BİLİM 4 Mart 2016
39,1b OKUNMA     1214 PAYLAŞIM

Hala Bile Devam Eden Irkçılığın Ne Kadar Anlamsız Olduğunu Gösterecek Bilgiler

İnsanlar birbirlerini ten renklerinden, yüz şekillerinden, gözünden, dudağından bile senelerce ayırdılar. Bu ayrımın hala da devam edildiğini söyleyebiliriz. Çok uzun yıllardan beri insanlar arasında devam eden ırkçılığın, aslında ne kadar mantıksız ve ilkel olduğunu bir kez daha gösterecek bilimsel veriler var. Sözlük yazarı "babeyto kenzof" aktarıyor.
iStock.com

(bkz: insan ırkı)

biyolojide ırk kavramı kullanılırken, bir türün, bir alt türü ya da popülasyonunun, aynı türün öteki popülasyonlarından morfoloj ve genetik gibi biyolojik açılardan farklılaşması kast edilir. homo türleri içinde ve arasında böyle farklılaşmalar vardır. oysa modern insan h. sapiens sapiens’e gelince işler zorlaşıyor. böyle gruplaşmalar yapmak kolay olmuyor. çünkü insan grup ya da popülasyonlarını farklı ırklar halinde birbirlerinden ayırmamızı engelleyen ciddi sorunlar var.

herşeyden önce, bir insan popülasyonu ya da grubunu farklı bir ırk olarak tanımlamamızı sağlayacak ortak kriterler yok. 
hangi fark ya da farklara bakarak bir gruba falan ırk diyeceğiz?
bu konuda bilim dünyasında bir konsensüs bulunmuyor. deri renklerine göre mi ayıracağız, kan gruplarına göre mi, konuştukları dillere göre mi, kafalarının biçimlerine ya da kaş-göz-burun yapılarına göre mi? yoksa genetik yapılarına göre mi ayıracağız insan gruplarını? diyelim, grupları genetik yapılarına göre ayırmaya karar verdik, o zaman kaç genetik değişiklik, yani kaç gendeki veya hangi gen ya da genlerdeki kaç farklılık bir grubu ayrı bir ırk olarak tanımlamamızı sağlayacak? bugün kimileri ten rengine bakarak ırk tanımı yaparken kimileri kan grubuna, kimileri de yüz şekli, kemik ve kafa yapısına göre ırkları tanımlıyor.

ikinci sorun, bugün ayrı ayrı ırklar olarak ifade edilen gruplardan hiç birinin her hangi bir geninde ya da genlerinde sadece o “ırk”a ait özel genetik farklılıkların olmaması.

örneğin şempanze ile insanı birbirinden ayırırken, dna’larında belirteç olarak kullanabileceğimiz ve bir bakışta bu insan bu da şempanze dna’sı diyebileceğimiz kesin ayırımlar var. insan’da 23 çift kromozom bulunurken şempanze’de (ve goril ile orangutanda) 24 çift kromozom vardır.
şempanze’de 2a ve 2b olarak adlandırılmış iki ayrı kromozom insanda birleşerek tek bir 2. kromozomu yapmıştır. insan grup ya da popülasyonları arasında böylesine belirgin ve her seferinde, herkeste görülebilecek böyle spesifik ve aleni değişiklikler yoktur.

İnsan kromozomu ve şempanze kromozomu


genlerle belirlenen kan gruplarını ele alalım. aynı kan grubunun bir popülasyon içinde görülme sıklığı bölgeden bölgeye değişkenlik gösterir. örneğin 0 kan grubunun en fazla görüldüğü popülasyon kızılderililerdir. bu oran güneye gidildikçe öylesine artar ki, brezilya yerlilerinden pemon ve makintare gibi kabilelerde yüzde 100’e kadar çıkar. oysa aynı “ırk” içinde tanımlanan bir diğer kızılderili grubunda, kuzey batı abd’de, seattle civarlarında yaşayan karaayak kızılderililerinde o sıklık yüzde 50’lere iner. ama yine kuzey amerika’da, bu kez biraz doğuda minnesota civarlarında yaşayan chippewa kızılderililerinde yine artarak yüzde 90’lara çıkar. aynı 0 grubu çinlilerde yüzde 55’lerin, aborijinlerde yüzde 75’lerin üstündedir. yine, a grubu avrupa’nın beyazlarında daha sıktır ama bu sıklık 0 grubunda olduğu gibi, batıdan doğuya gidildikçe ciddi değişiklik gösterir.

durum böyleyken, kan gruplarına bakarak insan gruplarını ırk olarak ayırabilir miyiz?

biyolojik ırk kavramını insan gruplarına uygulamamızı olanaksız kılan bir diğer sorun da aynı grubun farklı kişileri arasındaki genetik varyasyon ya da çeşitliliğin, örneğin iki beyaz arasındaki genetik farklılığın, iki ayrı grup arasındaki, örneğin “beyaz” ile “sarı ırk” arasındaki genetik farklılıklardan çok daha fazla olması.

abd – harvard üniversitesinin eski profesörlerinden evrimci biyolog richard lewontin 1972’de yaptığı çalışmada ayrı ırk olarak tarif edilen farklı grupları birbirleriyle kıyasladı. lewontin’in bulduğu sonuçlar inanılmazdı. ayrı “ırk” olarak tanımlanan farklı gruplar arasındaki genetik fark sadece yüzde 7 çıktı. asıl büyük yüzde, aynı grubun kişileri arasındaydı. bu yüzden, james shreeve, “genetik olarak beni bir afrikalı siyah ya da eskimodan ayıran şeylerin çoğu, aynı zamanda beni diğer bir avrupa amerikalısı atamdan da ayırır” der.

bu yüzden biyoloji bilimi, biyolojik ırk kavramını insanı gruplarına uygulamaz ve insanlar arasında biyolojik açıdan ırksal farklılıklar görmez. ama öte yandan insan grupları arasında, ten ya da saç, göz rengi, vücut, kafa, kemik yapısı gibi fiziksel görünüm açısından ciddi farklılıklar olduğu da aşikar. biyoloji bu farklılıkları evrimle, evrimin adaptasyon mekanizmasıyla açıklar. aynı gruptan çıkmış insanlar farklı coğrafi koşulların zorlamasıyla dıştan gözlenebilen farklı fenotip özellikler kazanırlar der.

********************************************
********************************************

(bkz: fiziksel – fenotip farklılıkların biyolojik – genetik karşılığı var mı?)

insanlar arasında, ten rengi, kafatası, çene, burun, göz yapısı gibi fenotip özellikler denilen ve dışarıdan görünümleriyle belirginleşen fiziksel farklılıkların olduğu bir gerçek. bazı insanlar bu özelliklerine bakılarak birbirlerinden ayrılabilir. ama ten rengi dışında bütün bu görünüm farklılıkları aynı büyük bir grupta toplanabilir mi? örneğin ülkemizde, karadeniz bölgesinde yaşayan lazlar içinden bazı erkeklerin kemerli büyük burunları olduğu gözlenir. ama buradan yola çıkarak, bütün büyük kemerli burunlular laz’dır denilebilir mi? lazlar içinde, büyük kemerli burunlular dışında, en az onlar kadar küçük ve düz burunlular da yok mu? ya da, laz olmayan öteki gruplar ve başka bölgelerde yaşayan bambaşka kökenlerden gelmiş insanlar arasında da büyük kemerli buruna sahip kişiler yok mu?

veya, 1930’lu yıllarda dünya modasına uyularak afet inan’ın öncülüğünde yapılan kafatası ölçümlerinde ortaya çıkarıldığı söylenilen “türklerin fiziksel özellikleri”ni ele alalım. o “fiziksel özellikler” arasında yer alan badem göz bugün ülkemizde kaç türkte var? sadece bu gözlere sahip olanları türk olarak kabul edersek ülkemizde acaba kaç kişiye türk diyebilir? veya burunlarına bakarak türkleri öteki gruplardan nasıl ayırabiliriz? türkler arasında düz dar burunluların yanı sıra geniş ve/veya iri burunlular da yok mu? veyahut aynı burun yapıları iranlı, kürt, yunanlı, italyan, fransız, şilili ya da ingilizler arasında da bulunmuyor mu?

(bkz: ten rengi farklılıkları evrimsel adaptasyonun ürünü)

bugün ırkları birbirlerinden ayırmakta kullanılan en önemli ayıraç ten rengidir. çünkü gerçekten de dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan büyük insan grupları arasında ciddi deri rengi farklılıkları bulunur. bu bağlamda sadece renklerine bakarak insan grupları çok kaba bir biçimde de olsa birbirlerinden ayrılabilir. ancak ten rengi farklılıkları, değişik renklerden insanların değişik ırksal kökenlerden çıkıp farklı evrimleştikleri ve bu yüzden de aralarında ırksal ayrımlar olduğu anlamına mı gelir? renk farklılıklarını çevresel faktörler, örneğin on binlerce hatta yüz binlerce yıl boyu, güneş ışığının farklı şiddet ve ölçülerde vurduğu (ya da vurmadığı) bölgelerde yaşamış olmak bu renk farklılıklarını yaratmış olamaz mı?

derinin kalınlık ya da inceliği, kılcal damarlanmaların taşıdığı kan miktarı, o kanın yapısı, beslenme ve ultraviyole / güneş ışınlarına maruz kalma miktarı gibi birçok etmen deri rengi üzerinde etkide bulunur. örneğin kan hücrelerinden kırmızı kan hücreleri de denilen eritrositlerin içinde bulunan ve oksijen taşıyan hemoglobin pembemsi kırmızı renklidir. bu yüzden oksijenlenmiş temiz kan daha fazla hemoglobin taşıdığından pembemsi açık kırmızı; oksijenini bırakıp karbondioksitle yüklenmiş kan, hemoglobini azalmış olduğundan koyu renklidir. kan dolaşımında bozukluk olduğunda oluşan morartı bu yüzdendir. atmosferde deniz seviyesinden yukarılara çıkıldıkça oksijen miktarı düşer. dağların zirveleri gibi yüksek yerlerde bu oran iyice azalır. bu yüzden alışkın olmayan biri, ağrı’nın ya da himalayalar’ın yükseklerinde nefes almakta zorlanır. ancak bu uzun sürmez, bir süre sonra düşük seviyedeki oksijene vücut alışır. oksijen azlığı doğrudan kırmızı hemoglobini etkiler. bu nedenledir ki dağlarda yaşayanların renkleri aşağıda ovada yaşayanlara göre daha koyudur.

yine, havuç, tatlı patates vb gibi bazı bitkilerde karoten pigmenti bulunur. bu pigmenti taşıyan sebze ve köklerden fazla yiyenlerin renkleri sarıya çalar. bu diyetten zengin beslenme alışkanlığı olanların renkleri buna uyum gösterir. ama deri rengini asıl belirleyen, derinin üst tabakasında bulunan ve yunanca’ siyah anlamına gelen melas’tan kökünü olan koyu renkli melanin pigmentidir. albinolar hariç bütün insanlar bu pigmenti taşır. teni rengi daha koyu olan insanların deri hücrelerinin açık renkli insanların deri hücrelerinden daha fazla melanin pigmenti ürettiği bilinmektedir. bunun yanı sıra, güneş ışığına maruz kalmanın melanin üretimini artırdığı da gösterilmiştir. daha fazla güneş daha fazla melanin pigmenti oluşması ve sonuçta rengin koyulaşması anlamına gelir. bunu kendi pratiğimizden, yazın ışınların daha doğrudan ve şiddetli geldiği öğle saatlerinde birkaç saat kızgın güneşte kalmakla bronzlaşmamızdan anlayabiliriz.

öte yandan, melanin pigmentinin deriyi, güneşin ultraviyole radyasyonu hasarından koruduğu ve bunun neticesinde daha fazla melanin pigmenti taşıyan koyu renkli insanların deri kanseri ve güneş yanıklarına daha az yakalandıkları; daha az melanini olan açık renkli insanların ise bu hastalıklara daha yatkın oldukları ortaya konulmuştur.

güneşin ten rengi üzerindeki dolaysız etkisini görmek için uzun boylu araştırma yapmak gerekmiyor. dünya haritasını önümüze alıp şöyle bir bakmak yetiyor. insanın deri rengi, güneş ışığını daha fazla ve doğrudan dik açıyla alan ekvator bölgelerine yakınlaştıkça koyulaşır; güneş ışınlarının hem şiddeti hem de geliş açısının giderek azaldığı ekvator’dan uzaklaşıldıkça açılır. böyle olunca, ekvatora yakın bölgelerde neden insanların koyu renkli ve siyah; iskandinav ülkeleri ve rusya gibi güneşe hasret kalan ekvator’a uzak soğuk bölgelerde yaşayan insanların neden açık renkli ve sarışın olduklarının açıklanması kolaylaşır. doğal olarak arada kalanlar da ara tonları oluştururlar. kaldı ki, yakından bakıldığında ten renginin afrika içinde bile farklılık gösterdiği, afrika’daki siyahlar arasında ekvatora daha yakın bölgelerde yaşayan siyahların çok daha siyah olduğu görülür. bu durum sudan ve etiyopya gibi ülkelerde açıktan gözlenir. bu ülkelerin kuzeyinde yaşayan siyahların rengi biraz daha açık bir siyahken, ekvatora yakın güney bölgelerinde yaşayanların renkleri çok daha koyu bir siyahtır.

Kaynak: wordpress.com

insanların deri renklerine günümüzde dünya üzerindeki dağılımları.

öyle görünüyor ki, evrim, sürekli fazla güneş altında kalan insanları, evrimsel adaptasyona uğratarak, onları güneşin zararlı etkilerinden koruyacak mekanizmalar geliştirmiş ve daha fazla melanin üretecek genleri ortaya çıkarmıştır. fazla melanin pigmenti üretimi de güneşin bol ve şiddetli olduğu bölgelerde yaşayan insanların renklerini koyulaşmıştır. bugün deri rengi en koyu olanlar afrika’nın ekvator’a en yakın bölgelerinde yüz binlerce yıl yaşamış olanlarıdır. bunun tek istisnası, latin amerika’nın ekvator’a denk düşen yerlerinde yaşayan yerli halklardır. ama amerika’daki en eski insanların oraya asya’dan 15 bin yıl kadar önce göçtükleri (latin amerika’ya çok daha sonraları, 9-10 bin yıl kadar önce ulaştılar) göz önüne alındığında bu istisnanın nedeni kendiliğinden açıklanır. çünkü, afrika’dan siyah olarak göçen h. sapiens sapiens’lerin renkleri yerleştikleri orta asya ve sibirya soğuklarında 30-35 bin yıl kalınca açıldı. renkleri açılmış asyalılar 10 bin yıl önce latin amerika ekvator’una yerleştikten sonra renklerinin yeniden siyahlaşmasını sağlayacak yeterli evrimsel zamanı henüz bulamadılar. harita 2 dünyadaki renk dağılımını gösteriyor.

iklim değişikliklerinin vücut yapısı üzerindeki etkilerine bir de soğuktan örnek verelim. biyolojinin kuramcılarından bergmann ve allen kurallarına göre, bir türün soğukta yaşayan üyelerinin vücut yapıları ısı kaybını önlemek için aynı türün sıcak iklimlerde yaşayanlarına göre hem daha kısa ve yuvarlak olur (bergmannn kuralı), hem de kol ve bacakları daha kısalır (allen kuralı). bu kural hem yüksek rakımlı yerlerdeki soğuk iklimlerde geçerlidir hem de rakımı yüksek olmayan, kutuplar gibi alçak rakımlı ama soğuk iklimlerde. eskimolar kısa boylu, toparlak, kısa kol ve bacaklara sahip vücut yapılarına sahiptirler. yine, on binlerce yılı bulan çok uzun süreli soğuk iklimlerde yaşama, göz kapaklarında yağ birikmesine yol açarak gözleri çekikleştirir. eskimoların gözlerinin çekikliği ile, çinliler, koreliler, japonlar ile orta asyalı moğol, kırgız, özbek ya da yakutların gözlerinin çekikliği böyle açıklanmaktadır. hatırlanacağı gibi, önceki sayfalarda, afrika’dan çıkan ikinci kolun moğolistan ve mançurya’nın kuzeyine denk düşen çok soğuk güney sibirya ormanlarında on binlerce yıl yaşadıktan sonra, iklimin yumuşamasıyla dört tarafa dağıldıklarını, çin, kore, japonya, moğolistan - orta asya ve kuzeye doğu sibirya’ya (oradan da amerika’ya) gittiklerini anlatmıştık.

yine örneğin genetik yapıdan kaynaklanan laktoz intoleransı (tahammülsüzlüğü) durumu da bir evrimsel adaptasyon sonucudur. insan ve çok eski ortak atalarının diyetinde milyonlarca yıl boyunca süt yoktu. bebek doğduğunda kısa bir süre anne sütü içtikten sonra bir daha süt içmezdi. sütte bulunan ve bu yüzden süt şekeri de denilen laktoz o haliyle bağırsaklardan sindirilemez. önce laktaz adlı bir enzim tarafından glükoz ve galaktoz adlı doğal şekerlere çevrilmesi gerekir. insanlarda, bebeklik çağından sonra, laktaz üretimi genetik/kalıtım sistemi tarafından durdurulur. laktaz yapılmaz. laktaz yapılmadı halde süt içilirse, sütteki laktoz bağırsaklardan emilemez, vücutta birikir. bu da, karın ağrısı, karın krampları, bulantı, kusma, ishal vb . gibi belirtiler ortaya çıkarır. buna tıpta laktoz intoleransı ya da tahammülsüzlüğü denilir. bu bir hastalık değil genetik yapımızın sonucudur. ve bu intolerans yalnızca insan değil büyük insanımsı maymunsuların hepsinde vardır. bu nedenle homo türleri milyonlarca yıl süt içmemiştir. ama insan neolitik dönemde, tarımın başlamasıyla birlikte, ortadoğunun mezopotamyasında bazı hayvanları evcilleştirmeye başladı. önce, 14 bin yıl önce köpeği, uzun bir süre sonra da domuz ve keçiyi evcilleştirdi. günümüzden 8.300 - 8.500 yıl kadar önce sıra koyun ve ineğe geldi. bu süreç 5 bin yıl önce atın evcilleştirilmesine dek devam etti. insan, koyun ve ineği evcilleştirdikten hemen sonra değilse bile, bir süre sonra bu hayvanların sütlerini de içmeye başladı. beslenme diyetine süt girince bir süre sonra süt içenlerin bir kısmında genetik mutasyonlar oluşarak laktaz enzimi yapılmaya başlandı. laktaz enziminin üretilmesiyle, o kişilerdeki laktoz intoleransı ortadan kalktı. o insanlar artık laktozu tolere edebilir hale geldiler. ama bu bütün insanlarda böyle değildir. günümüzde, avrupa, anadolu, ortadoğu’nun neredeyse tümünde ve orta asya’nın bazı bölgelerinde laktoz intoleransı ortadan kalkmıştır. ama sahra altı afrika’sının neredeyse tümüyle, uzak doğu’nun pek çok yerinde bu tahammülsüzlük yüzünden süt içememe devam etmektedir. bu örnek, insanın çevre koşullarına uyumu (adaptasyonu)’nun nasıl genetik yapıya taşındığı çok doğrudan bir biçimde açıklamaktadır.

bazan da genetik yapı değişmediği halde, yani genetik bir bozukluk dna’da bulunduğu halde, o sorunlu genlere sahip kişiler farklı coğrafi çevrelere gittiklerinde aynı olumsuzluğu yaşamazlar. örneğin ülkemizin akdeniz bölgeleriyle, öteki doğu akdeniz ülkelerinde sık görülen ailevi akdeniz ateşi (familial mediterranean fever – fmf) hastalığı böyle bir hastalıktır. bu hastalığa sahip bazı kişiler almanya gibi avrupa ülkelerinde yaşamaya başladıklarında, genlerindeki sorun devam ettiği halde hastalık oralarda görülmez hale gelmiştir.

insandaki parmak izleri genlerle belirlenir ve bu yüzden her bir insanın parmak izi farklıdır. hiçbir insanın parmak izi bir ötekine benzememesine karşın, yine de parmak izleri belli gruplara ayrılabilirler. böyle üç grup bulunur. içiçe geçmiş çizgilerin ortasında ya ilmik şekli bulunur, ya kemer ya da halka şekli. beyaz, siyah, sarı gibi söylenen “ırk”lar gerçek olmuş olsaydı, bu her bir “ırk”a mensup insan gruplarının üyelerinin parmak izlerinin de aynı gruptan olması gerekirdi. resimde de görülen parmak izi grupları ırk ayrımı yapmıyor. resimdeki a şeklinde görülen ortasında ilmik şekli bulunan parmak izleri çoğu avrupalı (beyaz) gruplar, aşağı sahra afrikasında yaşayan siyahlarda ve doğu asyalılarda görülüyor. ortadaki (b) resminde görülen ve ortasında kemer biçimi olan parmak izleri sadece güney afrika’nın savanlarında yaşayan yerlilerde gözleniyor. sonuncu olan ve c harfiyle gösterilen ortasında yuvarlak halka olan parmak izleri ise hem aborijinler hem de mongol denilen orta asyalı, çinli, koreli ve japonlarda “sarı ırkta”.görülüyor.

bütün bunlardan yola çıkarak, bugün insanları ırklara ayıranların, başta ten rengi olmak üzere, ırksal ayıraçların ırksal - köken farklılığından yani biyolojik yapı farklılıklarından değil, çevresel – coğrafi farklılıklardan kaynaklandığı rahatlıkla söylenebilir. böyle olunca, insanları sadece fiziki, fenotip özelliklerine yani dış görünümlerine bakarak ırksal gruplara ayırmak ne kadar doğru diye bir soru rahatça sorulabilir.

kaldı ki, bu fenotip, fiziki görünüm özelliklerinin doğrudan genetik bir karşılıkları da yoktur. bu yüzden siyah, beyaz, sarı ya da kırmızı ırktan insanların dna’ları alınıp, hangi dna’nın kime ait olduğu söylenmeden dna’ların ırklara göre ayrılması istenirse bu kolay kolay başarılamaz. çünkü dışarıdan gözlenen böylesine aleni farklılıkların karşılıkları dna’da o kadar belirgin değil.