İngiltere'de Yaşayan Birinden "Türk'ün Türk'ten Başka Dostu Yok" Sözüne Dair Bir Gözlem
pir sultan abdal’ın çok sevdiğim bir sözü var; “cehennemde ateş yoktur, herkes kendi ateşini kendisi götürür” diye. bizim milletten başka hiçbir ülke vatandaşının kafasını bu kadar takmadığı “sevilmeme” olayında da durum farklı değil. hiçbir toplum, akşamdan sabaha, bir başka milleti sevmemeye başlamaz.
bu konuda derdimizin büyüğü avrupa'yla. kendileriyle bir türlü kaynaşamamamızın en büyük sebepleri; tarih, din, dil, ırk, mutfak kültürü, hayat, bakış açısı gibi kavramlarda 180 derece farklı olmamız. bu nedenle, ilk giden göçmenler, bin yıl boyunca savaşmaktan övündüğü coğrafya ile bir türlü o simbiyotik bağı kuramamış olması da normal gibi.
(vereceğim tüm örnekler ingiltere'den. birebir kendi yaşadığım ve birinci ağızdan duyduklarım.)
geçen sene bu zamanlar, geç bir saatte uber’e bindim, eve de 20-25 dk mesafedeyim
türk bir şoför denk geldi, ali abi. ali abi yirmi üç yıldır londra’da, türklerin ata sporu olan “köye ev yaptırma”yı da tamamlayarak bütün çarları açmış, tam bir desidero, bir geveze. ah benim son kafa ütücüm ali abi... kafam zaten taşşak gibi, es verdiği bir ara soruyorum, "abi nedir bu uber işleri?" diyorum, ali abi dökülüyor: “haftalık £800-1000” diyor. “e güzel para abi de peki vergi işleri?” diyorum, ali abi “o işi bir şekilde hallediyoruz” diyor, “nasıl yani hallediyorsunuz abi, olur mu öyle şey?” diye soruyorum ve ali abi, kraliçe’nin himayesinde geçen çeyrek asırlık tecrübesine yakışan o cümleleri sarf ediyor: "vergi verirsek biz ne yiyeceğiz hayatım?..." ali abi ile, ikili ilişkilerdeki hayatım eşiğini geçerek birbirimize puan vermeden ayrılıyoruz.
ertesi sabah ali abi'nin bir hayal mahsulü olmasını umut ederek uyanıyorum ama değil, olmadığı gibi ali abi yalnız da değil
fi tarihlerinde, ingiltere’nin (ingiltere, ülke olan) güney batısı hariç her yerine ikişer-üçer kez, ek olarak kuzey ve güney galler'e çift dikiş gidiyorum. işim türk restaurantlarla. her işletmede, eli yemeğe değen herkeste olması gereken bir belge satıyorum. eşiyle birlikte çalışan dönerci, kebapçı, lokanta gezdikçe bir şey fark ediyorum: mevzuata, bir home office (içişleri bakanlığı) çalışanından daha fazla hakim olan vatandaşlarımızın (pardon burası yanlış oldu, çifte vatandaşların) eşleriyle soyadları farklı, ya boşanmışlar ya da evli göstermemişler, yani neredeyse yarısı bekar anne (single mom) & bekar baba (single dad). bu haliyle devletten yardım alıyorlar. birçoğunun muhafazakar türk illerinden göç ettiğini düşünürsek, işin içine para girince o çok önemli "türk aile birliği" ne denli basit ve sıradan hale geliyor değil mi?
bitti mi? bitmedi
"bknz: kullanıcıların yaptığı diğer aramalar"
gündüz devletten ayağım sakat diye yardım alıp akşam hali saha maçına gidenler.
beraber yaşadığı kızıyla anlaşıp kızı, kendisini evden atmış gibi council’e başvurup ev isteyen kadınlar.
muhasebecisiyle tanıştığında, adından önce sorduğu ilk soru “abi, gözünü seveyim az vergi çıkar” diyenler.
altı yıl önce, kraliçe’ye ait kuğuyu kesip yiyenler (büyük suç, büyük infial olmuş o dönem).
yoğun olarak yaşadıkları semtleri (tottenham – bruce grove civarı, woodgreen- lordship lane) suç yuvasına çeviren insanlar...
ne tesadüf, hepsi aynı ülkenin vatandaşı.
tüm bunlara rağmen, ingilizlerin birini sevmeme (ırkçılık demeyelim de, birinden pek hazzetmeme) eşiği yüksektir. yani sabırla beklerler, her yapılan sığırlıkta hanene bir eksi daha yazar (dua lipa haricindeki arnavutlardan da pek hazzetmezler mesela). türklere de avrupa'da vize uygulayan son ülkelerden biri olmuştur (yanlış bilmiyorsam 1989). zaten, londra’nın sadece %45’i britanya adasında doğan beyaz ingilizlerden oluşur, yani adamlar alışık farklı milletler ile bir arada yaşamaya. ancak, sen gittiğin/göç ettiğin yeri, çıkıp geldiğin şehre benzetmeye çalışır, ingiliz kültürüne eklemlenemez (kimse sana kahvaltıda sütlü çay içip, pazar kiliseye git demiyor ama türkiye’nin standart bitki örtüsü olan tatlı su kurnazlığını da yapma bari) isen nereye kadar tolerans gösterilmesini beklersin, yani limit ne? gidin buckingham'ın çimlerinde de mangal yakın o zaman. laf ederlerse de "ingilizler ırkçı yaa, amk ibneleri, sömürgeci pezevenkler" diyin.
ingiltere’de süresiz oturum (ilr – indefinite leave to remain) vizesini alabilmeniz için, “life in the uk” adli bir sınavı geçmeniz gerekir. bu sınavı geçme ortalaması en düşük dört ülkeden biri türkiye. diğer üçü: ırak, bangladeş ve afganistan (veri eski ama şimdi de benzer). bak, ingiltere'deki hayatı tanıma açısından kimlerle aynı ligdesin.
neyse... sömürgeci, pis, küstah ingilizleri bir kenara bırakalım
belki de türklere en pozitif bakan ülkelerden biri olan portekiz’in bir vatandaşının, üç sene önce, trabzon’daki mescid-i aksa maketine yaslandığı için neredeyse linç edildiği bir coğrafyada yaşayıp (bu örneklere girersek sabahı buluruz) “allah allah, olm bizi sevmiyorlar ya” demek de çok ilginç.
portekiz demişken aklıma geldi, güney amerika'da seviyorlar (en azından brezilya'da). henüz oraya ulaşıp kendimizden nefret ettirmeyi başaramamışız.
türkiye ne kadar müslümansa o kadar hristiyan olan polonya'daki bir kilise'de, ankara'nın bağlarını çalacak rahatlığı ve özgüveni buluyorsan (çal, sorun yok), aynı adam süleymaniye'de kujawiak oberek'i çalarsa, sen de ona aynı ortamı sağlarsın değil mi?
ezcümle... türkiye'de düzenli yurt dışına çıkanların oranı %1'miş (tweet'in kaynağı tartışılır ama çok da farklı olduğunu sanmıyorum, hadi -hac/umre harici- %5 olsun). hiçbir fikrimizin olmadığı coğrafyalardaki, hiç tanımadığımız insanlardan nefret ediyoruz, her gün yüzlerce, binlerce küfürlü tweet atıyoruz. sıradan, tek suçu bir türk'ten farklı olarak birkaç bin kilometre batıda doğmak olan "sıradan" insanlara ölesiye nefret kusuyoruz ve sonrasında "olm bizi neden kimse sevmiyor... zaten türk'ün türk'ten başka dostu yok" diyoruz.
sahi şuralarda bir çuvaldız olacaktı...