Gece Yattığın Zaman Sabah Uyanmak İçin Bir Sebep Bulamama Hali: Amaçsızlık
amaçsızlık…
nereye gideceğini bilememek. zihindeki çatışmaları durduramamak. zihnin içinden çıkamamak. dışa dönük bir moda geçememek. sabah büyük bir enerjiyle yorganı üstünden atarak yataktan fırlayamamak, şarkılar söyleyerek yüzünü yıkayamamak. telefonu amaçsızca defalarca eline almak, tuş kilidini açıp sonra geri kapatmak. telefonun efektlerini ve seslerini beğenip, onların verdiği hazzı yeniden yaşamak için defalarca aynı dokunuşları yapmak. ya da aynı haberleri defalarca okumak pahasına haber sitelerinde amaçsızca dolaşmak. can sıkıntısından televizyonun karşısında saatlerce oturmaktan, izlemeye değer hiçbir şey olmadığını bilmene rağmen kanallar arası gezinti yapmaktan kendini alamamak. bazen hiç aç olmadığını adın gibi bilmene rağmen, yapacak bir şey bulamayıp can sıkıntısından mutfağa gitmek ve bir şeyler atıştırmak... işte tüm bu sorunlar ve bunlara benzer pek çok sorunun görülebileceği ontolojik bir hal. dönemsel, ya da uzun bir sürece yayılmış ruh hali...
bir amaca sahip olmak çok büyük bir nimettir. bir tutkuya sahip olmak. bir dert ile dertlenmek. o tek bir derdi kafaya takıp uykulardan olmak ve o hedefine ulaşabilmek için dur durak bilmemek.
hayatı bir okyanus, insanı da okyanusta bir gemi olarak hayal edelim. amaçsız insan yelkenleri açılmış, motoru durdurulmuş ve dümeni terk edilmiş bir gemiye benzer. motoru ve direksiyonu devre dışı kalmış bir gemi, okyanusta savrulan bir yelkenli muamelesi görecektir. rüzgar nereye savurursa oraya gidecek, bazen su alacak, bazen kayalıklara çarpıp yara alacaktır. ve eninde sonunda batacaktır. ne manaya geliyor peki bir geminin batması? eskiden keyifle yaptığı şeylerin artık haz vermemesi, hayata dair hiçbir motivasyon kaynağının kalmaması, hiçbir şeyin onu cezbetmemesi demektir. yani o gemi artık hiçbir hedefe karşı bir cazibe, bir çekim hissedemez hale gelmiştir. psikiyatride eskiden keyifle yapılan şeylerin artık haz vermemesi durumuna anhedoni denilmektedir ve depresyon gibi tükenmişlik durumlarında karşımıza sıklıkla çıkmaktadır.
bir de hedefi olan, belirlenmiş bir rotası olan ve o hedefe büyük bir bağlılıkla bağlı olan gemiler vardır
onlar rotadan bir adım dışarı çıkmazlar. ve zihinlerinin ortasında o rotanın onları ulaştıracağı hedef vardır. bir an bile olsa o görüntü zihinlerinden çıkmaz. belki arada dev dalgalarla mücadele etmek zorunda kalabilirler. ya da kuvvetli bir fırtınadan hasar görmemek adına rotadan ufak sapmalar yapmak durumunda kalabilirler. bu zor zamanlarda hedefleriyle olan rabıtaları (zihinsel irtibatları/bağlantıları) birazcık kopar gibi olsa da hemen o rabıtayı yeniden kuvvetlendirecek yollara başvururlar ve hedeflerini düşünürler durmaksızın. hedefe varmak herkes için mümkün olmayabilir ancak bir amaca sahip olarak yapılan o yolculuk bile başlı başına büyük bir kazançtır. çünkü o kişi o yolculuk esnasında gücü, kuvveti, aşkı, tutkuyu, yılmamayı, bir şey tarafından cezbedilmenin mükemmel hazzını yaşamıştır. amacına ulaşamadığı için bu büyük kazancı gözü görmez belki onun, farkına varmaz bu nimetlerin. amaçsız bir şekilde okyanusta savrulan gemi, bu duyguların değerini çok iyi bilir hiç şüphesiz. bir şey en çok yokluğunda idrak edilir. ışık varken kimse ışığı düşünmez. fakat ışık ortamı terk ettiğinde zifiri karanlık çöker ve akıllara birden ışık düşüverir... ışık, yokluğunda değerlenir.
bir de amacına ulaşanlar vardır
eğer amaçları, vardıkları nokta insanın bedenine ve ruhuna gıda olacak bir noktaysa ve hakiki bir ihtiyaçtan doğan bir hedefse o kişinin aşkı ve tutkusu hiç sönmez. hakiki bir ihtiyaç ve cezbediliş, o hedefin bizzat kendisini arzulamak ve bizzat onun tarafından çekilmek demektir. ancak çevremizle bir yarış içine girdiysek ve hakikatte bizi hiç cezbetmeyen bir şeyi sırf mücadele ruhuyla kendimize hedef, amaç edindiysek vay halimize... amacımıza ulaştığımızda, amaçsız geminin okyanusta sağa sola savrulduktan sonra yaşadığı o tükenmişlik halinin aynısı bize de sirayet eder. biz de büyük bir yara alırız ve batarız. "hani buraya ulaştığımda çok mutlu olacaktım?" deriz... çünkü mücadele hırsıyla gözümüze görünmeyen hakiki ihtiyaçlarımız bir anda gün yüzüne çıkar. ve onların eksikliği bizi büyük bir hüsrana uğratır.
bir geminin yanlış, suni amaçlar peşinde koşup o yolda derin yaralar alması ve batması ya da amaçsızlıktan dolayı savrulup batması... her iki durumda da büyük bir hüsran söz konusudur. bir geminin batması demek, amaç edinme kabiliyetini yitirmesi demektir. bir hedef belirleyip o hedefe yoğun bir tutkuyla bağlanma ve tutkusu için elinden gelen her şeyi yapabilme kabiliyetini yitirmesi demektir. artık bir şey tarafından cezbedilmez. hiçbir şeye aşkla bağlanıp ona doğru koşarak ilerleyemez. bunu sağlayan mekanizma çökmüştür ve büyük bir emek verilerek yeniden canlandırılması gerekir. burada önemli olan nokta, o mekanizmanın yeniden canlandırılabileceğinin bilinmesi ve asla unutulmamasıdır. hayat enerjisi, yaşama sevinci, çocuklardaki o bitmek tükenmez aşk halinin yeniden elde edilmesi mümkündür. fakat bu kadar büyük bir nimetin tekrar kazanılması elbette kolay olmayacaktır.
burada kafaları karıştıran bir kavram vardır ki, o kaderdir
geçmişten günümüze pek çok insan bu konuyu kavramakta zorlanmıştır. kimi “her şey kaderdir, biz kendi irademizle hiçbir şey yapamayız. insan kendi kaderine mahkumdur.” diyerek yaptığı yanlışlar da dahil her şeyi allah’a yüklemiş. kimi de “insan kendi kaderini çizer, allah bizim işimize karışmaz” diyerek allah’ı tamamen devre dışı bırakmıştır. ilk grup cebriye grubu olarak adlandırılmış. ikinci grup ise kaderiye grubu olarak adlandırılmış. ilki insanın özgür iradesini, seçimlerini inkar ederken; ikinci grup kader kavramını topyekûn inkar etmiştir. insan cebriye grubu gibi özgür iradesinin gücünü küçümserse belli bir hedefe doğru ilerleyecek motivasyonu elde edemez. teslimiyet/tevekkül moduna geçtiğini zanneder ancak farkına varmadan tembellik moduna geçer. bu durumda okyanusta savrulan gemi durumuna düşer. fakat kaderiye grubu gibi bir rota çizip hiçbir sorun yaşamadan muhakkak hedefine varacağına inanırsa; yani kader kavramını topyekûn inkar ederse, bu sefer de yolda karşısına çıkacak beklenmedik sürprizler onda şok etkisi yaratır ve yeniden rotasına dönecek gücü kendinde bulamaz.
kader kavramı oturulup uzun uzun kafa yorulacak ve her adımda zihnimizi meşgul edecek bir kavram değildir. “evdeki hesap çarşıya uymaz” sözünün hakikatini idrak etmek kaderin varlığını deneyimlemiş olmak demektir. fakat bu konuyu bir kez idrak ettikten sonra buna kafa yormayı bırakmazsak, günlük hayatımızda büyük sorunlar yaşarız. ve yukarıdaki iki uç grup gibi hayatın gerçekleriyle hiçbir şekilde bağdaşmayan bir inanca sahip oluruz, bu basit kavram çok kompleks bir hal alır ve bizde çeşitli takıntılara neden olur. bu durumda hedefimize asla varamayız, hatta belki bir hedef dahi belirleyemeyiz. ya bir hedef belirleyecek gücü kendimizde bulamayız, “nasılsa her şey kader” diye düşünerek tembellik çukuruna düşeriz. zihnimizi bir hedefe konsantre edemeyiz. ya da “kader diye bir şey yok” diye düşünürken, yolda karşımıza çıkan beklenmedik en ufak bir durumda motivasyonumuz alt üst olur.
kader kavramı bu paragrafta da belirtilen hakikatler bir kez idrak edildikten hemen sonra zihinlerden çıkarılmalı, o konuda düşünmekle meşgul olunmamalıdır.
hedefin rüyalara girmesi, o başarı ile yaşanacak mutluluğun ve elde edileceklerin hayaliyle uykuların kaçması ve sabah yataktan fırlayarak çıkıp o hedefe ulaşmak için deli gibi çalışmak başkadır. o hedefe ulaşamamak korkusuyla büyük bir acı çekmek, oraya gitmeyi çok istemeye rağmen gerekenleri yapamamak ve bundan dolayı yoğun ızdırap duymak ise çok başka bir şeydir.
ilkinde motivasyon, amaca tutkuyla bağlanma, azim söz konusudur. ikincisinde ise demoralizasyon, motivasyonsuzluk, tutkusuzluk, enerjisizlik, korku ve pişmanlık dolu düşüncelerin altında ezilme hali söz konusudur. ilki hayat enerjisi ve aşkını yitirmemiş kişinin halidir. ikincisi ise depresyon bataklığında, düşüncelerinin içinde boğulan insanın halidir.
peki neden olur amaçsızlık?
neden eskiden bizi cezbeden şeylere karşı ilgimizi yitiririz? neden bir şeyleri yapmamızı sağlayacak o ateşleyici sistem çalışmaz, o itici gücü neden bulamayız artık kendimizde? ve çok istesek de neden yataktan çıkamayız, erteler dururuz işlerimizi?
insan beden değildir. insan ruhtur, can'dır, ahsen-i takvim'dir (en güzel biçimde yaratılmış canlı)... beden ise insanın madde boyutuna geçişini sağlayan kostümdür. ve madde boyutunda çeşitli eylemleri yapabilmesi için insanın emrine verilen bir çeşit araçtır beden. bu çerçeveden bakıldığında beden çok kutsaldır. insanın hizmetindedir. bu nedenle insan ile beden arasındaki bağlantının koparılıp, insanın yeniden ait olduğu boyuta çekildiği ölüm hadisesinden sonra o kutsal araç, ait olduğu yere gömülür. beden toprağa aittir. mikroskobik bilimsel gerçeklerin de ötesinde, bedeni bir kilit gibi düşünecek olursak onun anahtarının toprak olduğunu makroskobik düzeyde de görmemiz mümkündür. bedeni en güzel biçimde çözecek olan ayrıştırıcılar toprakta bulunmaktadır. ve bedenin doğadaki döngüsüne mikroskobik düzeyde devam edebilmesinin en güzel yolu olan toprak ile buluşması, ona ve onun sahibine karşı yapacağımız son görevi yerine getirmenin en güzel yoludur.
kendimizi çok iyi tanımalı ve doğrudan bağlantılı olduğumuz bedeni çok güzel kullanmak zorundayız. fakat bunun için sağlam bir ilme ihtiyacımız var. bedeni kullanmak için tıp ve diğer pek çok bilim dalını bilinçli bir birey olarak takip edebiliriz. bedeni kullanan bizim, yani ruhun kendisini yıpratmaması için de belli bir bilgi kapasitesine ulaşması gerekir. kimi insanlar bedenlerini çok güzel korurlar fakat ruhları yıpranır. kimi insanlar da madde aleminde oldukça cahil ve kültürsüz olmalarına karşın gönül ilminde epey yol kat etmişlerdir. bedenlerine bakarsınız, basit bir köylü olarak görünürler size. bedenleri bakımsızdır ve göğüsleri sarkıktır kadın cinslerinin örneğin. göbek sarkmış, bel iki büklüm olmuştur. ancak yanına yaklaşıp nasılsın diye sorduğunuzda gönlünüze dokunacak cevaplar alırsınız. ve her sabah dipdiri bir şekilde, büyük bir motivasyonla yataklarından çıktıklarını görürsünüz. üstelik madde alemini ilgilendiren tüm o problemlerine rağmen…
amaçsız, zihinsel çatışmaların elinde perişan olmuş, içe dönükleşmiş ve ruhsal anlamda büyük bir yalnızlık çeken insan hayatı adeta bir camın ardından yaşar. insanların içindedir belki, fakat ruhsal olarak onlarla arasında bir cam varmış gibi hisseder. bu durum bazen yoğun acı verir. hayata karışmak ister, insanlarla aynı düzlemde yaşamak ister. insanlarla arasında ince bir perdeyle yaşamak istemez. o da hayat enerjisiyle, hayat aşkıyla, tıpkı insanlar gibi içinden gelerek ve büyük bir zevk alarak yaşamak ister hayatı. fakat eskiden bayıldığı şeyler dahi artık onu cezbetmez. yoğun bir duyarsızlık, gamsızlık hali vardır. bu gamsızlık hali geminin su alma ve batma seviyesine göre değişir.
örneğin bir sınava kimi son geceye kadar çalışmaz fakat son gece "yumurta-kapı" etkisiyle kendisinden beklenmedik bir motivasyonla o sınavı halleder. fakat gemi paramparça olmuş ve tamamen dibe batmışsa bu son gece etkisi de görülmez artık kişide. içi içini yer fakat ruhsal anlamda eskiden son gece de olsa gelen o "içine bir ateş düşme hali", yani o ateşleme mekanizması artık tamamen iptal olmuştur. "kıyamet kopsa umrunda değildir" denemez, içinde bir yerde gereken reaksiyonu gösteremediği için çok üzülen birisi vardır. fakat ateşleme sistemi tarafından ateşlenmediği için tepkisizleşmiştir. örneğin vakitler geçmesine rağmen bitirilmesi gereken işleri, çalışılması gereken dersleri çalışamamak çok canını yakar. fakat yine de yerinden kalkıp tutkuyla dersin başına geçmesini ve orada istikrarlı bir şekilde kalmasını sağlayacak olan mekanizma artık işlemediği için vaktin boş boş geçip gidişine içi yana yana seyirci kalır. elinden bir şey gelmez.
peki nedir bu ateşleme sistemi?
tıp dilinde sempatik sistem olarak bilinen, "savaş ya da kaç" emrini vererek kişiyi harekete geçiren sistemdir. depresyonda bu sistemin artık çalışmadığı görülmüştür ve pek çok tedavi, ilaç bu sisteme takviye amacıyla ya da bu sistemi çalıştırmak amacıyla geliştirilmiştir. klasik bir örnek verecek olursak. tam köşe başına geldiniz ve köşeden bir köpek çıktı. ağzından salyası akıyor. ve oldukça saldırgan bir görüntüsü var. o anda "kaç!" diye kısa ve net bir emri size vererek düşünmenize dahi fırsat vermeden tabanları yağlamanızı sağlayan sistemdir sempatik sistem. bu sistem insanın motivasyon kaynaklarına göre dizayn edilmiştir. örneğin bu sahneyi eşinizin yaşadığını görseniz çok büyük bir ateşleme ile harekete geçersiniz. fakat tanımadığınız ve sebepsiz bir antipati duyduğunuz bir insan yaşasa çok da ateşlenmezsiniz. yani gönlünüzde barındırdığınız kişiler ve şeyler bu sistemin çalışma mekanizmasında doğrudan etkilidir. fakat eğer insanın hakikatini kavrarsak, karşımızdaki kişinin eşimiz ya da başka bir yakınımız olması ile tanımadığımız bir insan olması çok fazla bir şey değiştirmez. insan olması yeterli bir sebeptir. fakat gönlü bu kıvama getirmek için çok yoğun emek gerekir. bazı halleri yaşayıp, insanın hakikatini görmek gerekir. bu hakikati birilerinden duyamayız ya da bir yerlerden okuyamayız. bu yeterli değil, görmemiz gerekir. o zaman karşımızdaki kişinin insan olması, hatta canlı herhangi bir varlık olması ateşlenmemiz için yeterli olacaktır.
işte depresyonda bu sistemin artık sağlıklı işlemediği görülmüştür, peki ne olmuştur da bu sistem çökmüştür?
öncelikle yukarıdaki mekanizmada merkezi bir konumda bulunan gönül kavramını iyi idrak etmeliyiz. ruh dediğimiz varlık kabaca gönül ve nefs ikilisinden ve bir de bu ikilinin yaşattığı halleri deneyimleyen bilinçten/şuurdan müteşekkildir. daha pek çok parçası vardır fakat bu başlığı ilgilendirenler bunlardır. gönül, maddesel bir organ olmaktan ziyade ruhsal organlarımızdan sayılmaktadır. ve içinde eşyaya (her şeye) yüklediğimiz manaları barındırır. örneğin karım benim gönlümde çok kökleşmiş, çok derin ve oldukça büyük bir manaya sahipken, sokaktaki bir maganda/sapık için "oldukça sexy ve bir an önce düzülmesi gereken, sonra da kafası koparılarak nehire bırakılması gereken bir kadın" manası taşıyabilir. bu iki mana birbirine çok zıt olsa da aynı şey için her insanın gönlünde çok farklı şekillerde ve dozajlarda manalar bulunabilmektedir. ben eşim için canımı dahi verebilecekken, o adam eşime oldukça basit ve eşimin hakikatine aykırı; onun hak etmediği bir mana yüklemiş olabilir.
işte sempatik sistem ruhun bir organı olan gönül ile doğrudan bağlantılıdır. gönüldeki manası çok yüksek olan bir şey tehlikeye düştüğünde hemen uyarılır ve bizi o şeyi kurtarmamız için ateşler. depresyondaki bir insan her şeye ilgisini bir ölçüde yitirdiği için sempatik sistemin işleyişi de bozulmuştur. çünkü gönlünde eskiden çok hoş bir manası olan dünya ve içindeki her şey (allah/yaratıcı, sevdiklerimiz, çiçekler böcekler ve doğanın her bir parçası, kendimiz) artık eskisi gibi hoş manalar içermez.
kabaca dört ilişki kategorisinde incelenir depresyondaki bir insanın gönlü. sıralamadan bağımsız olarak 1. aşkınlık (madde ötesi, yaratıcı, allah vs) 2. kendisi 3. doğa/eşya (her şey) 4. insanlar... işte bu dört kategorinin bazen hepsi bazen de bir kısmı yoğun bir değişime uğrar. kendinden tiksinme, madde ötesi ile çözemediği meselelerin olması, insanlardan nefret etme ve onlara artık güvenememe, doğayı ve içindeki hiçbir şeyi eskisi gibi sevememe hallerini yaşar. bir çocuğun sahip olduğu gibi bir aşkla kırlarda koşamaz örneğin.
dolayısıyla gönülde yitirilme korkusu yaşanan hiçbir şey kalmamış gibi görünmektedir. bu nedenle sempatik sistem tamamen işlevsiz hale gelmiştir. çünkü o, yitirmekten korktuğumuz şeyleri korumamız için temin edilmiş bir sistemdir. en depresif insanda bile can kaygısı görülebilir. fakat öyle dip noktalar vardır ki ölüm bile eskisi kadar korkutmaz insanı. çünkü hayat, yaşamak, can gibi kavramların manası da değişmiştir artık gönülde.
tabi bu konuda bazen "ıssız adam" moduna girerek kendimizi ve çevremizdeki insanları kandırabiliyoruz. canımızın hiçbir değerinin kalıp kalmadığını ölümle gerçekten burun buruna geldiğimizde anlarız. yani depresyonu da karizmatik bir kimlik olarak kullanarak muhataplarımızdan faydalanma riskimizden bahsediyorum. "ıssız adam" modları özellikle kızların ve bazı erkeklerin ilgisini çekebilmektedir ve bu konuda uzmanlaşmış sahte "ıssız adamlar"ın sayısı da azımsanmayacak kadar çoktur.
neden çöküyor bu ateşleme sistemi? motivasyonunu neden yitiriyor insan? neden dört ilişki kategorisinde de gönlündeki manalar eskisi gibi kalamıyor ve dört kategoriden de soğuyor insan? neden bu dört ilişki kategorisinde bir çocuğun baktığı gibi bakamıyoruz?
beden ve ruh başta da belirttiğimiz gibi özenle kullanılması gereken varlıklardır. tüketilmemesi gereken varlıklardır. ve her insanın beden ve ruhu besleme konusunda donanımlı olması ideal olandır. fakat kimi insan madde dünyasına fazla dalıp bedeniyle meşgul olurken ruhunu tüketiyor, kimi insan da mana ile fazla meşgul olup maddeyi ihmal ediyor ve ruhu daralmaya başlıyor. her ikisi de dengeden şaşmaktır, itidal yani orta yolun dışına çıkmaktır. ideal olan maddeyi ve manayı, bedeni ve ruhu eşzamanlı ve doğru şekillerde beslemektir.
bedende çeşitli hormonal mekanizmalar işlemektedir elbette. fakat bu hormonal düzenin nereden beslendiğini ve randomize mi yoksa bir kaynağın hallerinden etkilenerek mi salgılandığını düşünmek aklımıza gelmeyebiliyor bazen. ya da bilimin manayı gözardı edişinden bizler de nasibimizi alıp fazla maddesel düşünebiliyoruz. yani duygu durumumuz üzerinde etkili hormonların sebep değil, sonuç olabileceğini de düşünmek oldukça elzemdir. o hormonal değişiklikler nereden kaynaklanmaktadır? ruhun yaşadığı haller; hormonal düzenimiz üzerinde etkili midir değil midir?
bu düşünce sisteminde insanı beden zannedip, şoför ile arabayı birbirine karıştırabiliyoruz. arabanın bir şoförü olduğunu, insansız araçların bile bir programlayıcısı olduğunu göremeyebiliyoruz. insanı beden zannettiğimizde ne oluyor? bedenimizi yöneten bizi, kendimizi de görmezden gelmiş oluyoruz. yani aslında kendimizi yok ediyoruz. kendimize "ben bu bedenim işte. bu el kol, göz, deriyim ben. ötesi yok. bu kadarım ben" diyerek büyük bir hakarette bulunuyoruz. dolayısıyla bedenimiz ferrariyse kendimizi ferrari zannedip çok mutlu oluyoruz ve havalara giriyoruz. bedenimiz şahinse kendimizi şahin zannedip depresyona giriyor ve hayattan soğuyoruz. oysa böyle düşünen herkese şöyle haykırmak isterdim; "kendinize gelin! siz bu bedenden ibaret değilsiniz! siz çok daha ötesisiniz! siz can'sınız can! bir bilseniz bu bedenin içindeki sizi, o zorlu yolu yürüyüp kendinizle bir tanışsanız ahhh!!!"... ama bu işlerde ısrar yok. kırmızı hapı ve mavi hapı sunmaktan başka bir şey gelmiyor insanın elinden. hangisini yutacağını kişi kendisi belirlemek durumunda...
“senin canın içinde bir can var, o canı ara!
beden dağının içinde mücevher var, o mücevherin madenini ara!
a yürüyüp giden sufi, gücün yeterse ara;
ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara.”
mevlana
işte biz hatayı bedeni ve ruhu ayrı ayrı ve bilinçli bir şekilde beslememiz gerektiğini göremeyerek yaptık. çünkü bizi yetiştirenler de göremiyordu ya da bizim anlayacağımız şekilde anlatıp bizi ikna edemediler. hayat sınavı buradan başlıyor işte. içine doğduğumuz aileyi aşıyoruz önce. sonra içinde bulunduğumuz çevreyi. ve öyle bir noktaya yükseliyoruz ki aile de, içinde bulunduğumuz çevre de oldukça aşağıda kalmış. ve bizim bulunduğumuz yere gelebilen insanlar hep özel insanlarmış. tüm ulu bilgeler o noktadan sesleniyorlar işte bize. "buraya gelin, burası çok güzel" diyorlar...
ruh açsa ve beslenmesi gerekiyorsa bedene istediğimiz kadar enerji içeceği yükleyelim yine de 5 yaşındaki bir çocuğun içten gelen enerjisiyle yarışamayız. onun gibi aşk dolu olamayız. onun gibi koşamayız kırlarda, sokaklarda, parklarda. onun gibi sevemeyiz insanları. onun gibi sevemeyiz kendimizi. onun gibi sevemeyiz çiçekleri ve böcekleri... onun enerjisi içten/ruhtan geliyor. bizim enerjimiz ise takviye, dışarıdan. taşıma suyla değirmen dönmüyor elbette...
peki o halde içten gelen o enerjiyi nasıl koruyabiliriz? ya da yitirdiysek nasıl yeniden kazanabiliriz? o ateşleme sistemini nasıl yeniden harekete geçirebiliriz? nasıl yeniden aşkla bakabiliriz dünyaya? nasıl yeniden liseli aşıklar gibi büyük bir heyecanla çıkabiliriz sokağa? yeniden içimiz kıpır kıpır olmak için ne yapmalıyız?
bizi en çok yoran ve yıpratan iki şey gönlümüz ve nefsimiz. gönlümüzde kainata yüklediğimiz manalar yüzünden bu haldeyiz. insana, doğaya, allah'a ve kendimize bakışımızda bir sıkıntı var. o halde evvela gönlümüzdeki bu zehirli manalara savaş açmalıyız. nefsimiz ise kısır döngülerimizi, bağımlılıklarımızı içeriyor.
örneğin erkekler olarak kızlara yüklediğimiz manayı ele alalım
ortaokulda ilk ergenlik yıllarımızda bir kızı nasıl severdik? onu görünce kalbimiz yerinden çıkacak gibi olmaz mıydı? o nasıl bir güzellikti öyle değil mi? ona bakınca "vajina, meme ya da popo" görmezdik. hatta bunları düşünecek olsak içimizde bir suçluluk hissederdik. ya da bir hata yapıp da onu düşünerek mastürbasyon yapacak olsak göğsümüzden sıcak sıcak bir şeyler erirdi. kötü hissederdik kendimizi. gönülden severdik çünkü o zamanlar. o kıza yüklediğimiz anlam/mana buydu. güzellik görürdük onda. fakat zamanla pipiyi kaşımanın ve sonunda orgazm olmanın hazzı bize çok cazip geldi. en ufak bir streste ya da mutlulukta o kaşımayı ve boşalmayı hayatımıza katık ettik. sonuç? kadına baktığımızda "vajina, meme, popo" üçlüsünden ve bu üçlüyle çeşitli pozisyonlarda kurduğumuz ilişkilerden başka bir şey göremez olduk. sevdiğimizi zannettiğimiz kızla bile artık en fazla 1 ay bunları yaşamadan durabiliyorduk. peki kötü müdür bunları görmek? kötü müdür bunlarla ilişki kurmak? elbette değildir. fakat iki insan arasında yaşanacak her türlü ilişkinin kapısı gönüldedir. gönül kapısından geçmeyen, gönülden yaşanmayan her türlü ilişki madde dünyasında kalmış bir çıkar ilişkisidir. gönül madde dünyasına ait olan bedenin, mana alemine ait olan ruha açıldığı yerdir. hatta hakikatte gönül, ruhtur fakat burası ince mesele... onu işin ehline bırakalım, haddimizi aşmayalım.
dolayısıyla iki insan, ne tür bir ilişki yaşayacak olursa olsun; özellikle samimi bir dostluk ya da duygusal bir ilişkide öncelikle gönül bağları kurulmalıdır. gönüllerde güzel bir köşe tahsis edilir ve o köşedeki koltuklara güzelce bir yerleşilir. işte o noktadan sonra kadın da erkek de bedenini ve ruhunu tamamıyla karşı cinse teslim etmeye hazırdır. zaten bu ilk aşamayı şehvet katmadan saf bir şekilde yaşayarak gönüllere yerleştikten sonra yaşanan bir cinsel birliktelik aynı zamanda ruhların da birleşmesini temin edeceği için, o iki insanın bundan sonraki süreçte birbirinden kopması çok daha zordur. fakat günümüzde bizlere, bizim gibi görüşü bozulmuş insanlara bu ince meselelerin anlatılması ve idrak ettirilmesi oldukça zordur.
bağımlılıklar bizi hep aynı manaları yaşamaya iter. ve o manalarda donar kalırız. o manalara takıldıktan sonra da karşımızdaki insan ya da her ne ise, ona baktığımızda ya da onu düşündüğümüzde o mana dışında başka bir şey görmeyiz onda. bir kadın hakikatte rengarenk bir canlıdır. bin bir türlü özelliği vardır. letafeti vardır. güzelliği vardır. göğsünde taşıdığı yoğun ve derin bir heyecanı vardır. gamzeleri vardır. güzel gözleri vardır. tüm seksüellik kurallarının ötesinde bir bedensel güzelliği vardır. sesindeki tatlılık ve canlılık vardır örneğin. daha saymakla bitiremeyeceğimiz, yaşadıkça doyamayacağımız bin bir güzelliği vardır. ve son olarak erkekle kadına birliği tattıran o birleşme halinde keşfedilen bir şey daha vardır. o an yepyeni bir şey keşfedilir kadında. fakat gönülden yaşanmayan birleşmelerde bu hal görülemez. ve kadında varlığından bahsettiğim o özelliği de gönülden sevmeyen bir erkek asla keşfedemez. bu da gönülden yaşanan cinselliğe kondurulan bir taçtır adeta. o çiftlere bir ödüldür... onu tatmak için her iki tarafın da adam olması ve gönül ehli olması gerekir. şehvet ateşiyle nefs gözlüğüyle değil, aşk ateşiyle gönül gözlüğüyle bakmalı hayata…
peki bu bir tek manada donup kalma konusunda mevlana ne diyor?
mealen;"donma! eri ve ak! kainat rengarenk, ama sen göremiyorsun! tek bir renge bürünmüş kalmışsın."
bu hale gelmiş bir insan duygusuzlaşmıştır artık
herkesi bir alandan seyreder. hep aynı noktadan bakar ve aynı hususta damgalar insanı. yalnızlık ve duygusuzluk, o insana en büyük cezadır. rick and morty dizisinde rick karakteri aslında bir açıdan bu kişilerin yaşadığı hali anlatıyor. “ilim, ilim bilmektir. ilim, kendin bilmektir. sen kendin bilmezsin. ha bir kuru emektir” sözünü yunus emre boş yere söylememiş elbette. rick karakteri bilimle ilgilenmeden önce yunus emre ile tanışıp insanı ve eşyayı tanıyıp bunların hakikatini öğrenmiş olsa bilim ona o kadar zarar vermezdi belki de. bu hakikatleri tam anlamıyla öğrendikten sonra bilim tam aksine, oldukça güzel ve faydalı bir şeydir. yaşadığı ızdırabın sebeplerini bir bir kendisine anlatırdı belki. insanın bir bedenden çok daha ötesi olduğunu bizzat göstererek idrak etmesini sağlardı belki…
gönlün sahip olduğu manalara ve nefsin hijyenik durumuna göre, bu ikisinin arasında çeşitli halleri deneyimleyen bilinç de bizleriz. biz bu ikisini değiştirme şansına sahibiz. fakat değiştirdikten sonra bu ikisine yüklediğimiz verilerin bize yaşatacağı hayata da katlanmak zorundayız. kendi matrix’imizi kendimiz oluşturuyoruz.
gönüldeki yanlış, hakikatten uzak manalar bir yerden sonra öyle zehirli hale gelirler ki; artık bize zarar vermeye başlarlar. neye baksak içimiz kararır. ve nefs, bizi öyle esir almıştır ki bağımlılıklar elinde perişan oluruz. gönül ve nefsi doğru şeylerle donatmak bizim elimizde. kiminin gönül kodları/manaları onu göklere çıkarırken kiminin kodları ona cehennemi yaşatmakta. hemen nefsimize ve gönlümüzdeki kirli manalara karşı mücadele başlatmalı ve bizi zehirleyen matrix’imizden kurtulmalıyız.
kendimize format atma süreci aslında bu süreç
gönlümüzdeki o pislikleri temizleme, nefsimizin gücünü kırıp kontrolü yeniden ele geçirme süreci. yeniden iradeli ve güçlü bir insan olma süreci. ve yeniden aşkla içimize derin derin nefesler çekerek yürüyüşler yapma süreci. yeniden kaybettiğimiz o ateşleme sistemini harekete geçirerek, her işimizi ertelemeden vaktinde yapabilecek hale gelme süreci. insanlarla aramızdaki o camı kaldırıp yalnızlıktan kurtulma süreci. hayatın dışında kalmışlık hissinden ve bir şeyleri kaçırıyormuş gibi hissetmekten kurtulma süreci. bir hedefe kilitlenip o hedefe doğru emin adımlarla koşacak gücü yeniden elde etme süreci.
hadi bir de sır verelim. o ateşin adına aşk demişler. aşkın ateşi… (bkz: od) o yitirdiğimiz ateşleme sistemi hayat aşkıdır aslında. bu aşkı yitirdiğimiz için ara ara karşı cinse aşık olarak yeniden o eski hallerimizi yaşamaya çalışıyoruz. fakat bu hareket aslında karşımızdaki insanı ve kendimizi tüketmekten öteye gitmiyor. karşı cins, depresyondan çıkmak için kullanılacak bir araç değildir. yalnızlık her ne kadar ağır gelse de, bir süre arabayı kenara çekip durdurmak ve motor bakımını yapmak gerekir. köşemize çekilmeli ve bir süre motorun soğumasını, onarılmasını beklemeliyiz. bu, zaman isteyen bir iş. daha sonra çok daha güzel, sağlam, kaliteli bir motorla yola devam edebiliriz. evet yalnız başımıza, ıssız bir yol kenarında motorun daha güzel hale gelmesini beklemek büyük sorumluluk ve ağır bir yük. hele ki zaten güçsüz düşmüş, zaten hayat enerjisini yitirmiş bir insan için. ama bizi bu hale getiren başkaları değil, biziz. yine eskisi gibi güzel bir insan haline gelmek de bizim elimizde. kimse bizim yerimize bu işi yapamaz. motor eski gücüne gelene kadar beklemekten kastım, gücümüzü toplayıp o pis manalarımızla hayata daha güçlü bir şekilde atılmak değil. o pis manalarımızı temizleyip, daha kaliteli bir motorla daha kaliteli bir rotada güvenle ve aşkla yol almak.
aşk od’unu yaktığımızda olacakları anlatmaya kelimeler yeter mi? elbette hayır. çocukluktan itibaren kaybedilen tüm güzel şeyler ve daha önce hiç tadılmamış nice güzel sürprizler bizleri bekliyor. insan olup hak edersek…
“aşk gelicek, cümle dertler tamam olur.”