydana gelen sosyal, ekonomik ve politik gelişmeler hem realizm akımını hem de roman türünün gelişimini etkilemiştir

dünya edebiyatının büyük yazarlarının çıktığı bu dönem aynı zamanda roman sanatının olgunlaşıp geliştiği bir dönemdir. ayrıca bu dönem sanayi devriminin yaşandığı, açılan yeni ve büyük fabrikalarda makinelerde büyük ölçekli üretimin yapıldığını, burjuvazinin günbegün güçlendiği ve işçi sınıfının bütün bu gelişmelerin doğal sonucu olarak giderek büyüdüğü bir dönemdir. elbette bu büyük dönüşümün toplumsal yaşama ciddi etkileri olmuştur. peter brooks , realist vision adlı eserinde, ıan watt’un the rise of the novel isimli eleştiri kitabında bahsettiği romanın yükselişinin burjuvazinin yükselişini takip ettiği değerlendirmesini paylaşır ve görüşünü, okuma-yazma oranın yıllara göre artışından, endüstrinin hızla gelişimine ve modern şehirlerin ortaya çıkışına dair verdiği örneklerle detaylandırır. ünsal oskay ise söz konusu dönemle beraber walter benjamin’e atıfta bulunarak yepyeni bir “yaşama üslubu”nun doğduğundan söz eder ve brooks’un bahsettiği dönüşümü daha eleştirel biçimde betimler:

"metalaşan insan ilişkileri 1830’lardan itibaren, sanat ürünlerinin üretiminde, yeniden üretiminde ve tüketiminde de sanat çalışmalarının bireysel bir yaratı eylemi olma özelliğini gölgelemeye; sanat çalışmalarını meta kültürünün bir özel alanına ait ve toplumsal üretim süreci içinde gerçekleştirilebilen bir etkinlik biçimine dönüştürülmeye başlamıştır. sanatçının üretim araçları olan kalemi, kâğıdı, mürekkebi, yerini artık basım ve yayım teknolojisine terk etmeye başlamıştır. yaşamında, tıpkı diğer insanlar gibi toplumsal sisteme gitgide bağımlı düşen sanatçının en önemli üretim aracı olan dil bile (dili oluşturan toplumsal yaşama egemen olan kesimlerin var olan dilin sentaksında, sözcüklerinde, anlamsal içeriklerinde yeni yaşamın ritmine, örgütlenme biçimlerine ve insana bakışına bağlı olarak değişiklikler yapmaya başlaması üzerine), sanatçının elinden alınmaya başlamıştır."

Gustave Flaubert

brooks, sanayi devriminin, değişen hızlı üretim biçimine bağlı olarak edebiyatı da dönüştürmüş olduğundan söz eder ve sainte-beuve’ün buna “sanayi edebiyatı” ismini taktığından, bir başka yerde ise e. m. forster’ın bu döneme “mülkiyet çağı” adını verdiğinden bahseder (ss. 14-18). kısacası, yaşamı olduğu gibi yansıtmayı amaçlayan realizmin ve xıx. edebiyatının, dönemin değişen toplumsal, siyasal ve iktisadi yapısından oldukça etkilendiğini söylemek mümkündür.

berna moran, edebiyat kuramları ve eleştiri adlı eserinde pek çok sanat kuramcısı ve eleştirmen gibi realizmin net bir tanımını yapmanın güçlüğünden söz eder ve bu akımı dört temel özelliği çerçevesinde ele alır: “1. konu olarak çağdaş toplumun her günkü alelade hayatı işleniyordu. romantiklerin günlük gerçeklerden uzak, idealleştirilmiş konularının aksine, gerçekçi bir yazar, çağdaş toplumu konu ediniyordu kendisine, ve bunu elinden geldiğince kendi gözlemlerine dayanarak yansıtıyordu. masalvari olan, uzak diyarların çekiciliğinden medet uman, allegoriye, sembolizme başvuran bir akım değildi bu”. realizmde, daha önceki edebiyat akımlarına göre verilmiş eserlerden farklı sıradan insanların hikâyesini, hayallerini, umutlarını ve hüzünlerini yaşarız. peter brooks, da aynı özelliğe değinir: “sıradan bir hayatın içerisindeki özel yaşamların temsili ya da sıradan hayatlar içerisinde sıradışı olanın dramatize edilerek yansıtılmasıdır” (s. 12). realizmin bu özelliği ile edebiyatı daha önce pek yer verilmemiş olan mekânlara; yoksul mahallelere, meyhanelere, fabrikalara, maden ocaklarına, ucuz lokantalara ve genelevlere taşıdığını söyleyebiliriz.

berna moran, ikinci özelliği ise şöyle açıklar

“2. eğer yazar gerçekliği yansıtacaksa bunu bütün yönleriyle yansıtmalıdır, bir kısmına gözünü kapamak olmaz; anlatılması yakışık almaz sayılan çirkin, iğrenç ve ayıp addedilen şeyler de sanata sokulabilmelidir”. bu özellikle daha önce bahsedilmeyen insana ait çirkin, kaba, iğrenç özelliklerin realist eserlerde yer aldığını görüyoruz. fatma erkman-akerson da benzer şeylerden söz etmiştir: “klasikler özel durumlara eğilmezlerdi, örneğin, sakat, çirkin ya da belli bir ortamda yabancılık çeken kimselerle uğraşmazlardı. romantizmden sonra gelişen gerçekçi akım, her sınıftan kişinin bireysel sorunlarına, çevre ayrımı gözetmeden eğilir. en sıradan sanılan bir yaşamda büyük dramlarına gizlenebileceğine inanır, cahil, bilgili, varlıklı, yoksul her çevreden insanın roman kahramanı olabileceği kanısındadır”. yaşamı bütünüyle olduğu gibi edebiyata yansıtmayı hedefleyen realistler, söz konusu ilkeye uygun eserlerle gerçeği daha yüksek ölçüde eserlerine yansıtmayı başarmışlardır.

Balzac

moran’ın bahsettiği üçüncü özellik şudur

“3. on dokuzuncu yüzyıl gerçekçilerinin gözünde 'gerçeklik' denen şeyin bir özelliği de, o devrin bilim görüşünden alınmıştı: fizik dünyasında bir determinizm olduğu gibi insanlar dünyasında da her şeyin bir nedeni vardır ve bunları bilmek toplumsal yasaları bilmek demektir. olaylar rastlantılarla, mucizelerle açıklanamaz; psikolojik ve sosyal kanunlarla açıklanabilir”. sonuçları ortaya çıkaran koşulların ve nedenlerin detaylıca işlenmesinin, okuyucuya aktarılmasının ve okuyucunun da neden-sonuç ilişkisine bağlı olarak mevcut durumla, onu yaratan şartları ve sebepleri çözümlemesinin realist eserlerin önemli bir özelliği olduğunu görüyoruz. fatma erkman-akerson da bu özelliğe değinmiştir: “bir şeyin, bir durumun oluşumu kökenleri aranır. neden-sonuç ilişkileri önemsenir”.

berna moran dördüncü ve son özelliği şöyle açıklar

“4. böyle bir gerçekliği yansıtacak olan yazarın tutumunun da laboratuvarda deney yapan bir bilim adamınınki kadar tarafsız olması gerekmez mi? topluma bakan yazardan beklenen şey, gözlemlerinin sonucunu olduğu gibi anlatmaktır. gerçek durumu bütün çıplaklığı ile okuyucunun gözünün önüne sermeli yazar, emile zola ve gustave flaubert'in de üzerinde ısrarla durduğu bu tarafsızlık, gerçekçi romanda yöntem anlayışının önemli bir öğesidir. olaylara dışardan bakarak onlan olduğu gibi yansıtacak yazarın kendi görüşlerine yer yoktur eserde”.

Tolstoy

moran’ın tanımladığı dördüncü özelliği tamamlaması açısından emel kefeli’den bir alıntı yapmak yerinde olacaktır: “pozitivizmin edebiyata yansıması” şeklinde tanımlanan akım, nativizmin (doğuştancılık) yerini ampirizme (emprisme) bıraktığı bir devirde gelişir. tecrübeyi ve gözlemi esas alan felsefi düşüncenin hakim olduğu devirde tek otorite gözler ve ellerdir”. iki ayrı alıntıyla tamamlanan dördüncü özellik, ciddi bir gözlemcilikle gerçeği tarafsız kalarak, yani yazarın kendi dünya görüşünden ve değerlerinden bağımsız olarak, olduğu gibi yansıtması gerektiğini ifade etmektedir.

bu aşamada realist yazarın büyüklüğünü gösteren özelliğinin, aktardığı şeyin gerçekliğe ne denli uygun düşüp düşmemesi olduğunu, yazarın dünya görüşünün ikinci planda geldiğini söyleyen ve balzac’ı örnek gösteren györgy lukacs’a kulak vermek anlamlı olacaktır:

"balzac gibi büyük bir gerçekçi, yaratmış olduğu durumların ve karakterlerin özünde bulunan artistik gelişim, kendisinin en değer verdiği önyargılarıyla, hatta en kutsal saydığı inançlarıyla çelişme durumuna girerse, bir an olsun ikircik göstermeden bu önyargılarını bir kenara bırakır ve gerçekten ne görüyorsa onu anlatır, görmek istediği şeyleri değil. kendi özel dünya görüntülerine karşı bu acımasızlıkları, bütün büyük gerçekçilerin kıratlarını gösterir işarettir; bu, kendi weltanschauung’larını gerçeklikle bir ‘uyum’a sokmayı hemen her zaman başarmış olan, yani gerçekçiliğin bozulmuş ve çarpıtılmış bir resmini kendi dünya görüşlerinin kalıbı içine sokmayı başaran ikinci sınıf yazarlarla kesin bir ayrılığıdır büyük yazarların."

realizmin söz konusu özelliği romanın siyasi, dini, ahlâki bir amaca hizmet etmek üzere yazılmadığını, biçimsel mükemmelliği sağlayarak gerçekliği yansıtmaktan başka bir kaygısı olmadığını gösterir.