EĞİTİM 4 Ağustos 2021
38,1b OKUNMA     460 PAYLAŞIM

Okullarda Dayağın Normal Addedildiği Karanlık Dönem

Steril okulların hüküm sürdüğü günümüzün aksine, özellikle 80 ve 90'larda öğretmenlerin öğrencileri dövmesi gayet normal karşılanıyordu. İşte buna dair analiz ve yorumlar.


neydi bu dönem?

okulda dayağın normal olduğu karanlık dönem... velinin, öğrenciyi okula kaydederken öğretmenlere “eti senin kemiği benim” diyerek ister döv ister söv mesajı verdiği, bazı öğretmenlerin sıra dayağı attığı, okullarda otoritenin ve korkunun baskın olduğu dönemdir bu.

ne zaman yeni nesil ebeveynler bilinçlenip eti senin kemiği benim kafasından koptu, kameralı telefonlarla şiddet canlı canlı gösterildi; o zaman dayak normal olmaktan çıktı.

şimdi de tam tersi oldu, ortasını bulamadık. öğrenciler tarafından öğretmenlere psikolojik hatta zaman zaman fiziksel şiddet uygulanıyor maalesef. suçlu her zaman öğretmen. toplum öğretmen düşmanı olunca tabi...

belki bu öğretmen düşmanı olanlar işte o karanlık dönemde dayak yiyenlerdir.

bu döneme dair detaylı bir analiz

okulda dayağın normal olduğu karanlık dönemin, aşağı yukarı insanlık tarihine denk olduğu söylenebilir. türkiye özelinde son yirmi yılda gitgide azalarak hayatımızdan çıkmaya yüz tutsa da, pek çok ülkede doludizgin devam ettiğine de şüphe yok.

fiziksel şiddet, eğitimin gereklerini yerine getirmeyen, eğitimin amacına ulaşmasını engelleyecek davranışlar gösteren öğrenciye verilen bir cezadan da öte, doğrudan eğitimin bir parçası olarak algılanan, pedagojik işlev yüklenen bir enstrüman. yani dayak, okulu okul yapan temel unsurlardan biri adeta, eksikliği durumunda eğitimin kaliteli olmayacağına inanılmış. hukuken de ceza infazlarının bedensel cezadan hapse doğru evrilmesi epey yakın zamanlı bir gelişme.

şiddet, insanlık tarihinin motoru. medeniyet dediğimiz şey, bir bakıma şiddetin kontrol altına alınma çabasından ibaret. bin yıllar boyunca, şiddet insan hayatının o kadar doğal bir parçasıydı ki, şu anki hayatlarımız epey inanılmaz gelmeli aslında hepimize. çok yakın tarihlere kadar, halka açık infazlar söz konusu dünyanın her yerinde. yani güneşli bir pazar günü çoluk çocuk istanbul gezmesine çıktınız, sultanahmet civarından geçerken cellat çeşmesinde bir soluklanayım diyerek ayaküstü kesilen birkaç kelleyi ailece huşu içinde seyredebilirdiniz. bugün ışid videolarında veya meksika uyuşturucu kartellerinin infaz videolarında anca rastlayabileceğiniz türden vahşetler, günlük hayatın gayet doğal bir parçasıydı hep.

entry "siz o eski tüp kuyruklarını bilmezsiniz yiğenim, nelerini gördük nelerini" minvalinde bir yere doğru kayıyor farkındayım, durun kaçmayın toparlayacam. sen de bir sus fuko. bikbikbik kafamın tepesinde. zaten uykum kaçmış.

neyse şimdi harari'ye filan da bulaşmıyorum. fiziksel şiddetin iktidarın temel harcı, en masrafsız kurucu unsuru olması, varlığı ortadan kalksa bile ihtimalinin tepemizde sallanmasını, arada bir hatırlatılmasını yeterli kılabiliyor hala. zamanında sızdırılan mit kaydında davutoğlu'nun dediği gibi, "hard power olmadan soft power olmaz." infaz hukuku, bizzat toplumun pedagojisine yönelik. generallerin ağzını burnunu kırıp resmi ajans tarafından videoya çekmek ve yayınlamak, bütün topluma, hepimize verilen eğitimin bir parçası. cesetlerine işkence yapılan örgüt mensupları da hakeza.


korku, insanın temel duygusu. insan bu yüzden güce tapar. halkımız bu yüzden isyanı ve isyancıları sevmez, çünkü onların başına ne geldiğini binlerce yıl boyunca görmüş, yaşamıştır, hala yaşamaktadır. bütün o celali isyanlarını düşünün. kelleleriyle piramitler inşa edilen, kuyular doldurulan, çarmıha gerilen, çengellere asılıp günlerce can çekiştirilen, odun gibi yakılan isyancılar... bizler ya bu katliamlardan artakalanların, yani isyancıların başlarına ne geldiğini gören ve hayatta kalmanın birinci kuralının itaat etmek olduğunu idrak edebilenlerin, ya da bizzat katliamcıların torunlarıyız. isyancıların feci sonları, yüzyıllar, binyıllar boyunca, toplumun kolektif hafızasına nakşolmuş, şuuraltına sirayet ederek karşı konulmaz bir hükümranlık kurmuştur.

bu yüzden, güce tapmanın, onu aşkla sevmenin, güvenli bir yaşam için zorunlu bir unsur olduğunu, doğduğumuzdan itibaren zihnimize nakış gibi işleriz. güce taparak yalnızca kendimizi korumaya almış olmaz, gücün bizzat bir parçası haline geldiğimizi hissederiz, güçlünün yanında olmak insana gerçekten iyi hissettiren bir şeydir. o sizin adınıza başkalarını ezer, çiğner, yakar ve yok eder, siz de bu gösterinin bir parçası olma onurunu yaşarsınız. hele hele, bizzat o infazı uygulayan araç olmanın tadına doyum olmaz.

bütün bunları elbette çok iyi bilen, bildiğinin farkında dahi olmadan bilen insanlar, güç ve iktidar karşısında, onu sevmekten başka bir çaresi olmadığını da idrak eder, etmek mecburiyetindedir. kendi iktidarına, kendi bekasına tehdit hissettiği zaman ne kadar vahşileşebileceğinin sınırı kestirilemeyen bu kadar muazzam bir güç karşısında, istediği zaman sizi bir sinek gibi ezebileceğinden kuşku duymadığınız bir güç karşısında, aşkla tapınmaktan başka bir çareniz yoktur. evet, yalnızca tapınmak yetmez, bunu severek ve isteyerek, can-ı gönülden yapmanız gerekir, nitekim siz de öyle yaparsınız. bu yüzden tanrı ile devlet kafanızca mezc olur, ikisini birbirinden ayırmak güçleşir. spinoza'nın tanrı ile evren arasında ayrılık gayrılık görmemesi gibi. ayran içtik ayrı mı düştük?

kıymeti dostlarım, kıymetli kardeşlerim, bu vatanın delileri, bu vatanın fedaileri, bu vatanın serdengeçtileri. theodor roosevelt’in dediği gibi, “onları t*şaklarından yakalarsan, kalpleri ve akılları da peşinden gelir.”

“If you've got them by the balls, their hearts and minds will follow.”