YAŞAM 8 Eylül 2016
343b OKUNMA     1589 PAYLAŞIM

Müslüman Mahallesinde Salyangoz Satan Bir Adam: İstanbul'un Tek Domuz Kasabı Lazari

Lazari Kozmaoğlu, İstanbul'un bilinen tek domuz kasabı. Alanında tek olması haliyle onu özel biri yapıyor. 140journos ekibinden Berk Çetin, bu özel adamla bir röportaj gerçekleştirmiş, Furkan Temir de o anları fotoğraflamış.
Fotoğraf: Furkan Temir / 140journos

parlak çavuş, ismiyle müsemma tam bir masal kahramanı. üstelik masalın hem kahramanı, hem de anlatıcısı. güzel de apoletleri var, üzerinde de şunlar yazıyor: istanbul'un tek domuz kasabı lazari kozmaoğlu. ne yapalım, müslüman mahallesinde salyangoz sattığınız anda işler bir anda değişiveriyor.

kozmaoğlu ideal salam, istanbul'un aslında bilinen tek domuz kasabı. dolapdere’de bir benzin istasyonunun hemen yanında, dekorasyonu çok eskilerden kalma, ilgisi ve ikramı hiç eksik olmayan, kalitesi sadeliğinden mütevellit küçük bir aile işletmesi. içeri girdiğim anda kozmaoğlu kardeşlerin yorgun ama bıkkın olmayan, parlak bakışları beni karşılıyor. o gün röportajı birlikte yapacağımız ekip çoktan dükkana varmış, muhabbete başlamışlar bile. buraya ilk gelişim olmasına rağmen çok tanıdık bir koku var havada, ilk defa iki yıl önce balkan turuna çıktığımda yüzüme çarpan bir koku: karşılıksız verilen gerçek misafirperverlik kokusu. ne iyi yapmışım da gelmeye karar vermişim diye sevinmeden edemiyorum.

kozmaoğlu’na giderken neler soracağımızı, nasıl bir rotayı takip edeceğimizi konuşmamıştık; benim aklımda lazari ve kozma kardeşlere daha önce belki elli defa yapıldığı gibi türkiye’de domuz satmanın ne demek olduğunu veya domuz eti satışının yıllar içinde nasıl kısıtlandığını sormak yoktu mesela. ama neyse ki dükkana girdiğim anda kimsenin domuzculuk oynamaya niyetinin olmadığını anlamıştım. bizden önce röportaja gelen bütün röportaj takımları için domuz kasaplığı, hatta domuzun kendisi bile bu insanların hayat hikayelerinin hep önüne geçmişti muhtemelen. evet belki müslüman mahallesinde salyangoz satmak hala ilginçliğini koruyan bir tema; ama lazari’ye domuz dışında herhangi bir şey sorduğumuzda, aldığımız ilk cevapla bu adamın “değişikliğinin” domuz satmasıyla veya rum olmasıyla sınırlı olmadığını hemen fark etmiştik. hatta sohbet sırasında fark ettik ki içimizdeki tek “değişik” o da değilmiş; benim kökenim bulgaristan ve suriye’ye dayanıyordu, birimizin ailesinin ermeni olduğunu öğrendik. fakat lazari ile aramızda çok büyük bir fark vardı: hiçbirimiz değişikliğimizden ötürü zor dönemler geçiren insanlar olmamıştık muhtemelen; lazari bey ise ne zaman varlık vergisi’ni, 6–7 eylül’ü, o sürekli anlatılagelen eski istanbul’u, kuzguncuk’u, askerlik anılarını, babasının, babaannesinin anlattıklarını hatırlasa gözlerindeki hüzün anında içimize işliyordu. biz de o hüzünden cesaret alıp daha derine inmek istiyorduk, lazari de konuşmayı çok istiyordu o dönemlerle ilgili; ama ne kendisi, ne de kardeşi kozma bir türlü dökemiyorlardı içindekileri, ne zaman kendi yaşam hikayesiyle ilgili, kendisinin ve ailesinin yaşadıkları zorluklarla ilgili, istanbul’un tarihiyle ilgili bir röportaj ve çekim yapmak istediğimizden bahsetsek geri adım atıyorlardı ya da lafı başka yere çekiyorlardı. tam da derinden bir şeyler söylemeye başladıkları anda da pişmanlıklarını yansıtan bir suskunluk veya bir jest baş gösteriyordu. kendi isteklerimizle bir türlü tatmin edememiştik kozmaoğlu kardeşleri. kahvaltı yapmak için boynumuz bükük dükkandan çıkarken ihtiyar kardeşler şunları söyleyecekti:

“kendi işinizi yaparken, başkasının işine zarar vermemeye dikkat edin çocuklar. biz bu domuz işinden 4–5 yıldır kar edemiyoruz artık. işçi paralarını bile anca yetiştiriyoruz, buradaki işçiler de asgari ücretle çalışmıyor. hiçbir cazibesi yok bu işin yani, bu kadar yıl yaptığımız için devam ediyoruz.”

ne yazık ki bu insanlar dikkat çekmekten, hedef gösterilmekten hala korkuyorlar, korkmakta da haklılar. domuz dışında ne konuşmaya başladıysak sonu bir şekilde politikaya dokundu, dokundukça da kozmaoğlu ailesinin tedirginliği nüksetmeye devam etti. 28 şubat bin yıl sürmeyecek belki ama 6–7 eylül’ün izleri, maraş katliamı ve madımak saldırısı gibi uzun yıllar kalmaya devam edecek. buna rağmen lazari’nin bu topraklara tutunma kuvvetine, buraları idrak etme kabiliyetine çok şaşırmıştık, sesinde kin duygusundan eser yoktu; alaylı bir sevgiyle geçmiş zamanı anlatmaya başlıyordu:

Fotoğraf: Furkan Temir / 140journos

“biz hakiki türk’üz, hristiyanız. türklük başka hristiyanlık başka. annemin ailesi karaman’dan 200 yıl önce gelmiş istanbul’a. ondan önce de nevşehir’deymiş, 2000 yıldır. baba tarafım da sakız adası’ndan geliyor; ama 1820’de, o yıllarda hala türk toprağı yani. sorarlardı ‘‘sen nesin?’’ diye, “rumum” derdim, “nerden geldin?” diye sorarlardı, ulan gelmedik bi’ yerden, buralıyız işte, atla deve değil ki. kuzguncuk’ta otururduk ben çocukken, annemle babam da kuzguncuk doğumlu. bizim zamanımızda iki kilise, iki sinagog, bir de ortodoks kilisesi vardı kuzguncuk’ta; biz ezan sesini ancak ortaköy’den duyardık. o yıllarda daha yeni yeni istanbul’a gelen karadenizliler, özellikle de kastamonulular bize ‘gavur’ demeye başlamıştı, daha önce böyle bir laf yoktu yani. ulan pezevenk, ben buralıyım, 2000 yıldır buradayım, asıl sen nereden geldin? mesela onların babaları da eskiden trabzon çevresinde yaşayan rumlar; ama bunlar sonradan dönmüşler. kimseyi de suçlayamazsın ki döndü diye, baskı var çünkü ne yapsın? ama sen bana gavur dersen ben de sana dönme derim o zaman, böyle mi olacak yani?!”

‘gavurluk’ çocukluktan itibaren peşini bırakmamış lazari’nin. askerlikten dönüp kendi işini kurmaya başlayana kadar da böyle devam etmiş anlaşılan. tabii ondan önce ailesinin hikayesi var, özellikle babasınınki varlık vergisi’nden etkilenen neslin yaşadıklarını özetleyen cinsten:

“1942’de babamı tekrar askere gönderdiler, aşkale’ye. almanlar savaşı kazansa kesilecektik, ruslar kazanınca kesilmekten kurtulduk. askerden dönünce babam kendi işyerinde işçi olarak çalışmaya başladı, sonra kahrından hastalandı. annem bize bakabilmek için çalışmaya başladı. her şeyimiz delikti, yamalıydı ama tertemizdi sağolsun. delik ayakkabılarla okula, kışın iki üç kat kağıt sıkıştırıp giderdik, okulda arkadaşlarımızdan kağıt ödünç alıp değiştirirdik. böyle büyüdük, sonra ben çalışmaya başladım, kız kardeşim, otelcilik kursuna gitti, terziliğe başladı. derken benim askerlik zamanım geldi.”

bütün bu zorlukların rum olmasından kaynaklandığını bilmesine ve bu ülkenin insanının karşısına çıkardığı türlü engellere rağmen lazari bu topraklarda yaşama isteğinden hiçbir şey kaybetmemiş. askerliğinde de rum olmasının ceremesini çekmiş, ötekileştirilmiş; fakat anılarını sitemden çok naif duygularla ve yine alaylı bir üslupla yad etmeye devam ediyordu:

“askerliğimi önce izmir’de, sonra aşkale’de -40 derecede yaptım. güzeldi o zamanlar, hepimiz eşittik, ama galiba benden başka herkes daha eşitti. ismimi anmazlardı askerde, ‘istanbullu parlak çavuş’ derlerdi bana. o zamanlar çok parlaktım. talim sırasında bayrağı tutan ben, marşı okuyan ben, insanların mektuplarını yazan ben, ama bunlar benim ismimi anmıyor! ona rağmen bölükte istiklal marşı’nı ezbere bilen tek kişiydim. önce okuma yazmayı, sonra istiklal marşı’nı öğrettim bölükteki askerlere. şimdi koca bölüğe okuma yazma öğretmek kolay iş değil ama orada okumayı bilen tek insan olduğum için hiç pişman olmadım, yardım ediyorduk bu ülkenin insanlarına.”

Fotoğraf: Furkan Temir / 140journos

lazari’nin yaşadığı yerle kurduğu güçlü bağlar, çocukluğunda da, askerliğinde de, işe başladıktan sonra da hiç zayıflamamış. üstelik bu sadece ona has bir özellik de değil. bu ülkede azınlık denilen, ‘değişik’ denilen, ötekileştirilen ne kadar grup varsa, bu gruplara mensup insanların bazılarında, özellikle de ‘cumhuriyet çocuğu’ olanlarda daha ilk intibada sezinlenebilen bir özellik var: onların dinleri, dilleri veya etnisiteleri farklı olsa da kökleri burada salındığı için buraları sevmeyi daha iyi biliyorlar. buraları sevmeyi en iyi bilen insanları da, buraların sahibi olduğunu iddia eden bazı gruplar sevmemekte ısrar ediyor. kozmaoğlu kasabı, öteki olmanın handikaplarını da, inceliklerini de büyük bir dil ustalığıyla ve kuvvetli hafızasıyla anlatmaya devam ederken aklıma şu geliyor: “eline geçecek ilk fırsatta buradan gitmek için oyalanmayacak insanlar, şu masal kahramanını bir kez olsun oturup dinlemeden gittikleri için pişman olacaklar.”

lazari sadece anlatmıyor, aynı zamanda yazıyor da. 1950’den günümüze istanbul’un tarihini yazmaya başladığı bir defteri varmış, 1980’lere kadar da gelmiş; fakat zaman içinde yorgunluktan yazamamaya başlamış. artık bir ses kayıt cihazı istiyor kendisine, furkan’ın teknik bilgisi olduğunu görünce de fırsatı kaçırmıyor tabii; ama basit bir alet olmasını tembihliyor, bir açma bir de kapama düğmesi olacakmış, öbür türlü kullanamazmış. furkan mevcut modellere bakıp birkaç gün içinde tavsiye vereceğini söylüyor ama lazari sabırsız, cebinden bir tomar çıkarıp “parayı vereyim git al sen hadi” diyor. hepimiz gülmeye başlıyoruz bu harekete ama lazari acele etmekte haklı kendince; hafızasının eskisi kadar güçlü olmadığını söyleyip duruyor, yaşlılıktan yakınıyor. sonra birden aklıma geliyor derslerde kullanmak için aldığım bir ses kayıt cihazımın olduğu, lazari’yle pazarlığa oturuyorum: “bende bir tane var, ikiden fazla düğmesi var ama kullanması kolay, ama bir şartım var.” , “neymiş o?” diye soruyor, “kayıtların hepsini ben de istiyorum.” diyorum, “kaç para vereceksin?” diye soruyor, “belki ben tamamlarım senin yazmaya başladığın istanbul defterini, yetmez mi?” diyorum. hafiften gözleri doluyor ya da ben öyle görmek istiyorum, tam emin değilim.

Fotoğraf: Furkan Temir / 140journos

biz konuşmaya devam ederken arkadaşlar akşam yemeği için sosis, but vs. alıyor, tabii lazari yine yanıp tutuşuyor ikram etmek için ama bizimkiler dükkandan çıkmıyor. bir kilodan fazla et için güç bela 20–30 lira ödeyip çıkıyoruz. çıkarken lazari hala konuşmaya devam ediyor:

“şimdi mesela dedeağaç’a gidiyoruz torunlarla, yazlık yere, herkesin yüzü parlıyor, insan kendini paris’te zannediyor orada. buraya dönüyorsun, herkes kapkara baksana. bizim dışımızda da istanbullular artık oralara gidiyor, benim kaldığım otelde altı tane istanbul plakalı araç vardı düşün. ama inan ki 2–3 günde sıkılıyorum yavrum. hemen dönmek istiyorum. ne olursa olsun, biz bu ülkeyi, yaşadığımız yeri çok sevdik.”

___

berk çetin tarafından yazılan ve furkan temir tarafından fotoğraflanan röportajın orijinali, görsel ve video materyaller 140journos web sitesinde: