SİNEMA 11 Mayıs 2020
40,7b OKUNMA     637 PAYLAŞIM

Önümüzdeki Yıllarda Bir Kült Haline Gelmesi Muhtemel Olan 303 Filminin İncelemesi

Bir Eternal Sunshine of the Spotless Mind kadar olmasa da, bir Before Sunrise olacak gibi gözüken 2018 yapımı filmi inceleyelim.

jüri önünde sunum yapan jule, akıcı bir şekilde konusunu anlatırken bir kavramı hatırlayamaz ve jüri üyesinin ısrarı üzerine, kavramı hatırlayamadığını, ezberinin güçlü olmadığını, biyolog olarak bu kelimeye ihtiyaç duyduğunda telefonuna müracaat edebileceğini belirtir. ezber bilgiyi akademik kariyerin başat unsuru olarak gören, öğrenciden fabrikasyon ansiklopedi üretmek isteyen profesör tarafından "belki de google için çalışmaya başlamalısınız" cümlesiyle iğnelenen jule'nin tüm yılı, "maalesef bu durumda geçmenize izin veremem" denilerek çöpe atılır.

ders bitiminde hocası tarafından çağrılan jan, hocasından, burs için başkasının tercih edildiği haberini alır. hoca üzgündür, zira jan'ın çalışması muhteşemdir hatta en iyilerden biridir. ancak hocaya göre jan, burs verecek vakfın tepkisini çekecek tarzda amerikan dronlarına karşı radikal bir tavır sergileyerek biraz saflık yapmıştır. jan, bilimsel bir araştırmanın sonucunu aktardığını söyleyerek şaşkınlığını gizleyemezken karşısındaki profesör sistemin dişlileri arasından seslenerek kurulu yapının çirkefliğini ifşa eder. jan büyük bir günah işlemiş, politik bir konuda "ne sonuç aldım, nasıl yayımlayabilirim" sorularını sorarak temkinli hareket etmemiş, stratejik düşünmeyi ihmal etmiştir. jan'ın bilim, özgürlük, hak gibi kavramlarla ilişkilendiremediği, o yüzden de maruz kaldığı muamelenin aptallaştırdığı surat ifadesiyle, geleceğine yönelik ciddi bir darbe almış olarak okuldan ayrılır.

modern eğitim sisteminin tüm zaaflarıyla almanya'da da yaşandığını, orada da bilimsel çalışmaların politik bir takım dengeler gözetilerek yapılmak zorunda kalındığını gözlemleyerek başladığımız film, bu iki gencin çıkacakları yolculuk için tesadüfen bir araya gelmeleriyle devam eder. richard linklater'ın onar yıl aralarla çektiği üçlemesinin ilki olan before sunrise filminin havasını kokladığımız 303 filmi, 303 model bir mercedes karavan ile keyifli bir avrupa turu attırırken bir yandan da eğitim kariyerlerinde çuvallamış iki gencin şahsında modern hayata dair sorgulamalar yaptırır.


genel olarak modernle geleneğin, kapitalist yaklaşımla sosyalist anlayışın, akıl ile duygunun, kötümserle iyimserin, kalp ile beynin çarpıştığı, ontolojik sorgulamaların yaşandığı tartışmalarda ciddi anlamda sistem eleştirisi de göze çarpıyor. gençliklerinin baharında, meselelere tüm çıplaklığı içinde bakmaya çalışan jule ile jan, doğallığı içerisinde daldan dala bir çok konuyu tartışıyor, değerlendirmeyi izleyiciye bırakıyorlar. muhabbeti dışarıdan izleyen biri olarak bazen jule'ye hak verirken bazen de jan'ın söylediklerini onaylarken buluyorsunuz kendinizi.

jule, hamile olduğunu yeni öğrenmiş, erkek arkadaşıyla kavgalı, iki yıl önce intihar eden kardeşinin yarattığı travmayı aşamamış 24 yaşında, biyoloji okuyan bir genç kız, jan ise ilk gençlik dönemine kadar babası sandığı üvey babasının elinde büyümüş, ailesinden kopmuş, biyolojik babasını görmek için yollara düşmüş 24 yaşında bir siyasal bilimler öğrencisi. filmin akışı içine iki gencin kişisel hikayeleri de yedirilmiş ama dramatik unsurlardan ziyade akıcılığı tartışılan konular sağlıyor.

fikir vermesi açısından tartıştıkları birkaç konuya bakmakta fayda var

filmin genelinde kapitalizmin sözcülüğünü yapan jan, intiharın bencillik olduğu, insanın sadece kendi hayatından sorumlu olmadığı ve yakınlarını enkaz halde bırakıp gitmeye hakkı olmadığı gibi gayet mutedil düşüncelere sahip. ancak jan'ın cinsellik konusundaki sınırsız özgürlükçü yaklaşımları da argümante etmesi filmin niyeti hakkında şüpheye düşüren bir rol oynayarak son derece irrite edici hal alabiliyor. jule ise tüm konularda geleneğe ve ahlaki değerlere daha yatkın bir yerlerde duruyor.

jule, almanya'da nüfusun yarısının yalnız yaşadığını, bunun sistemli bir politikanın, bilhassa izolasyonu öngören kapitalizmin ayırma stratejisinin ürünü olduğu tezini ispatlamak için çeşitli argümanlar ileri sürer. aslında yalnız kalmanın insanın doğasına aykırı olduğu, yalnız kalındığında stres hormonları salgılandığı, bunun da insanı hasta ettiği, mutsuz insanların daha çok tükettiği, bunun da kapitalizmin işine geldiği vs. vs...

jule, ilkokuldan başlayarak vahşi ve sert bir rekabetin içine sokulduğumuzu, devamlı seçmelere katıldığımız bir hayatın dayatıldığını, daima sert, güçlü ve hızlı olmak zorunluluğunun insan tekinde yarattığı tahribatı izah eder. ayrıca sermayeyi elinde tutan yüzde 5'lik bir dilimin, dinlenmeye zaman bile bulamayan mutsuz ve stresli insanların sırtından nemalandığını eklemeyi de ihmal etmez. 

buna karşılık jan, hayatın güneşli bir günde plajda vakit geçirmek olmadığını, zorlukların doğanın kanunu olduğunu, ayrıca rekabetin eğlenceli ve insanın hoşuna giden bir şey olduğunu belirterek sert olanın suya girince yumuşadığı, güçlü olanın hayatta kaldığı örneği üzerinden sözü darwin ve evrim'e getirir. 

jule güçlüler değil uyumluların, en iyi adapte olanların ayakta kaldığı şeklindeki düzeltmeyi yaparak darwin'in kapitalistler tarafından en başından beri istismar edildiğini söyler. meseleyi rekabet-işbirliği çelişkisine getirir ve işbirliği sayesinde ayakta kalan cro-magnon'lara kadar götürür işi. insanın ataları olan cro-magnon'lar dört yüz kişilik gruplar halinde işbirliği ile yaşama tutunabilirken sekizli onlu gruplar halinde yalnız kurtlar olarak yaşayan neandertal'ler birbirleriyle savaşarak, kıtlık sürecinde birbirlerini yiyerek tükenip gitmişlerdir. ona göre insanı sevmeyen ve insanlık dışı özellikleri olan kapitalizm, bugün insanlığı tekrar neandertal'lere dönüştürmek istemektedir. 


jule'nin bu düz mantık yoluyla tek yönlü yaptığı tarih okumasını ters yüz eden jan, insanın vahşi boyutuna dikkati çeker ve insanlık tarihinin cinayet, yıkım ve kocaman bir kan banyosundan ibaret olduğunu, işbirliği gibi olumlu hasletlerin yanı sıra kıskançlık ve açgözlülük gibi özelliklerin göz ardı edilmemesi gerektiğini, birçok örnek vererek sistemin çalışana, tasarruf edene her türlü imkanı sunduğunu ifade eder. 

ama jule ısrarcıdır, zira ona göre sen-ben kavgası mülkiyetle birlikte başlamıştır. oysa sınırsız bir paylaşım olması gerekirdi, ne de olsa insan vücudu, paylaştığında tonlarca mutluluk hormonu salgılıyor. 

jule temel sorunun paylaşım adaletsizliği olduğunu düşünüyor ve oldukça naif bir yerden bakıyor. mülkiyet vb. söylemleriyle sosyalizme yakın bir yerde dururken bunu kabullenmek de istemiyor. o tür ideolojik ayrımların geçmişte kaldığını iddia ediyor. jan ise insanın daha kötücül yönlerine dikkat çekerek onu gerçekçi olmaya ve mevcut düzeni kabullenmeye davet ediyor.

jan, insanın sürekli kendisi için endişelenerek yaşadığını, korkuları, endişeleri, ihtiyaçları hakkında sürekli geleceği, geçmişi düşündüğünü, bu kadar düşünmeye sonsuza kadar dayanılmayacağını, o yüzden insanın kendinden uzaklaşabilmesi için uyuşturucu kullanmanın yasal hale gelmesi gerektiğini savunur. aksi takdirde insanlık delirecektir...

başka bir oturumda "neden her gördüğümüz karşı cinsimize aşık olmayız?" sorunsalına eğiliyorlar. jan, aşkı biyolojik etkenlere bağlarken jule daha duygusal ve derinlikli bakılması gerektiğini, hiçbir kadının yumurtalıklarının hayatının erkeğini seçmesine izin vermeyeceğini dile getiriyor. konu aşk ve cinsellik ilişkisine geldiğinde jule, cinsel organla değil kalp ve akıl ile aşık olunduğunu söylerken jan seks ve aşk olayına daha bilimsel ve rasyonel yönlerden bakmayı tercih ediyor. aşkın seks ile direk bağlantılı olduğunu, uyumsuz birçok çiftin cinsel çekicilik nedeniyle bir araya geldiğini, uzun süreli ilişkilerin kültürel olarak tercih edilebileceğini ancak bunun çoğu zaman mümkün olmadığını çünkü tek eşliliğin kültürel olarak programlanmış mutsuzluk olduğunu savunuyor.

jule, cinsel çekiciliğin büyük aşkı yarattığı iddiasına katılmaz. aşk ile tutku birbirine karıştırılmaktadır ona göre. çok acı çekmek çok büyük aşk anlamına gelmez. ayrıca iyi geçinen uyumlu çiftler de muhteşem seksi yakalayabilirler. zira gerçekten aşık olduğun biriyle seks yapmak insanı farklı bir boyuta taşır... jule aşka ve cinselliğe jan'a göre çok daha insani ve ideal bir yerden bakıyor. jan evliliği birbirine zincirlenme olarak görürken jule biraz da esprili şekilde "uzun ilişkilerde seks, tekrarların prömiyerlere benzemesi sanatıdır" alıntısıyla evliliği ve sadakatin safında yer tutuyor.


bu aşamada jan'ın evlilikte sadakatin gereksizliği üzerine yaptığı tarihsel temellendirmeler başlıyor ve filmin de oluşturmaya çalıştığı algı bu bölümde netleşiyor

jan'a göre sadakat katolik kilisesinin icadıdır. daha önceki kültürlerde olmayan bir şeydi. evli çiftlerin sadece birbirleriyle yatması ne babil'de, ne yunan'da ne de roma'da vardı. bu icadın nedenini de o dönemde filistin nüfusunun aşırı artışını engelleme çabası olarak koyuyor. sadakati icat edip boşanmayı da yasaklayarak nüfus artışının önüne geçmiş oldular. 

jule'nin güven vurgusunu da "yatağa başkasıyla girebilir ve birbirinin yanında olmaya devam edebilirsin" sözleriyle karşılayan jan'a göre bunda hiçbir sakınca olmamalıdır. jule'nin sevdiğim insanın başkasıyla cinsellik yaşaması canımı acıtır çıkışına "o senin egonla ilgili" yanıtını verir. önceden haber verdiği takdirde jan için karısının kimle yattığının hiçbir önemi yoktur. önemli olan yalan ve aldatmadır ona göre. 

jule ilgiyle dinler fakat içine sindiremediği düşüncelere seksin el sıkışmak olmadığını, cinsel ilişkinin kutsal ve büyülü bir an olduğunu, partnerliğin özünün aşk olduğunu, ikisi de etrafta önüne gelenle yatarsa aşkın özünün kaybolacağını söyleyerek karşı çıkar. ancak jan ödevine iyi hazırlanmıştır. ona göre sabit bir evlilik ilişkisi olmalıdır ve çocuklar için faydalıdır. romalılardaki gibi mutlu bir evlilikte çiftlerden her ikisinin de dışarıda sevgililerinin olduğu sistem en ideal olan sistemdir. yani çocuklar için mutlu olan ama cinsel olarak tarafları öldürmeyen bir yuva. devlet ve kilise çekirdek aileyi dayatıyor diye tek eşliliğe tutunmak zorunda değildir. sonuçta zaman açık evlilik gibi yeni ilişki modellerine uygundur...
jule baştan beri tartışmalarda uzlaşmaz ve dominant bir tutum sergilerken evlilikte özgür cinsellik konusunda yelkenleri indirir ve jan'a ilk defa katılır...

jule'nin baştan beri tüm tartışmalarda jan'a katıldığı tek konunun evlilikte farklı insanlarla cinsel ilişki özgürlüğü olmasının manidar olduğunu görmek gerekiyor. avrupa'da farklı evlilik tiplerinin tartışıldığını ve uygulandığını, aile kavramının her geçen gün aşındığını ve bu anlamda ahlaki çürüme ve yozlaşmanın normalleştiği süreçte ahlaki ve kültürel değerlerden bağımsız bir özgürlük anlayışının revaç bulduğunu biliyoruz. bu tarz keyifli olan ve iyi niyetli gibi görünen filmlerle de haz merkezli bireyci yaşama dair algı oluşturulduğunu ve normalleştirmeye su taşındığını söyleyebiliriz. insan bedenini değersiz bir et parçasına indirgeyen, manevi duyguları yok sayan bu yaşam tarzını anlamak açısından batıdaki özgürlük anlayışını irdelemek gerekiyor.

batı tarihi içinde özgürlük üç farklı kavramla ifade edildi

büyük oranda siyasal bir içerik taşıyan liberty kavramı; serbest bırakılma, güçlünün iktidarına karşı direnerek esaretten kurtulma anlamındadır. daha çok siyasi bağımsızlık ve egemenlikle ilintilidir ve birinin egemenliği altında olmama anlamını içerir. bizdeki karşılığı hürriyet'tir.
özgürlüğün ifade edildiği ikinci kavram freedom'dur ve canının istediğini yapma, yazma, söyleme anlamındadır. bizdeki serbesti kelimesine karşılık gelir.

üçüncü kavram emansipasyondur ki konumuzla ilgili olan özgürlük boyutu budur. genel olarak dini, ailevi, geleneksel, ahlaki yönden insanın bağlı olduğu tüm bağlardan kurtularak özgürleşmesi anlamında kullanılır. birey eksenlidir. eğer emansipe olmamışsanız, kendinizde sorumluluk hissediyorsanız (akrabalık, komşuluk, hasta ziyareti vs.) batılı anlamda birey olamamışsınızdır ve özgür de değilsinizdir.

yani ahlak ve adaletten arındırılmış özgürlük de diyebiliriz.


peki özgürlüğün bu boyutuyla yaşandığı modern toplumlarda sonuç nedir? 

çok derin bir şizofreni, 

insanın aşırı yalnızlaşması ,

ve yeryüzünde olup biten adaletsizliklere ve kötülüklere karşı duyarsızlaşma ve körleşme.
modern sonrası dönemde batılı paradigmanın tüm ahlaki bağlardan sıyrılarak hazza dayalı bir özgürlük anlayışını yaygınlaştırma çabasının bir ürünü olarak görülmesi gereken filmin; avrupa manzaraları, filmin atmosferini ve görselliğini bütünleyen hoş müzikleriyle, bahsettiğimiz alt metinleri ve mesajlarıyla sorgulatan, düşündüren ve bu yönleriyle iz bırakacak bir film olduğunu söyleyebiliriz.

Aşka Yeni Bir Yorum Getirmeyi Başaran Sıra Dışı Romantik Filmler

Ebeveynler, Karantinadaki Çocukların Psikolojisi İçin Nasıl Davranmalı?