Klasik Müzik Neden Ölmüş Olabilir?
selpak yahut orkid gibi bir jenerik markanın ismi olan klasik müzik, esasında avrupa kıtasının sanat müziğini ifade eden ölü yahut can çekişen bir sanattır. sadık okuyucular hatırlayacaktır, daha öncesinde avam-ı nasın müziği olan halk müziğinin öldüğünü kerelerce yazmış idim. bu kez de batılı ekabirin müziği olan klasik müziğin ihtizarını konuşacağız.
müzik niçin ölür?
bu soruyu okuduğunuzda zihninizde başka bir sorunun uyanması lazım: müzik ölür mü? sizi önce müziğin de öldüğüne ikna etmem lazım. bunun için de müsellem bir örnek seçeyim: mehter. aylar önce yine bahsetmiştim mehterden:
şöhreti cihana gulgule veren bu debdebeli müzik, devrinin en şenlikli, en canlı, en semiz müziğiydi. şimdi? şimdi ölü. içini doldurdular, özel günlerde panayırlarda sergiliyorlar. artık yaşamıyor, naaşı muhafaza ediliyor. tekke müziği de böyledir. tekke müziği için evvela tekke lazımdır. onu besleyen pınar, semirten meme tekkedir. yani diyeceğim o ki müzik de dil gibi ölür, ölebilir yahut yatağa düşebilir. bunu da yazmıştım evvelden, halk müzikleri de ölüyor diye:
bu fasıl tamamsa şimdi gelelim ikinci soruya:
klasik müzik öldü mü?
avrupa'da sanat müziğinin doğuşu 16. yüzyılın ortasıdır. ondan evvelkiler (dufay, lassus, palestrina vs.) kilisenin memurlarıdırlar. müzikleri kilise sınırlarının dışına taşamaz. bu isimlerin eserlerini seslendirmek için günümüzde dahi konser salonu olarak kiliseler tercih edilir. dahası, bu eserler günümüz sanatçısıyla ve dinleyicisiyle konuşamaz. kulağımıza çalınanlar anlamadığımız bir dilin mahsulüdür. bazen bir bebeğin lisanı kadar iptidaidir ancak bebek de bizle konuşmaz. 16. yüzyıl öncesindeki avrupa müziği bu yüzden "klasik" olamaz. avrupa'da sanat müziğinin yeşereceği ortamı imar edenler müzisyenlerden çok din adamlarıdır.
john wycliffe, jan hus, martin luther vesaire... bu zatların eserleri klasiktir işte çünkü sordukları sorular hala günceldir. hatta girolamo savonarola'yı da katabiliriz bunlar arasına. "gerçek hristiyanlık bu değil" diye homurdanmaya başlamışlar, katolik kilisesinin çarkına çomak sokmuşlar ve daha koyu, tavizsiz bir dini muktedir kılma niyetiyle yola çıkmışlar ancak her radikal hareket gibi dönüştürmek istedikleri kurumu cılızlaştırmışlar. kilise çelimsizleştikçe, taşıması kolay bir bukağıya dönüşmüş. müziğin avrupa'da sanat halinde filizlenişi bu hal ve şeraitte olmuştur. rönesansın şafağında ilk seçilen müzisyen cipriano de rore'dir ancak ilk hakiki sanatçı şüphesiz gesualdo'dur. ondaki şaşaayı, uzviyeti, belagati, tazeliği seleflerinde asla duyamazsın. sonrası meşhur mesel, bilmeyen yok. dowland, monteverdi, bach, handel... nereye kadar gider bu? şostakoviç, prokofiev, musorgski... bundan sonra kim var aklınızda kalan? philip glass, ligeti, john cage, toru takemitsu, milton babbitt? var mı içinizde bunları açıp dinleyen? sizi temin ederim alper maral bile dinlemiyor. "dur bakayım neymiş bu" diye dinlenecek şeylerdir bunlar. ilk dinlemede bayatlarlar.
internette bir arayın bakalım 1950 sonrası klasik müzik bestecilerinin isimlerini. var mı tanıdığınız? bahse varım arnavutluk başbakanları listesine bile daha aşinasınızdır. işte neredeyse bir asırdır klasik müzik namına çıkanlar bunlar. fikirler ve metinlerle güç bela ayakta durabilen sirk müzikleri. kültür ve sanatın ilişkisi, veri ile bilimin ilişkisine benzer. kültür sanatı doğurur, serpilen sanat da kültürü abad eder. bilim de veriler, aksiyomlar üzerine inşa edilir ve semirdikçe yeni veriler doğurur. kültür doğurmayan sanat kısırdır, soyunu devam ettiremez. apaçık görülüyor ki 21. yüzyılın avrupa kıtasının sanat müziği kültür inşa etmeyi becerememiş, kısır bir sanattır ve yarım asır evvel ölmüştür.
neden ölmüş olabilir?
büyük tarihçi andre piganiol roma imparatorluğunun yıkılışı için şöyle der: "l'empire romaine n'est pas mort de sa belle mort; elle a ete a assassinee", yani "roma imparatorluğu doğal bir ölümle ölmedi; katledildi."
aynısını avrupa'nın sanat müziği için söyleyebiliriz. bu "nasıl öldü?" sorusunun cevabı oldu. şimdi neden öldüğünü konuşalım. yukarıda veri-bilim; kültür-sanat rabıtasından bahsetmiştim. analojiye doydunuz, biliyorum. bu sonuncusu: tohum - mahsul. daldan dala atlamayı, okuyucu gezdirmeyi severim. o yüzden biraz cevelân edeceğiz. hatırlayacaksınız bir ara (g)enetiği (d)eğiştirilmiş (o)rganizmalardan mamul tohumlar çok tartışılmıştı. o zamanki münakaşaları pek iyi hatırlıyorum. bu teknolojinin insan sağlığına zarar verebileceği endişesini taşıyanlar bir tarafta, gdo'nun zararsız olduğunu ve hatta gdo'nun açlığa, kıtlığa çare olacağını müdafaa edenler beri taraftaydı. zararlı mıdır değil midir konu bu değil. konu açlığa çare olacak diye pazarlanan şeyin açlığa çare olmaması bilakis gıdayı kartellerde kümelemesidir. neydi mantık? diyelim pamuk ektin ama kımıl zararlısı dadanıyor. sen de tohumun genetiğini değiştirerek onu bu muzarrata karşı korunaklı hale getiriyorsun. şahane. kulağa modernizmin argümanları kadar hoş geliyor. "köhne gelenekleri yıkmak, yenilerini inşa etmek gerek" falan. ama ne oldu? transgenetik pamuk tohum vermiyormuş. yani? yanisi sana tohum veren ele muhtaçsın, yoksa mahsul alamazsın.
modern sanat da buna benziyor. tohum vermeyen kısır mahsul. modernizmin ürünü işte budur. peki modernizm nedir? valla buna derli toplu yanıt bulamazsınız. dileyen arasın. mesela oxford'un sözlüğünde "geleneği yahut köhne olanı terk edip, yenilik ve değişiklikten yana tavır alan üslup" gibisinden bir şeyler söylüyor. dufay'ın zamanından bakınca gesualdo da modernist o zaman. şimdi oxford'u da beğenmiyor kahpe diyeceksiniz ama haksız mıyım allah aşkına? geleneğe saldırmayan, onun hudutlarından taşmayan sanat mı olur? ne demiş ezra pound? "make it new" - yeni olanı yap. demek ki neymiş modernizmin medarı? yenilik. yeniliğin pırıltılı bir tarafı olsa da bihayattır. tazelik ise canlılara hastır. bilhassa son 20 yılımızın amentüsü haline gelen inovasyon (paraya dönüştürülebilir yenilik) bunun delilidir. transhümanizm, yapay deri, sanal gerçeklik, uzay seyahati, iha, siha, topraksız tarım, e-ticaret, gdo, turizm falan filan... hız, yenilik ve kalabalık arzusunun bu denlisini insanca bulmuyorum. çok değil bundan 40-50 sene evvel kişinin kendi evinde doğması ve aynı evde ölmesi sonra da eşinin dostunun maiyetine defnedilmesi sıradan ve olağandı. hayatın evde başlayıp bitmesi günümüzde sefaletin ya da imtiyazın alameti oldu. ölmek bile bir dizi defin ve tıbbiye bürokrasisine tabi artık. aileyi, cemiyeti, köyü, mezrayı un ufak eden, saçan, dağıtan bu hız geriye kültür komaz tabii. kültür komadığı gibi sanatı, amacı şaşırtmak olan sığ bir üsluba, bir şakaya dönüştürdü.
john cage'in meşhuuur eseri 4'33 döneminde değerlendirirsek iyi bir şaka, güzel bir fikir belki ama bu müzik midir? işin felsefesini, ıvırını zıvırını, "sessizlik de müziğe dahildir" falanını filanını bir geçin rica ederim. ya da schönberg'in 2 numaralı yaylı çalgılar dörtlüsü? avrupa sanat müziğinin modernist dönemini şöyle tanımlamak pek yerinde olacak: uzmanların uzmanlar için bestelediği, uzmanlarca icra edilen müzik. sanatın bilimselleşmesi, akademikleşmesidir bu, ki sanata vurulacak en büyük darbedir. sanat, dini ikame edecek yegane şeydir şu yavan devirde. onu bilime karşı müdafaa etmek gerekirdi. o sezilebilir, hissedilebilir, kavranabilir, idrak edilebilir ama bilinemez bir cevherdir. sanatta yenilik olmaz, tazelik olur. dünya tarihinin belki de en uzun ömürlü sanatı yenilik hevesi yüzünden öldü.
piganiol'un roma imparatorluğu için söylediği gibi; doğal bir ölümle de ölmedi, katledildi.