KÜLTÜR 19 Ekim 2017
29,7b OKUNMA     791 PAYLAŞIM

Gerek Kitabıyla Gerek Filmi veya Dizisi İle Başyapıt Olmuş Harika Eserler

Defalarca izlenesi veya okunası eserler arayanlar için Sözlük yazarlarının başyapıt niteliğindeki favori eserlerini sizler için sıraladık.


the handmaid's tale

distopya olması beni kendine yaklaştırmışken, izleyince karşılaştığım dünya sersemletti. muazzam bir dizi olmuş. özellikle kadınsanız, belirli kurallara göre yaşamanız emrediliyorsa ve etrafınızda türlü pislikler dönüyorsa; izlediğiniz şeyin gerçekleşme ihtimalinden dolayı daha da geriliyorsunuz.

bir an olmadı şu ana kadar kalp sıkışıklığı yaşamadığım. özellikle renklerin hikayeyi tasvir etmedeki başarısını göz ardı edemem. tek tipleştirilen ve sadece belirli görevleri olan insanlardan oluşan bir toplum izliyoruz. ince ince işlenmiş her olay.

diziyi izledikten sonra kitabını da okumak istiyorum. kitapla beraber de bambaşka bakış açıları kazanacağıma eminim.

the lord of the rings

kaçıncı kez izlediğimi bilmiyorum fakat her izlediğinde bende aynı etkiyi bırakan tek film. harikulade bir yapıt, yok yani eşi benzeri. bir film bu kadar iyi uyarlanabilir bir kitaptan. ruhu şad olsun tolkien'in de bu çeşit bir hayal gücü bu muhteşemlikte bir zeka hakikaten saygı duyulası.

papillon

vazgeçmek, vazgeçmemek üzerine yapılmış en iyi filmlerden. vücudu esir alınmasına rağmen ruhuna (umut, hayal) zincir vurulamayan adamın ceza sistemine getirdiği, nefis müziğiyle mükemmel bir eleştiri.

the name of the rose

umberto eco'nun efsane romanından uyarlanarak sean connery'nin müthiş oyunculuğunu sergileme şansı yakaladığı filmdir. geçtiği dönemi çok güzel yakaladığını düşündüğüm bu film, gerçekçiliğe ve görsel estetiğe de sahiptir. filmle ilgili tek komiklik ( o dönem için gerekli bir ayrıntı olmasına rağmen ) sean connery'nin saç tipidir. ortası delik bir saksıya benzettiği kafasını sayın connery her sahnede izleyicinin gözüne sokmaktadır.

kiliselerin ve din adamlarının hakimiyetini kabul etmiş orta çağ avrupasında, gülmenin günah sayıldığı için yasak olması ve güldüren kitapların da okunmaması için zehir sürülmüş sayfalardan oluşturulması detaylarını barındıran bu film, ağır tempoya sahip ancak kesinlikle sıkıcılıktan uzaktır... merak unsurlarıyla izleyiciyi kendine bağlar, dolayısıyla herkesin izlemesini tavsiye ederim.. özellikle de ortaçağ tarihini merak eden ve sevenler için..

game of thrones

ilk bölüm itibariyle şimdiye kadar izlediğim en iyi uyarlama ünvanını haketmiş dizi. kitaptaki anlatı ile oldukça paralel bir dil tutturmuşlar. diğer entarilerde belirtildiği gibi mekan, kostüm, kültürel alt yapı gibi detaylar konusunda oldukça başarılılar. bunu george r r martin in bu işin içinde olmasına ve bu projede çalışan insanların derslerine iyi çalışmalarına bağlıyorum ben. youtube'da artisans of game of thrones şeklinde arama yaptığınızda işin mutfağında nasıl bir kadro ve emek olduğunu görebilirsiniz. karakterlerin ve mekanların oya gibi işlendiği kitaptan sonra yapılan uyarlamada haya kırıklığı yaşama ihtimalini yüksek görüyordum ben açıkcası. sağ olsunlar beni utandırdılar.

le notti bianche

inanılmaz şekilde venedik'i hatırlatan ama ismi hiç geçmeyen bir şehrin içinde uykusuz bir gecenin içinde tanışan ve yalnızlıklarını paylaşan/paylaşamayan iki yabancının öyküsünü anlatır visconti bu dostoyevski uyarlamasında.

aşk, beklemek, ümitsizlik, bağlanmak, gene beklemek, kazanırken bir anda kaybetmek... tüm bunlar genel olarak uzun diyaloglarla süren bu filmde vardır. mastroianni'nin yakışıklılığı ve gençliğinde de yüzüne çok yakıştırdığı hüzünle beraber, maria schell'in o eski zamana ait narin, kırılgan gözüken ama esasında yıkıcı olan güzelliği başroldeki bu ikilinin uyumunu masalsı kılar. özellikle filmin sonundaki kar sahneleri bu havayı pekiştirir.

bu film fransız ve italyan ortak yapımı olduğu için nuit blanches olarak da bilinmektedir. 2001 yılında, istanbul film festivali'nde gösterilmişliği vardır... ayrıca (bkz: la notte).

faust

okurken şeytanın nefesini insanın ensesinde hissettiren eser. ara ara karşınızdaki koltuğa bakarsınız acaba orda mı diye. ordadır da aslında (bkz: karamazov kardesler). ancak, dikkatle bakıldığında şeytanın insanların arasındaki asıl yeri görünür apaçık. nihayetinde ne güçlü ne de güçsüzdür o. gücü de zayıflığı da bizim duruşumuzla alakalıdır. sadece çenesi vardır ki bunu da çok iyi kullanır ama son söz hakkı gene bizimdir. yani, gidilen yol bizim seçtiğimiz yol, verilen karar bizim verdiğimiz karar, sonucunda iyi ya da kötü karşımıza çıkan da hak ettiğimizdir (bkz: özgür irade). faust kendi iradesiyle kararını vermiş, sonradan pişman olsa da sonuçlarına katlanmak zorunda kalmış biridir kısaca. keşke onun için de ikinci bir şans olsaydı deriz kitabın sonunda ama bu bizim içimizdeki iyilikten kaynaklanır. çünkü faust'un sonu hak ettiğinden daha fazlası ya da azı değildir. bunun ne şeytanla ne de mephistoyla ilgisi vardır.

solaris

lem'in kitabıyla karşılaştırıldığında hikayenin oldukça değiştirilmiş bir versiyonunu aktarmasına rağmen, romanın temelinde yatan insan hafızası, aşk ve bilinçaltı hakkındaki göndermeleri başarıyla aktarmış, yavaş tempolu olmasına rağmen seyirciyi sıkmayan, kendini merakla izleten, görüntü yönetmenini ayrıca tebrik etmek istediğim soderbergh filmi.

tarkovsky'nin 1972 tarihli ilk adaptasyonuyla karşılaştırıldığında ise, soderbergh'in çalışması ilk versiyondaki komünist ögeleri çıkararak daha kapitalist bir yaklaşım sunmakta. tarkovsky, tanrıya ve dinsel inançlara hiçbir gönderme yapmamakla birlikte, solaris'i her şeyden üstün bir devlet mekanizmasıyla birleştirmişti, soderbergh ise aynı yolu izliyor, ancak çözümü bireysel bir yaklaşımla ana karakterin kendi kendini kurtarmasında sunuyor.

iki film ve kitap arasındaki farklar uzun uzun tartışılabilecek olsa da, hiçbirinin diğerinden üstün olmadığı (belki kitap biraz daha başarılı) ve hepsinin temelinde insanlığın kendini anlayabilmesi için uzaya açılıp farklı dünyalar keşfetmesi değil, cevabı kendi içinde araması gerektiği düşüncesi yatmakta, kendi içimizde ne bulursak bulalım, ihtiyacımız olan en gelişmiş uzay teknolojisi değil, bir ayna.

the grapes of wrath

john ford uyarlaması film olağanüstü bir tablo çiziyor. zaten bu tablo o kadar gerçekçi ki, insan 1940 yılında böyle bir filmin nasıl çekilebildiğine inanamıyor. tanrının varlığını sorgulayan agnostik bir vaiz, büyük buhranın insani sonuçları, kapitalizmin yol açtığı toprak reformunun götürüleri, şansı yaver giderse tüm gün çalışan ve buna rağmen karnını bile doyuramayan çiftçiler, teknolojik işsizlik, yani feodalizmin liberal sistemde vücut bulmuş halini tüm unsurlarıyla gözümüze sokarken, kolaylıkla "komünizme övgü" olarak değerlendirilebilecek mesajlar veriyor. tam da 2. dünya savaşı esnasında böyle bir film çekmek yürek ister.

bu arada bu filmi seven bunu da sever:

(bkz: how green was my valley)

anayurt oteli

yusuf atılgan'ın aynı adlı romanından sinemaya ömer kavur yorumuyla uyarlanmıştır... roman'ın ilk cümlesi:' istasyona yakın anayurt oteli'nin katibi zebercet' cümlesiyle kafkavari bir anlatıma doğru taşır okuyucuyu... bunalım edebiyatı olarak bilinen türün önemli baş yapıtlarından biridir 170 sayfalık roman.... türk sinemasının farklı yönetmenlerinden biri olarak ömer kavur; senaryoya verdiği önemi ve titizliği bu filmde de göstermiştir... zebercet rolündeki başarılı oyunuyla macit koper, anayurt oteli'nin filme çekildiğini duyup da endişelenen okurların büyük beğenesini kazanmıştır..özellikle zebercet'in iç dünyasının sinema diliyle sunumu, gelgitleri, buhranları ve klinik sayılabilecek psikolojik bozukluklarının anlatımı son derece etkileyicidir...

özellikle romana uygun yaratılan atmosferi, görüntü yönetmeni koltuğundaki orhan oğuz'un başarısı, serra yılmaz ve orhan çağman'ın ikincil rollerdeki üstün oyunculukları, atiila özdemiroğlunun müziği eşliğinde tekrar seyredilesi bir filmdir anayurt oteli....

sin city

frank miller'in aynı adlı romanından uyarlanan,robert rodriguez ve frank miller ikilisinin yönettiği,tarantino'nun da çorbada tuzunun olduğu 2005 yapımı bruce willis,benicio del toro,mickey rouke gibi usta oyuncuların rol aldığı kült film kategorisine girmeyi haketmiş,çizgi roman tarzında muhteşem film.''yaşlı adam ölür,küçük kız yaşar,yeterince adil''sözü hafızalara kazınır.bütün oyuncuların yanı sıra mickey rouke rolünün hakkını fazlasıyla vermiştir.film de tarantino tarzı kan ve şiddet sahneleri bolca göze çarpar,çizgi roman tarzı anlatımı sayesinde baştan sona doğru insanı ekran başına kilitler.çekimleri ve farklı anlatım tarzıyla baş yapıt olabilecek kapasitede bir filmdir.

trainspotting

kitap-film uyarlamalarına yapılan eleştirilerde hep film yetersiz bulunur, kitap daha güzeldir, karakterler derindir, anlatım içtendir vsvsvs. kitabı okuyan kesim her zaman haklıdır elbette.
bu film ve kitap birbirini tamamlıyor ama. filmi izlemeseydim kitap hakkındaki düşüncelerim eksik kalırdı. kitap+film'den sonra kafamdaki trainspotting imgesi tamamlanmış yapboz gibi oldu. kitabın kasveti ve filmin başıboşluğu, kitaptaki trajedi ve filmdeki ironi birbirini çok güzel dengeliyor. başka hiçbir uyarlama bana aynı hissi vermedi şimdiye dek.
ve danny boyle'un yaptığı en iyi filmdir. bunu kimseyle tartışmam.