EDEBİYAT 13 Temmuz 2020
15,9b OKUNMA     463 PAYLAŞIM

Mark Twain'in 1878'deki Avrupa Gezisini Anlattığı Kitabından Özet Niteliğinde İzlenimler

Mark Twain, ailesiyle birlikte 1878'de gemiye atlamış ve Almanya, İsviçre ve Kuzey İtalya’yı kapsayan bir tura çıkmış. Bu notlar 1880'de A Tramp Abroad ismiyle yayınlanmış. İşte bu yayından süzülüp çıkarılan düşünceler.

mark twain 1878’de (yani tom sawyer’i yazmış ve 19. yüzyıl amerikan edebiyatına çoktan damga vurmuşken) ailesiyle birlikte bir avrupa seyahatine çıkmış. new york’tan bindikleri gemi hamburg limanı’na demirlediğinde twain’in almanya, isviçre ve kuzey italya’yı kapsayan avrupa turunun ilk aşaması başlamış. turun almanya ayağında hamburg, frankfurt, heidelberg ve schwarzwald (kara orman) hattında seyretmişler.

avrupa’dan, özellikle almanya’dan çok etkilenen twain seyahat izlenimlerini a tramp abroad adlı kitapta aktarmış. bu kitabın almanca adı "bummel durch deutschland". eğlenceli ve muzip bir dille yazılan metin twain'in 19. yüzyıl almanya'sına, o dönemde kentlerin gündelik hayatına ve almanlara bakışını birebir yansıtıyor. nitekim kitabın anlatıcısının adı mark twain (çok basit bir edebiyat bilimi bilgisi: yazar ve anlatıcıyı birbirinden ayrı tutuyoruz), ancak metinde anlatıcıya eşlik eden gerçekte olduğu gibi ailesi değil, mr. harris adlı kurgu bir figür. kitapta doğa betimlemeleri, her yaştan ve toplumun her kesiminden insanla karşılaşmaların edebi şekilde aktarımı falan çok ilgi çekici. aynı zamanda politically correct olmayan, diplomatik olmaya uğraşmayan, taraflı bir dille yazılmış. biz de kısmen kurgu yazınsal bir metinden etnografik gözlem beklemiyoruz elbette. (yazarın ilk seyahat anlatısı ise 1869’da çıktığı avrupa ve yakın doğu gezisi üzerine yazdığı the innocents abroad, alm. "die arglosen im ausland". bu kitap türkçede türkiye seyahati adıyla yayımlanmış. yazar ortadoğu'ya giderken istanbul ve izmir'i de görmüş. kitapta bu iki şehir üzerine yazdıkları mevcut, dolayısıyla twain'in 19. yüzyıl osmanlı toplumu izlenimlerini de okuyabiliyoruz.)

bizim kitabın (bummel durch deutschland) ilk cümlesi (serbest çeviri):
“günün birinde şu dünyanın avrupa’da yürüyerek seyahat edecek cesareti gösterebilen biriyle yıllardır karşılaşmadığı aklıma geldi. enine boyuna düşününce bu cesareti gösterebileceğime ikna oldum ve seyahate çıkmaya karar verdim. 1878 yılının mart ayı’ydı.”

anlatıcı mark twain ile yol arkadaşı mr. harris hamburg limanı’na indiklerinde almanya’nın güneyine yürüyerek gitmekten vazgeçer, hızlı trenle frankfurt’a gelirler. tren yolculuğunun ilk durağı olan frankfurt’ta aslında gutenberg’in doğduğu evi görmek isteyen iki kafadar (not: johannes gutenberg’in doğum yeri frankfurt am main’e 15-20 dk. mesafedeki mainz), evin yeri belli olmadığı için çaresiz johann wolfgang von goethe’nin evini ziyaret eder (kitabın dili sahiden mizahi, muzip ve – nasıl diyelim – zıpır), bu evin özel mülk olarak kalmış olmasına, kamu malı olarak hizmet vermemesine içerlerler (wikipedia’ya bir baktım da 1863’te otto volger bu evi goethe ailesinden satın almış).

anlatıcı gezip gördüklerini adeta nüktedan bir turist rehberi edasıyla aktarmaya devam eder. frankfurt büyük karl’ın (bkz: carolus magnus/@metonymics) saksonlardan kaçtığı sırada gün doğarken nehir kıyısında sislerin arasından izlediği yerdir güya. frankların saksonlar karşısındaki galibiyeti frank’ların furt’una (furt: bir nehrin karşı kıyısına geçilebilecek noktası) bir şehir inşa edilmesiyle kutlanır. anlatıcı burada der ki, belki de büyük karl saksonlardan kaçmıyor, aksine onları kovalıyordu. ya da belki de saksonlar yenilmedi.

O tarihlerde Frankfurt'tan bir kare.

gezginler frankfurt’tan heidelberg’e geçerler

kitapta anlatılan yerlerden heidelberg anlatıcının en çok etkilendiği yer olmalı. sahiden büyük bir sevgiyle söz ediyor heidelberg’den. özellikle o dönemin heidelberg üniversitesi öğrencilerini bir anlatışı var ki çok güldürdü beni. örneğin tanıştığı bir öğrenci sadece kendi istediği derslere giriyormuş. günün geri kalanını şehrin farklı köşelerinde bira içerek ya da köpeğini gezdirerek geçiriyor ve kendini her zaman iyi hissediyormuş.

heidelberg ister istemez heidelbeere (yaban mersini) sözcüğünü çağrıştırıyor. twain’in heidelberg seyahatinden sonra yazdığı huckleberry finn’in de adını bu çağrışımdan aldığı tahmin ediliyor. yani almanya seyahati yazarın yazınsal uzamında büyük etkisi olan bir deneyim aslında.

twain bir kitapçıda “rheinsagen von basel bis rotterdam” [basel’den rotterdam’a ren nehri söylenceleri] adlı bir kitaba rastlıyor. kitap çok ilgisini çekiyor ve bunun üzerine almanya seyahati bir parça değişerek nehirler üzerinde yapılan bir seyahate dönüşüyor. vapurlarla yapılan geziler baden-württemberg halkının yerel pratikleri, masalları, söylenceleriyle örülü çocuksu bir dünyada gezmeye benziyor bu noktadan itibaren. hatta anlatıcı diyor ki, “yazları almanya güzelliğin doruk noktasıdır [gipfel der schönheit], ama bu güzellik neckar nehri boyunca seyahat etmeden anlaşılmaz, hissedilmez, fark edilemez.” keza heidelberg’den heilbronn’a ve hirschhorn’a neckar üzerinden gidişini de çok acayip anlatıyor. dili artık esprili olmaktan ziyade acımasız: mesela “hirschhorn şaşı, bakımsız, saçlarını bile taramayan aptallarla bezeli bir mahalle” diyor. ya da baden-baden için “ruhsuz bir şehir, ama kaplıcaları iyi” diyor. yine ilginç bir izlenimi opera konusunda buluyoruz. mannheim’da seyrettiği operadan sonra operanın bir “katzenmusik”, bir “kedi müziği” olduğunu düşünüyor.

Heidelberg Kalesi

almanya’daki son durak schwarzwald

alman algısında orman bizdeki gibi tehlikeli, tekinsiz ve bilinmez bir şey değildir (bu yüzden kırmızı başlıklı kız'ın büyükannesine yemek götürürken ormandan geçmesi kötü bir şey değildir masalda. türkçe çeviriyi okurken “ahaa, işte başına bir şey gelecek şimdi” diyoruz, oysa masalın aslında öyle bir anlam yok. aynı şekilde dark'ta çocukların habire ormana gitmesi de bela aramak değil #109534263). twain de schwarzwald’i gezerken bunu fark etmiş olmalı ki, “almanların orman tutkusu basit bir ağaç topluluğuyla açıklanamaz, orman büyük gizlerin, mitlerin ve masalların babasıdır” yazmış. zaten metnin bir bölümü sagalar ve masalların izinde geçtiği için bu gözlem benim dikkatimi çekti. demek ki bu arketipsel kavrayış 19. yüzyılda schwaben köylerinde gezerken anlaşılabilen bir şeymiş. 

anlatıcı schwarzwald’de ağaçların temiz ve mum gibi dümdüz olduğunu gözlemlemiş. koskoca ormanı tertemiz ve düzenli diye ifade etmiş ki bu bana kahkaha attırdı. aklında nasıl bir alman imgesi varsa alman gördüğü yere “düzen” sözcüğünü yapıştırmış gibi geldi. almanya’nın düzenini de pratik bir sebebe bağlamış. güya binlerce insan bu düzeni sağlamak ve sürdürmek için uğraştığı için işsiz kalmıyor, saçma sapan şeyler düşünmüyormuş. 

twain almanları kısmen eleştirel, bolca da önyargılarla dalga geçen bir üslûpla anlatıyor. mesela “almanlar inatçı, ağır kanlı falan değil, sevecen, duygulu insanlar, hatta bir şeyden çok etkilenirlerse ağlarlar, heyecanlarını da gösterirler, gülmekten gözlerinden yaş getirtecek kadar eğlendirebilirsiniz onları” diyor. ayrıca gördüğü her yerde; kentlerde, köylerde, dağ başlarında, trenlerde insanların temiz giyindiğini söylüyor. schwarzwald köylerinde gezerken alman bir çiftçinin toplum içindeki saygınlığının evinin önündeki gübre yığınlarının boyuyla doğru orantılı olduğunu gözlemlemiş. gübre yığılı depoların schwarzwald’in hazinesi olduğunu düşünmüş. schwarzwald günümüzde turistik bir rota. guguklu saati, gölleri, şelaleleriyle romantik bir destinasyon.


bu kitabın bir özelliği daha var

twain’in almanya’da çok sevilen bir metni vardır: the awful german language (alm. "die schreckliche deutsche sprache"). işte bu metin elimizdeki kitabın bir bölümü. amerika’da alman kökenlilerle aynı yerlerde büyüyen twain çocukluğundan beri almancaya ilgi duymuş, öğrenmeye de çalışmış, ama o dönemde iyi bir öğretmene rastlayamadığı için amerika’dayken istediği kadar geliştirememiş almancasını. günün birinde twain’in almancayla ilgili yazdıklarını da yazarım buraya, çok eğlenceli bir metin. anlatıcı twain kitapta, the awful german language dışında kalan bölümlerde de almancaya yer yer değiniyor. mesela almancayı bu dili keşfeden çılgının kendisi kadar iyi anlayabildiğini, ama konuşurken tercümandan yardım aldığı söylüyor (zaten ilgili yazıda - the awful german language - yalnızca ölülerin almancayı öğrenecek kadar vakit bulabileceğini yazmış).

velhasıl sevdim ben bu seyahat anlatısını. gülümseyerek okudum.