SİNEMA 11 Ekim 2017
25,7b OKUNMA     907 PAYLAŞIM

II. Dünya Savaşı Sonrası Ortaya Çıkıp Tabuları Yıkan Fransız Sinema Akımı: Yeni Dalga

Yeni Dalga (Fransızca: la Nouvelle Vague), 1950 sonları ve 1960 başlarında bir grup Fransız film yapımcısı için eleştirmenler tarafından kullanılan bir terim. Bu akımı benimseyen sinemacıların işleri ise tabuları yıkar nitelikte.
Jean Luc-Godard

tıpkı italyanlar gibi fransızlar da 2. dünya savaşı’nın sona ermesiyle ortaya çıkan sıkıntılarla boğuşuyorlardı. yirmi yıl faşizmle yönetilen italya’da savaştan sonra genç bir yönetmen kuşağı ortaya çıkmış ve yeni gerçekçilik akımını yaratmıştır.

fransız sineması da savaştan sonra tıpkı italya’da olduğu gibi hollywood’un işgali altındadır

her yerde amerikan filmleri gösterilmekte, ulusal kültürlerine düşkünlükleriyle bilinen fransız sinemacılar kendi ürünlerini ortaya koymakta zorlanmaktadırlar. fransız film endüstrisi 50’lı yıllarda daha çok hollywood yapımlarıyla yarışacak büyük bütçeli benzer filmler peşine düşmüşlerdir.

1951’de andre bazin tarafından yayınlanmaya başlanan "le cahiers du cinema" dergisi genç sinemaseverlerin etrafında toplandıkları bir olanak olur. italyan yeni gerçekçiliği’nin ve jean renoir ve rene clair gibi usta fransız yönetmenlerin filmlerini yakından takip eden bu gençler sinemayla ilgili düşüncelerini dergide yayınlamaya başlarlar. bir süre sonra fransız sinemasının önde gelen yönetmenleri olacak olan françois truffaut, claude chabrol, jean luc godard, jacques rivette gibi gençler bu dergide sinema sanatının sorunları ve çözüm yolları üzerine tartışmaya girişirler.


aynı dönemde alain resnais, agnes varda, jacque demy gibi sonradan yönetmenlik koltuğuna oturacak gençlerin çıkardığı arts dergisi de yayınlanmaya başlar

bu iki dergi etrafından toplanan gençler, fransız sinemasının kurtuluşu için formüller sunarlar. paris’te bir sinema tek kurulmasıyla kendilerinden önceki yönetmenler tanımaya başlayan bu genç kuşak, özellikle andre bazin’in gerçeklikle ilgili yazılarından etkilenirler. yeni gerçekçilik’in yöntemleri bu genç kuşak için de bir umut ışığı oluşturur. sokakların mekan olarak kullanılması, amatör oyuncular, basit hikayeler ve küçük kameralarla çekim yapılması ve hareketli mikrofonlar taşınması gibi yeni gerçekçi çözümler; fransız sineması için maliyeti düşük ama kaliteli filmler yapmanın olanaklarını sunar. bunun yanında bu genç kuşak paris’te bulunan bir sinema okulu, ulusal sinema merkezi ve ulusal filmlere mali destek sağlayan yasa gibi olanaklara da sahiptirler.

Andre Bazin

bu sırada bu genç kuşağı cesaretlendirecek gelişmeler yaşanmaktadır

1956 yılında daha önce adı duyulmamış bir isim olan roger vadim, et dieu crea la femme (ve tanrı kadını yarattı) isimli filmiyle bir anda dikkatleri üzerine çeker. bu genç yönetmenin filmi ülkede büyük bir başarı kazanırken, cinsel kimliğini arayan bir kadının hikayesini anlatan film yeni bir kadın tipinin habercisidir de. vadim’in başarısı fransa’da genç kuşağa olan güvenin artmasına neden olur.

bir başka umut verici gelişme ise claude chabrol’den gelir. 1958’de çekilen le beau serge (yakışıklı serge) filminin ilgi görmesi, cahiers du cinema dergisi etrafında toplanan genç sinema eleştirmenlerinin cesaretlenmesine vesile olur. bu filmden bir yıl önce l’express dergisinde françoise giroud tarafından kullanılan yeni dalga tanımlamasını sahiplenecek ve fransız sinemasını dünyanın en önemli sinemalarından birisi haline getirecek genç kuşağın yolu da böylece açılmış olur.

yeni dalga yönetmenleri

yeni dalga akımı’nın adından en fazla söz ettiren yönetmenleri claude chabrol, eric rohmer, alain resnais, françois truffaut ve jean-luc godard’tır.

claude chabrol, cahiers du cinema üyelerinden biriydi. 1957’de eric rohmer ile hitchcock üzerine bir kitap yazan chabrol’un sinemasında hitchcock etkisinin varlığından sözedilir. bu temelsiz bir değerlendirme de sayılmaz. çünkü chabrol en çok dekor ve kompleks kamera hareketlerinin kullanımıyla gelişen bilinçli cinayet hikayeleriyle tanınmıştır. le beau serge (yakışıklı serge, 1958) ilk filmidir ve kimi sinema tarihçileri yeni dalga’nın başlangıcı olarak bu filmi kabul ederler. chabrol’a şöhreti getirense 1959 yılında çektiği les cousins’dir (kuzenler). daha çok burjuva ilişkilerin deşifre eden sanatsal korku filmlerinin yönetmeni olarak bilinir. kimi önemli filmleri şunlardır: la femme infidele (vefasız kadın, 1968), le boucher (kasap, 1970) ve le decade prodigieuse’dir (1972).

andre bazin’in ölümünden sonra 1963’e kadar cahiers du cinema’nın şef editörlüğünü yapan eric rohmer ise ilk uzun metraj filmini 1959 yılında le signe du lion (aslan burcu) adıyla çekmiş, 1960’tan itibaren de altı ahlak hikayesi olarak tamınladığı seriyi çekmeye koyulmuştur: le carrier de suzanne (1963), la boulangere de monceau (1963), la collectionneuse (1966), ma nuit chez maud (1968), le genou de claire (1970) ve l’amour l’apres midi (1972) bu altı filmdir. bu hikayelerin hepsi aynıdır. kendini bir kadına adamış genç adam, şans eseri bir başkasıyla tanışır ve ilişkisini sorgulamaya başlar. her filmde hikayeler, hikayenin mekanı ve zamanında geçmektedir. rohmer’in filmleri bir bakıma şiirsel gerçekçiliğin etkinsinde de sayılabilir.

Le Signe du Lion (1959)

yalnızca film eleştirmenliğiyle değil, aynı zamanda belgeseller çekerek sinemaya giren alain resnais ise, yeni dalga akımı içinde sayılacak ürünler verse de bu akımın dışındaki yönetmenlerle çalışmaktan sakınmamıştır. savaşın ertesinde aralarında guernica (1950) ve dünyanın tüm belleği (toute la mémorie du monde, 1956) gibi yapımlarında bulunduğu belgesellere imza atan yönetmenin bu döneme ait en etkili yapımı yine 1956 yapımı olan nuit et brouillard’tır (sis ve gece). nazi toplama kamplarını anlatan film, renkli çağdaş kamp görüntüleriyle, geçmişin siyah-beyaz belgesel görüntülerini biraraya getirerek geçmişle gelecek arasında bağlantılar kuran resnais, yeni dalga’ın bu kavrayışı yeni dalga’nın önemli özelilklerinden biri haline gelir. film, temel bir soru etrafında döner: bunların sorumlusu kim ve kendi içinde sorunun cevabını da yaratır: bu tür koşulların var olmasına izin verdiğimiz sürece sorumlu biziz.

ama resnais’in en önemli filmi bu değildir

1959 yılında çektiği hiroşima sevgilim (hiroshima mon amour), tüm dünyada ilgiyle izlenir. bir japon mimar ile bir fransız aktrist hiroşima’da barış hakkında bir filmin çalışmaları sırasında başlayan ilişki bir anda sorgulamaya dönüşür. yeni aşk kadın için bir sorgulamaya dönüşür. çünkü ikinci dünya savaşı yıllarında, daha sonra öldürülen bir nazi subayı’na aşık olmuştur ve savaştan sonra aşağılanmış, hapse atılmıştır: “japon erkeği daha az konuşur, ama kadın sürekli düşünür, tartışır, anımsar, sorar, araştırır. filmin odak noktası ve bilinci odur. her şey kadının belleğinde oluşur, film tümüyle görkemli bir hatırlama eylemi, bir bellek ziyaretidir. hiroşima kentinin küçük daireleri, kederli lokantaları, neonlu caddeleri, sıradan gece kulüpleri, tren istasyonu ve başka şeyleriyle oluşturduğu dekor, sadece yaşanılan zamanı anımsatmak için gösterilen ayrıntılara dönüşür. her şey bellek çevresinde ve zaman içinde sürekli gel-gitlerle oluşur. film görkemli bir anımsama ve etkileyici bir zaman içinde yolculuktur.” (atilla dorsay-yüzyılın yüz filmi)

Hiroshima Mon Amour Fragmanı


resnais, geçmişi ve şimdiği, fantazi ve gerçeği birbirine bağlayarak; insan hayatının farklı dönemleri ve deneyimleri olarak algılananlara bir araya getirmeye çalışır. filmde kadının japon sevgilisi ve nazi sevgilisi karşısındaki tavırları birbiri ardısıra verilir. hiroşima ve fransa sokakları birbirine benze şekilde çekilmişlerdi. böylece geçmişi ve şimdiki zamanı aynı hafıza içinde toplamak ister resnais.

daha sonra geçen yıl marienbad’da isimli bir film çeker. bu filmde de bir sarayda kaybolmuşa benzeyen x ve a isimli bir kadın ve bir adamın hikayesini anlatır. filmin en önemli teması insanların gerçeği nasıl oluşturduklarının keşfedilmesidir.

truffaut ve godard

fransız yeni dalgası’nın en etkili yönetmenleri ise truffaut ve godard oldu. françois truffaut, sinemayı film seyrederek öğrenmiştir. ayrı zamanda cahiers du cinema’da etkili yazılar kaleme alan truffaut, 1950’lerin ikinci yarısından itibaren kısa filmler çekmeye başlamıştır. rossesili’nin çıraklığını yapan ve godard’ın ilk filmi “serseri aşıklar”ın senaryo yazımında görev alan yönetmen 400 darbe isimli ilk filmiyle bir anda dikkatleri üzerine çekmiştir. film 1958’de cannes’te engellenirken ertesi yıl yönetmenine ödül kazandırtmıştır.

François Truffaut

400 darbe, antoine doinel’in hikayesidir. 12-13 yaşlarındaki antoine annesi ve üvey babasıyla birlikte paris’in kuzeyinde yaşamaktadır. okulu sevmez, öğretmenleri tarafından sevilmez. sık sık okuldan kaçan ve arkadaşı rene ile paris sokaklarını arşınlayan antoine, bir gün annesini yabancı bir adamla öpüşürken yakalar. ertesinin okula gelmemesinin nedeni olarak annesinin ölümünü gösterir. ama kadın durumu farkeder ve gerçek ortaya çıkar. annesi ve üvey babasıyla yaşadığı gerilimler onu ıslahevine düşürür. ama bir gün oradan da kaçmayı başarır. amacı denize ulaşmaktır. filmde paris’teki karşıtlıklar ustaca kullanılmıştır.

truffaut stil olarak rosselini ve renoir’a göndermelerde bulunurken, karakterlerini stüdyo dışında tutmakta ve kendilerini uzun uzun ifade etmelerine izin vermektedir. truffaut, yine jean-pierre leaud’un oynadığı aynı karakterin farklı yaşlardaki durumlarını ele alan dört film daha yapmıştır: la amour a 20 ans (yirmi yaşında aşk, 1962), baisers voles (çalınmış buseler, 1968), domicile conjugal (aile yuvası, 1970), l’amour en fuite (kaçan aşk, 1970).

truffaut, sanat ile hayat, gerçek ile kurgunun sınırlarını tartıştığı başka filmler de yapmıştır

bunlardan birisi de 1960 yılında çektiği piyanisti vurun’dur (tirez sur la pianiste). david goodis’in down there adlı dedektiflik romanından çekilen filmde, truffaut amerikan sinemasını taklit eder ve bir kara film (film noir) yapmaya çalışır. ancak, gelereksel film noir kalıplarıyla oynar. örneğin film boyunca ciddi konuşmalar, komik hareketlerle kesilir.

1962’de çektiği jules ve jim’de ise dünya savaşı korkuları üzerine üçlü bir ilişkiyi ele almaktadır. ama gelenekten köklü bir kopuş önermez. truffaut daha sonra 1966’da ünlü filmi fahrenheit 451’i, bir yıl sonra da la mariée était en noir’i çeker. bu filmlerinde de gerçek ve kurgu arasındaki farkları sorgulamaya devam edecektir.

truffaut sonraki dönemde amerika’ya gidecek ve stüdyo sisteminin içinde filmler üretmeye devam edecektir. ama hümanizm görüşünden ödün vermeden tutarlı bir çizgide filmlerini yapmaya devam eder.

godard ise onun tam tersidir


yeni dalga’nın bu önemli yönetmeni 70’lı yıllar gelindiğinde bu akımın ilkelerini bir yana bırakmış ve sinemanın dünyanın değişimine yardım edecek bir araç olması gerektiğini savunmuştur.

ama 1960’da gösterildiğinde büyük yankılar yaratan serseri aşıklar (à bout de souffle) filmi yeni dalga’nın kendisini en etkili biçimde gösterdiği film oldu. chabrol ve truffaut’unda katkılarının olduğu filmi atilla dorsay, “belki de gerçek anlamda modern sinemanın başlangıcı” olarak tanımlar. paris’te karşılaşan iki umutsuz insanan hikayesini anlatır. sokaklarda serserilik yapan ve kazara bir polis öldüren michel poiccard ile gazete satarak karnını doyuran amerikalı turist patricia’nın hikayesidir anlatan film bir çok bakımdan hollywood’a göndermelerle doludur.

filmde el kamerası kulanılmıştır ve geniş bir hareket alanı vardır. godard, truffaut’un yazdığı sinopsisten hareketle filmini senaryosuz çeker. çoğu zaman dialoglar bir gün önce kaleme alanır ve ertesi gün oyunculara verilir. filmdeki çekimlerin süresi, o sahnenin önemine göre belirlenmez. kimi zaman fim içindeki önemsiz sahneler için uzun planlar uygulanır. godard böylece yönetmen olarak herşeyin elinde olduğunu ve filmdeki herşeyin onun istekleri doğruldusunda gerçekleştiğini gösterir. kurguda sürekliliğe yer vermez. bütün bunlar bir bakıma hem geleneksel fransız sinemasında hem de hollywood’tan kopuşu temsil eder.

A Bout De Souffle Fragmanı


godard’ın sinemayı; sonunu kestiremediği entellektüel bir macera olarak görmesi, onu sürekli yeni arayışlara iter. seyirciyi film seyrettiğinin farkına varmaya zorlayan, yabancılıştırıcı ve özdeşleşmeyi ortadan kaldırıcı bir etkil yaratmak ister. karakterleri onlara uymayan seslerle seslendirir, sahte mekanları gerçekmiş gibi sunar. onun izleyiciden istediği aktif ve entellektüel bir katılımdır.

godard 68 hareketlerinde etkilenir ve uzün süre ticari sinemaya ara verir. bu dönemde çeşitli demeler ve propaganda filmleri çeken usta yönetmen 1979’da herkes başının çaresine baksın (sauve qui peut la vie) ile dönüş yapar. 1983’te çektiği adı carmen (prenom: carmen) ile venedik film festivali’nde büyük ödülü alır.

yeni dalga’nın özellikleri

yeni dalga yönetmenleri konularda ve stillerinde farklılıklar gösterseler de, hikayeleri ele alış tarzları, mizanseni kullanış, ses ve kamera kullanımı vb. gibi bir çok konuda ortak özellikler sergilerler. bu ortak özellikler şöyle sıralanabilir. büyük oranda hepsini harekete geçiren şey sinematek fransa’da izledikleri filmlerdi. bir başka esin kaynağı da andre bazin’di. bazin’in dergilerde yazdığı yazıların tamamına katılmasalarda onlar için bir esin kaynağıydı. yeni dalga yönetmenleri bazin’den sinemanın doğal bir konu olmadığını fakat insanlar tarafından yaratılan bir sanat eseri olduğunu öğrenmişti.

Fotoğraf: New Wave Film

hollywood’un aksine seyircinin izlediğinin bir film olduğunun farkına varmasını istemişlerdir. ana mekanları paris sokaklarıdır. taşınabilir ucuz teçhizat kullanmışlar, dostlarını filmlerinde oynatmakta sakınca görmemişlerdir. hepsi taşınabilir kameralarla çalışmışlardır. sokakların doğal ışıklarında çalışma yapmışlardır. kurguyla, kamera çalışmasıyla, ses ve mizansenle oynamayı sevmişlerdir. kendilerinden önce çekilen, önemli filmlerden alıntılar yapmışlar, filmlerinde bu filmlerden kareler göstermişlerdir.

yeni dalga filmlerinde sahneler öyküyü tamamlayacak şekilde gelişmez. bir sonraki sahnede ne olacağı kolay kolay kestirilemez. bu filmlerin çoğu net bir kapanışla sona ermez. hiç umulmadık bir anda da bitebilirler. yeni dalga’nın karakterleriyle toplum arasında bir uyumsuzluk sözkonusudur.