SİNEMA 25 Eylül 2020
21,4b OKUNMA     440 PAYLAŞIM

Jim Jarmusch Klasiği Only Lovers Left Alive Filmindeki Göndermeler

2013 tarihli modern klasik Only Lovers Left Alive'da dikkat çeken noktaları Sözlük yazarlarının yorumlarıyla derledik.


Filmdeki metaforların genel incelemesi

filmin bir sahnesinde, detroit'in ıssız sokaklarında gece arabayla dolaşmaya çıkan adam ve eve, gökyüzüne bakarak, dünya'dan 50 ışık yılı uzaklıktaki bir gezegenden bahsederler. gezegen; devasa büyüklüktedir, elmastan yapılmadır ve gong şeklinde ses vermektedir. işte bu da, aynı o gezegen hikayesi gibi bir film. alakalı alakasız, anlamlı anlamsız, hem uzak, hem yakın, hem devasa, hem değil... (kulağa çok karışık geldiğini biliyorum, ama ben ademle havva'nın yalancısıyım).

gelgelelim filme... baştan sona tezatlıkların varlığını iyi dengelemiş jarmusch usta; siyah bir adem ile beyaz bir havva. yeryüzünün iki ayrı ucuna dağılmışlar. bir uç; daha sıcak ve mistik olan tanca'da, diğeri soğuk ve karanlık olan detroit'te. beyaz havva dış dünya ile iletişim halinde, siyah adem ise tüm iletişimini neredeyse koparmış ve tüm inancını kaybetmiş durumda. ama aşkları her şeye rağmen; tüm zıtlıklarına, tüm farklılıklarına, bütün yaşadıklarına rağmen hala devam ediyor. ve bu iki aşık vampir, yüzyıllık yaşamlarını zaman zaman döküp saçıyorlar bize de, ve bazı tanıdık isimler geçiyor cümlelerinden; tesla, schubert, einstein, darwin, shakespeare... nihayet, yüzyıllık deneyimleri neticesinde; üzerinde yaşadıkları dünyayı ve kaynaklarını durmadan tükettikleri için, insanları eleştirirlerken buluyoruz onları, kaçınılmaz olarak. "zombi"ler dedikleri, biz yaşayan ölüleri, yargılarlarken; havva'nın kardeşinin yaptığı hatanın, kendilerine ayna tutarak, eleştirdikleri tüketime ve zombiliğe birebir gönderme yapması, ve adeta kendi kurdukları tuzağa düşmeleri, bence jarmush'un filmde yaptığı en ince ve güzel eleştiridir. çünkü ölümlü ya da ölümsüz, yarınına devam etmek isteyen herkes bencildir ve bu içgüdüyle tüketmesi gerekiyorsa da, mutlaka tüketecektir.

son tahlilde; yüzyıllardır yeryüzünde hayatta kalmayı başarıp, yüzlerce felakete şahitlik edip, belki binlerce insanla tanışıp, bunca değişime ortaklık edip, akıl sağlığını koruyup, hala aşık kalabilmek ne kadar efsane ise, vampir olmak da o kadar efsane... ikisi de o kadar namümkün. yine de unutmamalı; aşk eski bir yalan, ademle havva'dan kalan. bırakalım, bunun kanını biraz da vampirler içsin.

Başka bir açıdan

filmin bu kadar uzun yaşamanın ne kadar boktan yok oluşlara, o kadar çok kitap okumanın, o kadar çok enstrüman çalmanın ve o kadar çok hayat kurtarmanın ne kadar sıkıcı ve boş olduğunu vurguladığına inanıyorum.

kısaca: bir şeyler üretmeden, tarihteki yeriniz rüzgardaki osuruktan farksızdır. filmdeki 'loki' abimiz de o kadar bunalımdadır ki, ne yaparsa yapsın, ne çalarsa çalsın kendisini tatmin edememiştir. tarihte hep daha güzellerini görmüştür.. sanırım jarmusch abimiz burada balığın karada yürümeye başladığı tarihten bu yana yok olup giden yeteneklere gönderme yapıp selam çakmıştır...

İnceleme tadında bir yazıyla noktayı koyalım

tipik bir jarmusch işi. bol müzikli, kasvetli ve durgun. eleştiriye geçmeden önce filmin ele aldığı mesele üzerinde durmakta fayda var. yönetmenimiz, popüler kültürün kendine meze ettiği vampir genre'sı üzerine adam ve eve adlarında iki aşığı yerleştirmiş. gece yaşayan vampirler üzerinden de bir sanatçı-bilim insanı eğretilemesi kurmuş. fena bir eğretileme sayılmaz zira, gündüz uyuyup gece üreten toplumdan izole bohem sanatçı tanımı ile vampir metaforu birbirine güzelce uymuş, hatta metaforu da geçip organik bir işlerlik kazanmış. lakin rahatsız eden nokta, tarihteki tüm büyük adamların tarihsiciliğin acımasız vuruşuyla ortak bir sepetin içine atılması, sonra da yaratılan hale ile özdeşleşilmesi, ve böylece bohem varoluş sıkıntısına bir meşruluk kazandırılması.

eve'in baktığı duvardaki isimlerden bazıları şunlardı: baudelaire, poe, tesla, kafka, bach, wild, twain, bunuel, shelley, burroughs, duchamp, wagner, keaton, mevlana. sayısız büyük adam ve kadın. ve ortak noktaları adam'ın soylu yalnızlığına meşruluk sağlamaları öyle mi? "schubert'e x besteyi ben verdim." bu sanat eserlerini beraber yarattık fakat 21.yy insanı bu inceliklerden pek anlamıyor ve biz 21.yy bohem elitleri olarak artık şu soylu yalnızlığımızla beraber acı çekiyoruz.

diğer bir deyişle, tüm dünyayı zombiler (kitle insanı) istila etti ve geriye de bir avuç vampirden (elit) başka bir şey kalmadı. bu noktada adam'in yaşadığı şehir olarak, batık ve hayalet kent detroit'in seçilmesi iyi bir tercihtir. yine eve'in şehri olarak da zamanında beat kuşağının da yolunun kesiştiği tangier'in seçilmiş olması manalı, hatta otobiyografik bir tercih. ve belli ki o duvardaki resimler adam kadar jim için de bir anlam ifade ediyor.


filmde önceki filmlere de göndermeler var. örneğin şu tesla muhabbeti coffee and cigarettes'te de geçmişti. oradaki çocuk free energy olayından bahsetmişti, adam'ın bahçesine kurduğu düzenek de buna benzer bir şey değil mi? petrol yerine su probleminin çıkacağı üzerine tartışma ise -bizzat detroit şehriyle alakalı olmakla birlikte- broken flowers'da ikinci sevgilinin evine gidildiğinde mevzu bahis edilmişti. benzer şekilde bu filmde de arabada bahsi geçiyor.

filmde kitle kültürüne dair doğrudan bir eleştiri yok, diğer bir deyişle film ötekilerin yoz hayatlarını göstererek bu sorunsalı merkezine almıyor. filmin durduğu nokta "kitle kültürü vardır, ve biz bundan rahatsızız" seviyesinde. adam, sürekli şu evinin önüne gelen rock'n roll'cu çocuklardan sitem ediyor. fakat onları derinlemesine de sorgulamıyor. sadece kendi yaşam alanına girmelerinden rahatsız. bunun yanında zaten, modernizmin içinden çıkan ve ona karşıt duruş sergileyen romantizm akımı gibi, bu bohem vampirleri de karşı kültürün neresine yerleştireceğimiz belirsiz. zira, adorno değilseniz, kitle kültürünün bir şekilde içindesinizdir. burada karşı çıkan da, destek atan da; her şey iç içe geçmiştir. neyin dışarıda, neyin içeride olduğunun net bir sınırı yoktur. yapılabilecek yegane şey, işte, bilal'in mekanında dama oynayıp nargile içenlere soğuk bakış atıp, evde partnerinle satranç oynamaktır.

popüler ve kitlesel olana nefret ile büyüsü bozulmuş bir dünyada halen büyü yapılabileceğine duyulan inanç arasında gidip gelen, bohem sanatçının çaresiz bir filmi olla. elbette godard vari, bir geçmişe saygı duruşu, anma da yok değil. filmin finali ise filmin adına referans yapıyor. tutkuyla öpüşen iki aşık ile kan bulamazlarsa ölecek olan adam ve eve'i görüyoruz. son karede ikili aşıkların üzerine yöneliyor ve film bitiyor.