Haliç'in Kalbinde Yer Alan Balat'ı Diğer Yerlere Kıyasla Bambaşka Yapan Özel Detaylar
balat, gerçeküstülüğün türkiye şubesi. zemin katı olmayıp havada duran turkuaz renkli köşklerin, demir levhalarla kaplanmış binaların, her bir taşın başka yöne baktığı kusursuz örme duvarların, hala sokakta oyun oynayan çocukların, bir yere çıkmayan merdivenlerin, evler arası flama gibi asılmış çamaşırların ve eklektik mimarinin yaşayan en büyük kanıtı olan tepedeki rum lisesinin, birbirine geçip insana garip bir huzur verdiği yer.
ara güler fotoğraflarının içinde uyanmak gibi. çok bir şeyin değişmediğini görmek, soba borusundan çıkan duman sokağın üzerine çökerken, güneş ışığının bu duman arasından süzülmesine tanık olmak, insana istanbul'un en güzel taraflarını neden sıklıkla görmediğini sorgulatıyor. balat'tan daha güzel bir yer yok; o dokulu duvarlara çarpan güneşin oluşturduğu fantastik gölgeler, modern mimarinin hiçbir eserinde oluşmuyor; hepsi düz, iğrenç ve zevksiz binalar.
fotoğraf çekmekten yorulup balat spor kulübü adında ve üye olmayanın giremediği, içindeki en genç adamın atmış yaşında olduğu kıraathaneye girdiğimizde, 21. yüzyılda olduğumuza dair tek kanıt yoktu. eskimiş duvarlar, yeşil çuhanın üzerinde kağıt oynayan amcalar ve onların yancıları, kimsenin izlemediği bir at yarışı, hemen köşede soba, eskimiş tavanlar ve sis gibi çökmüş sigara dumanı ile marquez romanlarından bir yaprak gibiydi bu spor kulübü. muhtemelen 2020 istanbul olimpiyatlarına hazırlanıyorlardı, herkesin yüzünde bir ciddiyet, kağıdı masaya sertçe vurmalar.
hemen yan masamızda, ölüm üzerine güzel birkaç cümle vardı. artık ölmeyi bekleyen bir amca "75'i görsek iyi" dedi. sanırım bir arkadaşı 65'i göremeden göçüp gideli çok olmamıştı. onun kırgınlığı var gibiydi, "ne var genç olsak" dercesine baktıklarını hissettim bir ara. güzel bir istanbul öğleninde beyaz gazozumu yudumlayıp "hadi oğlum düşeş" diyerek zarları tavlaya attığımda, yaşadığımı tekrar hissediyordum. deklanşör sesini, diyaframa öncelik vermeyi, tripod kurmayı, gezgin gibi yürümeyi nasıl da özlemişim.
statiğe ve yer çekimine meydan okuyan, ayakta durması için hiçbir sebep olmayan pembe duvarlı perili köşkün önünden ürpererek geçip demir kilise'ye doğru yavaştan süzüldüm. çektiğim her fotoğraf, tuhaf bir şekilde yağlı boya kartpostallarına benziyordu. mükemmel bir hava, kısmen paslanmış olsa bile istanbul'un en güzel kilisesi, açmış çiçekler ve kilisenin vitraylarından içeriye süzülen ışık, herkesi kutsuyordu. kilisede mum yakan müslümanlar, sessizlik içinde insanların anlaşması ve birbirine duyduğu saygı, dünyanın geri kalan günlerini kavgasız gürültüsüz geçirmek için yanıtlar veriyordu.
sadece yazmanın mümkün olduğu bir sözlükte bile iki taraf birbirine girmiş, karşıt düşüncelileri öldürmeye çalışırken, sağduyulu insanlar ben kiliseden çıkarken gülümseyerek içeri giriyordu. ne bir kavga, ne bir gürültü ne de karşı tarafı rencide edici tek bir davranış. kilisenin bahçesinde oturup hafif serin hava yüzümü yalarken keyfim yerindeydi. dünyanın en güzel şehrindeyken, ne halt etmeye alışveriş merkezlerinde vakit harcadığımı düşündüm. hadi iş için mecburen tıkılı kalıyorum da, bunun dışında sokaklar benimdi.
balat, fotoğraf çekmek için binbir opsiyon sunarken, tek yapmam gereken deklanşöre basmaktı. hangi yılda olduğumun en ufak bir önemi yoktu.