TARİH 10 Ağustos 2020
57,2b OKUNMA     629 PAYLAŞIM

Orta Çağ'daki Sosyal Yapı, Ruhban Sınıfı ve Günlük Yaşama Dair Kapsamlı Bir Rehber

Orta Çağ'da insanlar ne yer, ne içerdi? Derebeylerinin konumu ve işlevi neydi? Peki halk kitap okur muydu? Bu ve benzeri soruların cevaplarını bulabileceğiniz detaylı ve öğretici bir yazıyı aktarıyoruz.

tıpkı yakın çağ, yeni çağ vb. gibi orta çağ da kavramsal olarak burjuva tarihçilerin ortaya attığı bir tanımlamadır. orta çağ m.s. 476 olarak tarihlenen batı roma imparatorluğu'nun barbar akınları sonucu çökmesi ile başlar, bitişi ise 1453 olarak kabul edilir. 1453 ülkemiz tarihçileri tarafından istanbul'un fethine bağlanır, ancak avrupalı tarihçiler için yüzyıl savaşlarının sona erdiği tarih olan 19 ekim 1453 esas alınır. çünkü yüzyıl savaşları avrupa'da istanbul'un fethinden çok daha büyük ve önemli bir tarihsel değişime neden olmuştur; derebeylikler yıkılmış ve merkezi krallıklar güçlenmeye başlamıştır. bununla birlikte orta çağ'ın sona ermesi, ona damgasını vuran üretim sistemi olan feodalizmin sona ermesi anlamına gelmemektedir. orta çağ'ın bittiği tarih, erken feodalizm adı verilen evrenin de sona erdiği döneme denk gelir ve yeni çağ olarak nitelendirilen dönemde geç feodalizm evresinin hakim olduğu görülür. geç feodalizm döneminde, aristokratların düzeni devam etmiş, ancak feodal üretim sisteminin bağrında kapitalist üretim ilişkilerinin ilk nüveleri de ortaya çıkmıştır.


yüzyıl savaşlarının sonunda ortaya çıkan sosyal dönüşüm üzerindeki en önemli etken ise topların savaş alanında kullanılmasıdır. böylece kralların otoritesini paylaşan derebeyliklerin kaleleri yıkılmış, kahramanlıkların efsanelerle, timsahların ejderhalarla, büyücülerin din adamlarıyla karıştırıldığı mistik bir dönem sona ermiştir. topun bir anlamda şatolar, kaleler çağı diye de bilinen orta çağ'ın ve masalların sonunu getirdiği de söylenebilir.


orta çağ'da şatolar, dayanıklı kuleleri ve duvarlarıyla gücün simgesi oldukları kadar, hem kraliyetin temsil edildiği derebeyinin evi, hem de garnizon olarak kullanılan yapılardı. güçlü kalelerin dönemi, kıta avrupası'nda 10. yüzyıl'da şarlman imparatorluğu'nun yıkılması sonucunda otoriteyi ele geçiren kontlar tarafından inşa edilmeye başladı. bir bölgeyi hakimiyet altına almak için çok önemli olan şatoların efendileri, beş asır boyunca söz konusu coğrafyaya hükmettiler.

orta çağ'a damgasını vuran feodal düzenin tetikleyicisi ve meşruiyetinin kabul edilmesini sağlayan olgu savaşlar, akınlar, yağma ve istilalardı. normanların ve macarların saldırıları olmasaydı, avrupa'da karışıklık ve düzensizlik olmayacaktı. düzeni ve güvenliği tesis etmek için sayısız şato inşa edilmemiş olacaktı, insanlar senyörlerin duvarlarının arkasına saklanmak için özgürlüklerinden ödün vermeyecekti. ancak yine de, köleci imparatorlukların çözüldüğü bir ortamda, tüm bunlar köleci üretim ilişkilerinin bıraktığı mirasın da kaçınılmaz bir sonucuydu.

derebeyleri, kendilerine yetki veren kral veya imparatorlarının tebasını korumak için, kimi zaman borç para alarak kaleler ve şatolar inşa ettiler. söz konusu şatoların en önemli yerleri ise taştan kuleleriydi, çünkü bu yapılardan uzaklardaki istilacılar tespit edilebilir, katapult ve ok gibi silahlarla savunma yapılabilirdi. bununla birlikte kulelerin inşaatı için kalifiye işçilerin ve işinin ehli ustaların çalıştırılması şarttı. bunun dışındaki kısımların inşaatına ise yöre halkı da katılır ve iş bölümü yaparak çalışırdı.

derebeyleri kaleleri inşa ederken borç alırdı ama köylüler de derebeylerine borçluydu. her şeyden önce onlara sağlanan korumanın bir bedeli vardı. köylüler çok küçük toprak parçalarına sahiptiler ya da bu topraklarda kiracıydılar. toprağın asıl sahibi silahlı adamları olan senyördü. senyör köylülerden vergi alırdı. köylüler senyöre, senyör krala bağlıydı. şatonun etrafındaki toprak da buna bağlı olarak iki çeşitti. bir kısmı doğrudan derebeyine aitti, üzerindeki tüm hayvanlar ve yapılar derebeyinin malıydı, diğer bir kısım ise borçları karşılığında buralarda çalışan köylülerin yer aldığı ve dolaylı olarak yine derebeyine ait olan bölümlerdi. köylülerin yalnızca kendi yaşamlarını sürdürebilecek kadar bir bahçeleri olurdu ve bunlardan yararlanmak için de ayrıca kira ve vergi öderlerdi. feodalizmin erken dönemlerinde köylüler, çalışmaları sonucunda ortaya çıkan hemen hemen tüm mahsülü derebeyine verirlerdi. derebeyleri kanun koyma yetkisine sahipti. kurallara uymayanlara idam da dahil olmak üzere ağır cezalar verebilir, kirasını ödemeyeni de yine çeşitli yollarla cezalandırırdı.

orta ve doğu avrupa'da kralların gücü azalmaya başladıktan sonra, toprak sahipleri beylik güçlerini otomatik olarak elde ettiler. ilk ortaya çıktığı coğrafyadaki hakim dil almancanın ürünü bir kelime olarak feodalizm, kraliyetin teba üzerindeki hakimiyetini ifade ettiği gibi, senyörün görevlerini de özetliyordu: vergi tahsilatı, asker toplamak, güvenliği sağlayıp otoriteyi tesis etmek, yargılama ve cezalandırma. bu nedenle en sıradan derebeyi bile kralın gücü ve yetkilendirmesine sahipti. derebeylerinin vergi aldığı ana grup köylülerdi, ancak tüccarlardan da ayakbastı parası alınırdı. köleciliğin çözülmesinden sonra bir dönem ortadan kalkan pazar mekanizması, tüccarların gezerek mallarını satmak durumunda olduğu, değişimin sınırlı düzeyde olduğu bir ekonomik hayatı ifade ediyordu. bu vergiler kalelerin bakımı ve güçlendirilmesi, yanı sıra yolların ve köprülerin onarımında kullanılmaktaydı. ayrıca derebeyinin topraklarındaki değirmen ve evleri kullananlar "beylik hakkı" adı verilen bir para ödemek zorundaydılar. derebeyleri eğer gerekliyse ve güçleri varsa para bastırma yetkisine bile sahiptiler. bunun yanında ölçülerin ne oranda olacağına da derebeyleri karar verirdi. bu nedenle her yörenin kendine özgü ölçü birimleri vardı ve tam anlamıyla standart ağırlık ölçüleri yoktu. çok sık olarak derebeyleri kilo ve ölçü değerlerini kendilerine göre değiştirir, böylece ekonomik anlamda ayrıca güç elde ederlerdi. burjuva sosyal devrimlerinden önce metrik ve ondalık sistemin bölgeden bölgeye göre değişmesi, bir mahsülden bir diğerine göre farklılık arz etmesi orta çağ dönemindeki bu düzenin bir sonucuydu. örneğin fransa'da eski tahıl ölçeğine göre aynı miktardaki mahsül paris'te 274 birim iken, bourgogne'da 268 birimdi.


feodalizmin iktidarına son veren burjuva sosyal devrimlerinin, nasıl aristokrasi üyelerinin yaşamlarını hedef almasındaki neden saraylara, kalelere harcanacak paralar için toplanan vergilerse, farklı ölçü birimlerinin kaldırılarak standart bir ölçü biriminin getirilmesi gibi reformları hayata geçirmesindeki temel neden de toprak sahiplerinin ticareti kendi lehlerine çevirmek için çıkardığı bu ikiliklerdi. çünkü, en nihayetinde hepsi ticari hayatın gelişip palazlanmasına ve feodalizmin bağrında kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesine engel oluyor, yani tüccar sınıfının tekerine çomak sokuyordu. ortaçağda henüz burjuvazi aristokrasiyi yıkacak güce sahip değildi, ancak tüm bu vergilerin dışında, verecek hiçbir şeyi ve toprağı bile olmayan serflerin, yani araziye bağlı olan, seyahat özgürlükleri, bahçeleri, malları, mülkleri olmayan yarı köle durumundaki köylülerin, evlendiklerinde eşleriyle ilk gece birlikte olma haklarını bile (bkz: prima nocte) ellerinden alan aristokratların, gün gelip iktidarı kaybetmelerinde en büyük etkenlerden biri de, kaybedecek bir şeyi kalmamış bu köylü yığınlarının burjuvazinin örgütlediği isyan hareketine katılması olacaktı. ancak bunun için çok uzun yılların geçmesi gerekecekti. çünkü orta çağ'da tüccar kesimi henüz yeteri kadar güçlü değildi ve üretim sistemindeki payı çok düşüktü. ayrıca onu üretimde daha etkin bir konuma taşıyacak olan teknik ilerleme ve iş gücü kullanımını yeniden örgütleyen devrimsel nitelikteki yeni iş bölümü düzenlemeleri henüz söz konusu değildi.

ekinden alınan ayni vergi, hasat yoğunluğu, tarladan kaldırılan mahsül ve bağbozumunun nispetine göre alınırdı. 12. yüzyıldan itibaren haraç, özgür erkek köylülerin askerlik görevinden kurtulmak için ödedikleri bir vergi olarak karşımıza çıkmaya başladı. ancak çoğu zaman köylülerin bunu ödeyecek paraları olmazdı ve savaşlara militia adı verilen köylü milisleri olarak gönderilirlerdi. toprak kölelerinin üzerinde hak iddia edememek, vergi borcunu ödemek için derebeylik sınırları dışında yapılan evlilikler gibi olgular köylülerin derebeyine bağlı yarı köleler olduklarının bir göstergesiydi. kahya, bu düzen içerisinde senyör ile köylüler arasındaki bir ara elemandı ve en korkulan kişilerden biriydi. derebeyinin vekiliydi, işleri organize eder, vergi ve harçları toplar, direniş gösteren olursa en sert şekilde cezalandırırdı. vergiler çeşit çeşitti, yaşamak için gerekli olan fırın, değirmen (antik çağdan beri bilinen ancak 10. yüzyıl'dan itibaren çoğalan su değirmenleri nehirlerin ve hendeklerin üzerine kurulurdu), demirci ocağı ve maden yıkama teknesinden bile vergi alınıyordu. yılın belli dönemlerinde, bayramlarda ve şenliklerde kale duvarlarının diplerine veya içine kurulan panayırlarda mallarını satan ve uzak diyarlardan gelen tüccarlar buradan elde ettikleri gelirden de vergi öderdi. yani köylüler kadar, tüccar ve zanaatkarlar da vergi yükü altında ezilirdi.

derebeyleri daha çok lüks eşya elde etmek için ihtiyaç duydukları, altın ya da gümüşten paralardan oluşan servetlerini arttırmak için her şeyi deniyorlardı. 12. yüzyıldan itibaren köylüler, derebeylerine olan borçlarının faizlerini ödeyebilmek için panayırlarda ellerinde kalanları satmaya başladılar. adalet, tamamen derebeyinin insafına ve kişiliğine bağlıydı. hırsızlık, kavga, zina gibi küçük suçlar için genelde para cezaları verirlerdi. büyük suçlar işlendiğinde ise sürgün, kırbaç, uzuv kesme ve idam cezası uygulanmaktaydı.

orta çağ'ı daha iyi kavramak için ilk etapta, o dönemdeki sınıfları ayrıntılı olarak ele almak gerekir

bu sınıfsal yapı üzerinden o dönemdeki insanların yaşayışları da döneme özgü olarak kendi karakterini oluşturdu. toplumu oluşturan ana sınıflar soylular, ruhban sınıfı, tüccarlar ve köylüler şeklindeydi. soylular en ayrıcalıklı sınıftı. en üstte senyörler vardı. kral senyörlerin en büyüğüydü ve yönetme yetkisini ilahi bir kaynaktan aldığına inanıldığından meşruiyetini kiliseden almaktaydı. bununla birlikte sembolik bir pozisyonu olan ve fiili gücü nispeten zayıf olan kralın yönetme yetkisi derebeyleri arasında dağıtılmıştı ve onların da güçlerine, hakimiyet alanlarına göre rütbeleri vardı, bu rütbeler en büyükten küçüğe doğru dük, kont, baron, vikont şeklindeydi. ingiltere'de kral yurtsuz john ile senyörler arasında 1215 yılında imzalanan magna carta, aslında feodal düzenin resmi belgelerindendi ve derebeylerinin o dönemdeki süregelen gücünün kanıtı niteliğindeydi. bunların yanında bir alt soylu kategorisi olarak şövalyeler gelmekteydi. bunlar senyörlere bağlı vasallardı, onların silahlı gücünün en kaymak tabakasındaki kişilerdi.

rahipler asillerden sonra en ayrıcalıklı sınıftı. papaya bağlı olarak çalışırlar ve kilisenin sahip olduğu topraklardan yararlanırlardı. vergi vermedikleri gibi askerlik de yapmazlar, üstüne üstlük üst düzey rahipler, kralların işlerine de karışabilirlerdi. din ve devlet işlerinin birliği söz konusu olduğundan siyasal olarak çok avantajlı bir konumdaydılar. derebeylerinin şatolarından başka, manastırlar da güvenli yapılardı ve dönemin en ihya olmuş tesisleri niteliğinde ruhban sınıfının ayrıcalıklı konumunu ifşa etmekteydiler.

tüccarlar kasaba ve şehirlerde otururlardı, zanaatla ve simsarlıkla uğraşırlardı. görünüşte özgür olsalar da, ticaretlerini sürdürebilmek ve güvenlik içinde varlıklarını tesis edebilmek için soyluların himayesinde yaşamak zorundalardı. buna bağlı olarak da aristokratların, yani soyluların koydukları vergilerle ezilirlerdi. erken feodalizm döneminde henüz çok varlıklı bir konumda değillerdi, orta sınıf konumundaydılar, ancak coğrafi keşiflerle birlikte zenginlikleri giderek arttı ve geç feodalizm döneminde, özellikle orta çağ'dan sonra güçlenmeye başladılar ve sonunda kendilerine ayak bağı olan asillerin iktidarını tehdit eder hale geldiler.

köylüler en alt sınıftı ve kendi içlerinde serbest köylüler ve serfler şeklinde iki kategoriye ayrılmaktaydı. söz gelimi, serbest köylüler çalışma zamanlarının çoğunu senyörün toprağını ekip biçmekle geçirirlerdi, bununla birlikte kendi bahçeleri olurdu. senyöre karşı yükümlülüklerini yerine getirmeleri koşuluyla, arta kalan zamanda kendi bahçelerinde kendileri için üretim yapabilirlerdi, ancak burada ürettiklerinden de yine senyöre vergi verirlerdi. yanı sıra çocuklarına miras da bırakabilirlerdi. diğer grup serfler ise köylülerin çoğunluğunu oluşturmaktalardı, kendilerine ait toprakları yoktu, bağlı oldukları toprağı efendilerinin izni olmadan terk edemezlerdi, zamanlarının çoğunu yine senyörün toprağında senyör için üretim yaparak geçirdikleri yetmezmiş gibi, kendi gereksinimleri için işledikleri küçük bahçelerin de sahibi olmadıklarından buraları için ayrıca senyöre kira öderlerdi ve senyörün toprağı satıldığında, satın alan yeni toprak sahibinin hizmetine girerlerdi. köleden tek farkları, köle bir eşya gibi alınıp satılırken, serflerin alınıp satılamaması, ancak yine de çalıştıkları toprağa bağlı olmalarıydı. sonuçta, işledikleri toprağın ve ürünün mülkiyeti derebeyine aitti. bununla birlikte ürettikleri üründen asgari düzeyde yiyecek ve temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadarlık kısmını kendilerine ayırabilirlerdi. bunların yanında gerek serbest köylülerin, gerekse serflerin, derebeyinin izni olmadan, bağlı oldukları arazinin üzerinde yaşayan hayvanları avlama ve yeme yetkisi de yoktu ve bu kaçakçılık sayılmakta, ağır şekilde cezalandırılmaktaydı.

senyörler hak ve yetkilerini tek başlarına kullanamamaktaydı, bunları önde gelen bazı küçük soylulara veya vasalı haline getirdikleri yardımcılarına fief olarak veriyorlardı. bu kişiler senyörün feodal sistem içerisinde kendi düzenini oluşturmasına yardımcı oluyordu. buna bağlı olarak feodal düzen avrupa içinde de, yöreden yöreye göre farklılıklar arz etti. söz gelimi, flandre'da, normandiya'da ve özellikle de ingiltere'de senyörler, hiçbir zaman kamusal hakların tümünü ele geçirmeyi başaramadılar ve kralın veya dükün otoritesi altında kalmaya mahkum oldular. bir başka örnek languedoc'ta tımar sahiplerinin özgürlüğü daha kalıcıydı ve kölelik çok istisnai bir durumdu.

derebeyine sadakat ve fief bağışı, karşılıklı yükümlülükler getirirken, bunlara uyulmasında zaman zaman sorunlar çıkmıştır. çünkü vasalların da çoğu zaman birden fazla senyörü olmuştur. senyöre bağlılığın ilanı ve onurlandırılmak için bir tören düzenlenerek vasal olunurdu. bu törenler ailevi nitelikte ilişkileri simgelerdi. vasal yere diz çöküp kavuşturduğu ellerini senyörün avuçlarının içine koyar ve kendisini onun adamı olarak kabul etmesi talebini usulen dile getirirdi. senyör ise yine usulen, onu adamı olarak kabul ettiğini söyler, ayağa kaldırır ve öperdi. şövalyelik yemini işte tam da böyle bir törene işaret etmekteydi ve zırh kuşanma töreni şeklinde cereyan ederdi. vasal bunun ardından bağlılık yemini eder, senyör de bunun karşılığında bağışladığı fiefi simgeleyen bir eşyayı ona verirdi. fief, orada yaşayıp çalışan serflerle birlikte bir toprak parçası, senyörlük haklarının bir bölümü (el konulmuş bir topraktan elde edilen vergi gelirleri vb.) veya para olabilirdi. bununla birlikte vasal senyörüne sadece sadakat değil, yardım biçiminde gerçekleşen bir hizmet de borçluydu. bu hizmet genellikle askeri, bazen de para ile olabilirdi. buna karşılık olarak senyör de vasalını korumak adına belli yükümlülükler altına girer, verdiği fiefle de onun yaşamını sürdürmesine yardımcı olurdu. vasalın görevini yapmaması halinde verilen fief ceza olarak geri alınırdı. diğer yandan, eğer senyör vasalına karşı yükümlülüklerini yerine getirmezse, vasal da senyörü onun süzerenine şikayet edebilirdi. ancak pek çok vasal, birden fazla senyöre hizmet ettiğinden ve senyörler de kendi aralarında zaman zaman savaştıklarından, bu yasaların işleyişi çoğu zaman kim savaşta galip gelirse ona yapılan bağlılık yemininin daha geçerli olduğu bir çıkar ilişkisi şekline büründü. bu aynı zamanda kimi şövalyelerin paralı asker gibi hareket etmesine de yol açıyor ve şövalyelik ahlakını sulandırıyordu.


köylülerin maruz kaldığı şiddet hareketleri ve despotizm ile birlikte, soylular arasındaki savaşlar üzerinde kilisenin rolü, aslında en başından beri hissedilmekteydi

kilise kendi senyörlüklerinde feodal düzenden çıkar sağladığı için, bu düzeni sert bir şekilde eleştirmek yerine içten içe destekliyordu ve yalnızca savaşlarda yaşanan aşırılıkları ve aşırı zalimlikleri eleştirmekle kalıyordu. bu aşırılıklar karşısında ayaklanan köylülerin ise günahkar olduklarını dile getirme noktasında hiçbir tereddüt göstermiyor ve tepkisi çok daha sert oluyordu. kilisenin öne sürdüğü tevekkül ve kabullenme kuramına göre her kulun bu dünyada ona tanrı tarafından bahşedilmiş ve uygun görülmüş bir mevkisinin ve görevinin olduğu, bunun kaderin bir parçası ve tanrının takdiri olduğu vurgulanıyordu. bu kapsamda kilise, toplumu üç grup halinde algılıyordu. kiliseye göre, temsilcisi olduğu ruhban sınıfının görevi, hayatta ve ölmüş olanların kurtuluşu için dua etmek ve bu yolda kişileri kutsamaktı. soyluların görevi, adaletin ve inancın hizmetinde savaşmaktı. köylülerin görevi ise tanrının insanlığa bahşettiği doğanın kaynaklarını işlemek ve üretmekti. savaşın kutsal bir olay olarak vurgulanması, senyörleri ve vasalları, hristiyan değerlerin ön plana çıkıp kendini dayattığı bir ahlak anlayışı çerçevesinde bir araya getirdi. böylece zaman içerisinde zırh kuşanma töreni şeklindeki şövalyeliğe giriş ritüelleri, rahiplerin yönettiği dini ayinler haline geldi. ayrıca, savaşçılığa ilk adımı atma olayı, kutsal bir özelliğe de kavuştu. yani şövalyeler arasında turnuvaların düzenlenerek kuvvet sınamalarının yapıldığı, bedensel üstünlük gösterilerinin ön plana çıktığı, av merakının bir yarışmaya dönüştüğü orta çağ'da, işin içine ilahi bir boyutun da katılmasıyla, tüm kahramanlık balladları, destanlar, şiirler ve gönül hikayelerinin birbirine karıştığı bir şövalye kültürünün de ortaya çıkması söz konusu oldu.

feodal toplumun katı örgütlenmesi, toplumu soylular ve din adamlarının tahakkümü altına sokmuştu. toplumsal kademenin aşağısında yer alan köylüler ve aylaklar soylu sınıfın himayesindeydiler. bu himayenin bedeli olarak vergi ve harç ödemekle yükümlüydüler. yükümlülükler ağırlaştıkça ve dayanılmaz hale geldikçe, ayaklanmalar ortaya çıkmaya başladı. böylece soyluluk düzenine ve hatta kiliseye bile başkaldıran isyancılar, senyörlerin deyimiyle eşkiyalar ortaya çıkmaya başladı. bu kişiler, düzenin hiç de adil ve ilahi görünmediği bir ortamda, efsanelerde bile halkın sevgilisi haline geldiler. hem bir haydut, hem de bir şövalye olan robin de locksley'in robin hood efsanesine kaynaklık etmesi ya da wilhelm tell gibi kahramanların ortaya çıkması bu bağlamda tesadüf değildir. böylece sözde ve dayatılmış şövalyelik ahlakının karşısında, halkın bağrından kopan gerçek kahramanların destanları daha baskın ve yaygın hale geldi.

sınıfsal farklılıklar, insanların yediklerini de etkilemekteydi

en alt tabaka köylüler, saman saplarından çatısı olan kulübelerde yaşar ve haşlanmış tahıllardan yaptıkları çorbaları içerlerdi. serbest köylüler, bayramlarda tuzlanmış et çıkarırlardı. ayrıca biraz sütlü yiyecekler ve bazen de taze sebzeleri de olabilirdi. ekmeğin rengi sınıfsal konum yükseldikçe açılırdı. soyluların sofralarında daima beyaz ekmek bulunurdu. şölenlerde, davetlilerin önüne üzerinde et bulunan ekmek dilimleri konulurdu. senyörler beyaz buğday ekmeği, vasallar buğday ve çavdarın karışımı melez ekmek, köylüler ise esmer çavdar ekmeği yiyorlardı. arazinin üstündeki hayvanların asil olmayanlar tarafından ve derebeyinin izni olmaksızın avlanması yasaktı, ancak nehirlerdeki balıkları avlamak serbestti. bu nedenle köylüler eğer yaşadıkları yerde tatlı su balıklarının bulunduğu göl veya nehirler varsa balık da yiyebilmekteydiler. bununla birlikte, parayla tavuk ve domuz satın almak da mümkündü. ancak tavuk soyluların gücünün yetebildiği bir yiyecekti ve çok pahalıydı. tavuk hırsızları bu bağlamda çok sert şekilde cezalandırılmaktaydı.

av şölenleri, soylular için çok önemliydi. söz gelimi, tıpkı panayır günlerinde düzenlenen turnuvalar gibi av şölenleri de şövalyelerin dayanıklılıklarını ve yeteneklerini ortaya koydukları sosyal bir olay niteliği taşımaktaydı. öyle ki, orta çağın en başından beri, av köpekleri ve avcı kuşların eşliğinde düzenlenen bu özel günler için av hayvanlarının özel olarak korunması söz konusuydu. av şölenleri aynı zamanda, ormandaki zararlı sürü hayvanlarının temizlenmesi işlevini de görmekteydi. yani, kaçak avlanmanın bu kadar büyük bir suç sayılmasının nedeni, avın derebeylik sisteminde asillerin hayatında çok önemli bir organizasyon ve sosyalleşme olmasından da ileri gelmekteydi.

av şölenlerinde, misafirlere temizlenmiş av etleri ve tuzakla yakalanmış tavşanlar ikram edilirdi. sofrada kaşık ve bıçak olurdu. çatal kullanılmazdı. ev sahibi senyörün masasına av etleri parçalanmış olarak götürülürdü. bununla birlikte, bu av etlerinin çoğu yenmeden kalırdı. çünkü bu hayvanların asıl avlanma amacı kasaplık et elde etmekten ziyade, derilerinden, yünlerinden yararlanmaktı. ayrıca misafirler de, hamur işlerini, midyeleri, tatlıları tüketmekten ve yemeğin yanında sunulan kokulu şaraplarla midelerini doldurmaktan daha çok hoşlanırlardı. ayrıca, şarap keşişlerin ayinlerde kulllandıkları bir içecek olduğu için, manastırların etrafında geniş üzüm bağlarının ortaya çıkmasına da neden oldu.

gezgin tüccarlar, çerçiler, paralı asker ve silahşörler diyardan diyara giden ara sınıfsal unsurlardı. bunlar için hanlar ve tavernalar zaruri konaklama yerleriydi. hanlarda konaklama ve yemek için madeni parayla ödeme yapılırdı. menüde yulaf lapası, tahıl çorbası, domuz eti yahnisi, ale, bira ve şarap olurdu. kalınacak yer genellikle koğuş tipindeydi ve mutfağın yanıbaşındaki çok yataklı bir oda şeklinde olurdu. böylece ocak hem ısınma, hem de yemek pişirme amacını yerine getirirdi.


şatoda yaşam, kırsal kesimdeki imkanların kale duvarlarıyla sınırlandığı bir dünyayı resmetmekteydi. derebeyleri de kendi içlerinde rütbelere ve güce göre ayrılmaktaydı. binli yılların en başında, aile çevresi ve hizmetçileri ile loş ve iyi ısıtılmayan kale içindeki tek gözlü büyük odalarda yaşayan, kendi toprağından elde edilen mahsülleri ve düzenlediği av etkinliklerinin ganimetlerini idareli şekilde tüketen bir küçük senyörle, uçsuz bucaksız arazileri, çok sayıda şatosu, çevresinde eşlikçileri, seyizleri, şövalyeleri, danışmanları, soytarıları, müzisyenleri vb. olan bir dükün yaşamı da bir değildi. bununla birlikte soyluların arasında kıskançlık, rekabet ve mücadele de eksik olmuyordu. sonuç olarak, şatolarında dünyanın geri kalanından uzak ve izole bir yaşam sürdükleri halde, en zengininden, en düşük rütbelisine kadar bütün senyörler, yılın belli dönemlerinde, kimi zaman bir turnuvada, kimi zaman bir senyörün düzenlediği bir şölende, kimi zaman da kilisenin tertiplediği dinsel törenlerde ve bayramlarda prensler, kontlar vb. pek çok soylunun çağrıldığı özel toplantılarda biraraya gelmekte ve birbirlerine caka satıp hava atmak için fırsat bulmaktaydılar. hele ki, davet tertipleyen bir kral veya dük, ne kadar zengin ve güçlü olduğunu göstermek için oldukça eli açık davranmak zorundaydı. söz gelimi davetlerde, türlü mücevherler sergilenir, ipek giysiler, süslü porselen kaplar, değerli kürkler ve kumaşlar hediye olarak takdim edilir, şölenlerde et ve şarap dağıtılırdı. senyörlerin eşleri de gösterişli giysiler giyer, tünikler, şallar, kabarık elbiselerle dönemin modasının tüm kreasyonlarını sergilerlerdi.

kadın bu dönemde ikinci sınıf insan konumundaydı

kadının toplumdaki görevi, şatoda yaşayan bir soylunun eşi olsa bile, çocuk doğurmak ve onun küçüklük evresinde eğitimini sağlamaktı. senyör eşlerine, bakıcılar ve dadılar eşlik ederken köylü kadınlar için sorumluluklar çok daha fazlaydı. çocuk doğurma sırasında içeri erkek alınmaz ve ebeler bu işi hallederdi. ortaçağda yeni doğan çocuk hemen yıkanır ve sıkı bir şekilde sarılarak ateşin yanındaki beşiğe yerleştirilirdi. yedi yaşına kadar çocuğu annesi eğitirdi. özellikle erkek çocuk el üstünde tutulurdu. yedi yaşını geçen erkek çocukların eğitimi bulundukları sosyal statü ve sınıfa göre devam ederdi. ancak yine de okuma yazma olayı asiller içerisinde bile çok sınırlıydı. pek çok soylu okuma yazma bilmezdi, eğitim daha çok silah sanatını öğrenmeye dayanırdı. köylüler için ise, tarla ve ziraat işlerini öğrenmek önemliydi. soylular açısından, kızlar evleninceye kadar şatoyu terk edemezlerdi. onların eğitimi ise örgü örmek, dikiş dikmek, şarkı söylemek vb. şeyleri öğrenmek üzerineydi. köylülerin kız çocukları için de durum pek farklı değildi.

şatolar, dönemin teknolojik imkanlarının sınırlarına bağlı olarak iyi ısıtılamayan soğuk yapılardı. genellikle ateş yakmak için belli ve sınırlı sayıda şömine söz konusu olduğundan, şatolarda duvarların ayırdığı az sayıda, ancak büyük odalar vardı. halılar bu bağlamda çok önemli ve kullanışlı eşyalar olarak ön plana çıkmaktaydı. söz gelimi duvarlara asılan halılar, belli bir ölçüde ısı yalıtımı sağlamaktaydı, bunun yanında büyük hollerin ve odaların içerisine iplerle tutturulup asılan halılar da, ortak kullanılan büyük odaların içerisinde çeşitli bölmeler oluşturmak için kullanılmakta ve bu şekilde burada uyuyan kişiye belli bir özerklik sağlamaktaydı. mobilyalar son derece basitti. hem eşyaları saklamak, hem de oturulacak yer sağlamak için sandıklar en önemli eşyaydı. bunun yanında masa ve banklar da bulunmaktaydı, ancak bunlar genelde mutfak ya da yemek yenen yerde bulunurdu. mobilyalar az ve zor bulunduğu için genellikle odadan odaya taşınırdı. mutfağın ve büyük yatakların yerleştirildiği, geceleri uyunan odanın dışında hiçbir odanın işlevi sabit değildi.

başlangıçtaki şatoların çoğu aslında bir kaya, tepe veya küçük bir ırmak kıyısında kurulmuş ahşap kalelerdi. kazıklarla toprak setin üzerinde duvar oluşturulur ve senyörün evi yapay bir tepecik üzerinde yükselirdi. 1100'lü yıllardan itibaren varlıklı senyörler, şatolarını taş kullanarak yeniden inşa ettirdi. böylece şatoların bugün bilinen görünümleri ortaya çıktı. çoğu bir kontluğun ya da dükalığın merkezi olan şatolar, ulus kelimesinin henüz pek bilinmediği, vergiler, yurtluklar ve yaşama hakkı için insanların savaştığı bu çağın en önemli unsurlarıydılar. bu nedenle ota çağ boyunca her yerde şatolar inşa edildi. ahşap kalelerin inşaatı merovenjler dönemine değin uzanmaktaydı. başlangıçta tüm avrupa büyük orman arazileriyle kaplıydı. şehirler ise çok az sayıdaydı ve hemen hepsi romalılar döneminden kalmaydı. köylülerin yaşamı 6. ve 10. yüzyıl arasında çok fazla değişim göstermedi. ilk başlarda, kırda yaşam genellikle dağınık ve küçük köylere dağılmıştı. bir saldırı olması halinde ise, köylüler en yakındaki senyörün şatosuna sığınırlardı. evler tahta ve samandan yapılırdı, dikdörtgen şeklindeydi ve direklerin üzerine inşa edilirdi. köyde insanlar güneşle birlikte uyanır, erkekler tarlada çalışmaya gider, kadınlar ise hayvanlar ve ev işleriyle uğraşırlardı. başlangıçta el aletlerinin niteliği ve elişi tekniği zayıftı. tarım için yumuşak ve kazılması kolay olan yerler tercih edilirdi. ancak daha sonradan almaşık tarım teknikleri ve bunun yanında güçlü pulluklar geliştirildi. böylece daha çok alan ekilebilir hale geldi. bu durum evlerin kalabalıklaşmasına, daha fazla evin bir arada toplanmasına yol açtı. 9'uncu yüzyıl'dan itibaren hissedilen bu değişimin bir başka çarpıcı yanı ise, artık her köyün ortasında küçük bir kilisenin de bulunmasıydı. böylece hakim pagan inanışları yavaş yavaş silinmiş veya hristiyanlık içinde erimeye başlamıştı. örneğin ingiltere'de, kral arthur'un kahramanlık hikayelerine eşlik eden büyücü merlin, kilise'nin ortaya attığı bir efsaneye göre, isa peygamber'e karşı koymak için şeytan tarafından cehennemden dünya'ya gönderilmiş, ancak tanrı ona kaderini seçme fırsatı sunduğunda o, kehanet gücünü kullanarak tanrının yolunu bulmuştu.

Merlin

toplumu ve zihinleri yönlendiren kilise ve ruhban sınıfı o dönemin en ihya olmuş kesimiydi. manastırlar her anlamda en ileri durumdaki yerleşkelerdi. hem yüksek duvarların arkasında güvendeydiler, hem de zorunlu bağışlardan büyük çıkar sağlamaktaydılar. saint benoit'ye göre bütün keşişler temel görevleri olan hristiyanlaştırma faaliyetlerini avrupa'da başarıyla tamamlamıştı. bu da, manastırların miraslar ve bağışlarla muazzam derecede zenginleşmesini açıklıyordu. böylece din adamları dünyevi doyumsuzluklara yenik düşmeye başladı. kilise kurumu artık politik iktidarla birleşmiş haldeydi. manastırlardaki baş papazlar artık birer derebeyi gibi hareket etmekteydiler. bazıları hiç çekinmeden nikahsız kadınlarla birlikte yaşıyor ve hatta bazıları evleniyordu. elbette bu durum kilisenin içinde de huzursuzluklara yol açtı. 910 yılında akitanya dükü guillaume tarafından cluny'de kurulan manastır, benedikten mezhebinin aşırılıklarına karşı mücadele etmeye başladı. uzun mücadeleler sonucunda, 1073 yılında papa olan vii. gregoire'ın desteğini alan karşı mücadele, bu reform hareketini başarıya ulaştırdı. 1098 yılında aziz robert bourgogne'da citeaux manastırı'nı kurdu. dört kadın rahibe manastırı'nın kurulması ile reform hareketi daha da güçlendi. bu aynı zamanda manastırların dinin doğasına uygun olarak her türlü gösteriş ve süsten arındırılmasını da beraberinde getirdi. yani artık manastırlar ve kilise, zenginlik ve üstünlüklerini halkın gözüne sokmayacak, ancak yine de rahatlarını sürdürmeye devam edeceklerdi.


sınıfsal farklılıklar az da olsa, sağlık alanında da kendini belli etmekteydi

asiller genellikle köylülere göre daha uzun yaşama şansına sahiptiler. ancak genel olarak tıp alanında çok ciddi ve bilimsel bir sağlık hizmetinin varlığından bahsetmek çok güçtü. berberler diş çekmek gibi işleri de yapabiliyordu. gerçi şeker tüketimi çok yoğun olmadığı için diş çürükleri şimdiki kadar yaygın değildi ve insanlar ağızlarını karanfille ve misvak adı verilen ağaç dallarının lif uçlarıyla temizleyebiliyorlardı. insanların tamamen pis oldukları söylenemezdi ancak çok ciddi bir halk sağlığı çalışmasının varlığı da söz konusu değildi. bu işte en önde gelen kuruluş kiliseydi. özellikle manastırlar, izole alanlar oldukları ve kendi kendilerine yettikleri için büyük veba salgını gibi olaylardan da uzak kaldılar. bu durum, vebanın, günahları yüzünden insanlara tanrı tarafından gönderildiği algısını kuvvetlendirdi. veba antik çağlardan beri görülen bir hastalıktı. 542 yılında görülen büyük veba salgınından sonra, 1348 yılında yeniden büyük bir salgın başgösterdi. koltuk altları ve kasıktaki siyah şişlikler şeklinde kendini belli eden bu hastalık insanları dehşete düşürüyordu ve salgın her yeri eşit şekilde etkilemiyordu. veba dışında cüzzam gibi hastalıkların da varlığı gayet yaygındı. bunda en temel neden halk sağlığının korunmasına yönelik önlemlerin ve bilincin sınırlı olması ya da hiç olmamasıydı. köy şifacıları, şarlatanlar ve berberlerin dışında gerçek hekimler de mevcuttu. ancak ölü insan bedeni üzerinde araştırma yapmak yasak olduğundan, hekimler henüz insan anatomisi hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyorlardı ve cerrahlık alanında berberlerden farklı bir yanları da yoktu. zaten berberler bu konuda hekimlerle aynı işi yapabilmekteydiler. bununla birlikte hekimler, yaraları sirkeli suyla temizlemeyi veya kızgın demirle dağlamayı, kırık çıkıkları yerine takmayı, ayrıca ishale karşı çeşitli otlardan ilaçlar hazırlamayı da biliyorlardı. bununla birlikte orta çağ hekimleri değerli bazı taşların tozlarından, kokulu bitkilerin pomatlarından ve baharat şurupları gibi kocakarı ilaçlarından da medet umabiliyordu. ayrıca vantuz çekmek, vücuttan zehirleri temizlemek için kan almak gibi bilim dışı uygulamalar da söz konusuydu. bu bağlamda, orta çağ'daki tıp bilgisi veba gibi hastalıklarla baş edebilecek seviyede değildi. öyle ki, karabiberin vebaya karşı bir ilaç olarak görülmesi ve uğruna servet harcanması gibi örnekler söz konusuydu. veba salgını giderek yayılınca kimi hekimler salgın başlayan yerlerden hemen uzaklaşıp kaçmıştı. geri kalan hekimler ise, din adamlarıyla birlikte salgına karşı mücadele etmişti. din adamları, ellerindeki geniş imkanlarla manastırlarda sağlık hizmetleri için çalışmalar yapmaktaydılar.

salgın hastalıkların en önemli tetikleyicisi, orta çağ toplumlarında görülen genel hijyen eksikliğinden kaynaklanmaktaydı. insanlar nadiren yıkanırlardı ve tuvaletler halk sağlığı açısından en büyük sorunu teşkil etmekteydi. çoğu zaman odalardaki küçük kovalar tuvalet işini görmek için kullanılır ve nehirlere, göllere, denizlere taşınıp boşaltılırdı. şato ve kale duvarlarının dibinde bulunan hendekler de yine tuvalet dışkılarının boşaltıldıkları yerlerden biriydi. bazı kalelerin duvarlarında çıkıntı halinde tuvalet bölümleri olur ve bunların altındaki delikten atıklar doğrudan, içi su dolu savunma hendeğine dökülürdü. en iyi ve en temiz tuvaletler ise manastırlarda bulunmaktaydı.

kalelerin duvarlarındaki tuvalet bölmeleri, savunma açısından zayıf nokta teşkil etmekte olduğundan bu yapılara kale içinde çok küçük bir kısım ayrılırdı. kalelerin altından tünel kazarak içeri girmeye çalışan lağımcılar, aynı zamanda tuvalet bölmelerinin olduğu yerleden tırmanarak içeri girmeye çalışmaktan da çekinmezdi. bu nedenle baskınlara ve kuşatmalara karşı her zaman tetikte olunurdu. bir derebeyinin boyunduruğundaki yerde ona bağlı olan şövalyeler de yaşar ve savunmayı kolaylaştırmak için evlerini korudukları şatonun avlusuna taşırlardı. bu nedenle, şövalyeler, senyörlerin evinde yaşamak ve duvarları, silahlığı, tahıl ambarını da korumakla yükümlüydüler. şatolarda ayrıca, para karşılığında nöbet tutan askerler de bulunurdu. ama birçok küçük derebeylikte, köylüler bu görevleri zorunlu olarak belli dönemlerde yerine getiriyordu. vergilerini ödeyemeyen köylüler, silah altına alınıyor, dövüşecek nitelikte olmayanlar ise silahların bakımını yapıyor ve atları besliyorlardı.

savaşlarda dört tip askerin varlığı söz konusuydu: piyadeler, atlılar, okçular ve mancınıkçılar. piyadeler genellikle balta, kılıç veya mızrak taşıyor ve en önemsiz askerler olarak görülüyordu. bazıları paralı asker olduğu gibi, önemli bir bölümü de zorla silah altına alınmış olan, zayıf donanımlı köylü milislerinden oluşmaktaydı. atlıların üstün savaşçılar olarak görülmesi ise sosyal hayatın bir yansımasıydı; orta çağ'da köylüler yayan olarak, tüccarlar eşekle, soylular ise at üstünde yolculuk yapardı. şövalyeler, siperlik taşırlardı, seyisler ve eşlikçilerle birlikte at üstünde hareket ederlerdi. bu nedenle, süvari teçhizatı pahalı bir donanımdı. zaten şövalyeler, orduların elit tabakasını teşkil etmekteydi.

askeri donanımda en önemli parçalar kask, kılıç, kalkan ve mızraktı. mızraklar süvarileri attan düşürmek için kullanılıyor, baltalar zırhların eklem yerlerine isabet ettirilmeye çalışılıyordu. kask başın korunması için kullanılıyordu ve 10. yüzyıldan orta çağın sonuna kadar kullanılan kapalı tolgalar burunlukları ile dikkat çekmekteydi. zırhlı gömlek ve halkalı tulumlar özellikle atlılar için tahsis edilmekteydi, çünkü bunlar yapılmaları daha fazla el emeği gerektiren pahalı donanımlardı.

okçular yakın mesafede kundaklı tatar yayı, uzak mesafede ise uzun yay gibi silahlar kullanıyorlardı ve savaş alanında belirleyici bir konuma sahiptiler. bunların yanında kuşatma aletleri olarak bilinen mancınıklar taş ve yanmakta olan balyaları atmak için kullanılırdı. genel kanının aksine mancınık kale duvarlarına karşı etkili bir silah değildi ve asıl amacı kalkanlarla korunan düşman askerlerini topluca yok etmek ve savunma hatlarını yararak karşıt savaş düzenini bozmaktı. daha büyük taşların atılmasını mümkün kılan trebüşet ise kale duvarlarını yıkmak için kullanılan ancak hantallığından ötürü tek başına yeterli olmayan bir silahtı.


savaşlar hem yerel olarak, hem de sınırların ötesine doğru uzanan büyük seferler olarak cereyan etmekteydi. görünüşte din için yapılan sınır ötesi savaşların ilk örnekleri iber yarımadası'nda ortaya çıktı. araplar, zenciler ve berberilerle yapılan savaşlarda, güney fransa ve ispanya'daki senyörler papalığın desteğini de arkalarına almaktaydı. fransa'daki ünlü orta çağ şehri carcassonne, bu anlamda bir ileri karakol olarak çok önemli bir yere sahipti. endülüs'te yapılan savaşları haçlı seferleri izledi. başlarda germen, sarazen, macar ve iskandinavların akınları sonucunda karma karışık bir ortamda ortaya çıkan ve korunma ihtiyacına bağlı olarak giderek güçlenen senyörler, on birinci yüzyıldan itibaren gözlerini orta doğu'ya dikmeye başladılar. frankları, bizanslıları ve müslümanları karşı karşıya getiren haçlı seferleri görünüşte ilahi bir amaçla yapılıyor edasıyla düzenlense de, gerçekte sömürgecilik amacı taşıyan akınlardan başka bir şey değildi. bununla birlikte, üretim ilişkilerinin o dönemdeki durumundan ötürü, kolonileştirme hareketleri olmaktan ziyade yağma ve ganimet toplama seferleri şeklinde gerçekleşmişti.

bununla birlikte haçlı seferleri, doğudaki teknik ve sanatsal yeniliklerin batılılarca öğrenilmesi açısından taşıyıcı bir niteliğe de sahipti. örneğin santur gibi müzik aletleri, haçlı seferleri ile birlikte batıya getirildi ve batının donuk eğlence hayatını biraz olsun renklendirdi. eğlence için müzik en önemli araçlardan biriydi. flütçüler ve lavtacılar şatoların içerisinde konserler verirken, hokkabazlar da ilginç gösteriler yaparak izleyenleri eğlendiriyordu. bu etkinliklerde halk ezgileri, ilahiler ve romantik ezgiler seslendirilirdi. saray müzisyenleri aynı zamanda şairdi. bu nedenle şiirler daha çok santur ve lavta gibi aletlerin eşliğinde söylenebilecek şekilde, şarkı sözleri olarak yazılıyordu.


yazılı eserlerin sayısı çok fazla değildi

kuş tüyünden kalemlerle parşömen kağıdına yazılan bu kitaplar, henüz matbaa icat edilmediği için, el yazması eserler yapan ustalarca hazırlanıyordu ve çok değerli eşyalar olduklarından, genellikle sadece soyluların odalarındaki raflarda görülebiliyordu. bu nedenle çok önemli konuları, genellikle de dini olayları anlatan kitapların yazdırılması tercih sebebiydi. bunun yanında çeşitli tarihi olayları ve simyacılık, aktarlık vb. teknikleri anlatan kitaplara da rastlanabiliyordu. orta çağ el yazmasının ilk karakteristik örnekleri merovenjler döneminde gregoire de tours ve federgaire gibi vakanüvislerin eserleriydi. bu dönemde ingiltere'de, irlanda'da, fransa ve almanya'da ilkçağ klasiklerinden esinlenen ve hayvan resimleri bezeli minyatürler içeren çok değerli el yazmaları ortaya çıktı. karolenj hükümdarı imparator şarlman, eginhard, alcuin, paul diacre, jean scot erigéne, raban maur gibi aydınları himayesine almış ve el yazmalarını toplamıştı. şarlman'ın aydınlara ve sanata olan destekleri o döneme erken rönesans veya karolenj rönesansı adı verilmesine yol açtı. bu dönemde özellikle antik çağların eserlerinin kopya edildiği görüldü.

el yazması eserler üç dönemde gelişim gösterdi ve bu dönemler eserlerin yazım karakterinden anlaşılabilmektedir. bunun temel nedeni, o dönemlerde el yazması da olsa, standart hale getirilmiş olan ve nesilden nesile aktarılan yazı tarzlarının varolmasındandır. nasıl ki bir kil tabletin veya mısırlılara ait papirüsün hangi döneme ait olduğu tespit edilebiliyorsa, orta çağ el yazmaları da aynı tespit olanaklarını araştırmacıya sunar. merovenj yazım şekli bu dönemin ilk örneklerini ve yazı standardını ortaya koyar. şarlman'ın imparator olduğu 9. yüzyılda başlar ve 1100'lü yılların ortasına kadar karolenj üslubu etkisini sürdürür. bu yüzyılın ortalarından itibaren gotik yazı yavaş yavaş hakim hale gelmeye başlamıştır. gotik yazı ile karolenj minüskülünü birbirinden ayırmak için çeşitli ayrıntılara bakmak yeterlidir. karolenj üslubunda harfler yuvarlak hatlıdır, m harflerinin uçları sola doğru kıvrık yazılır, p gibi harfler yanyana geldiklerinde ayrı ayrı yazılır, gotik yazıda ise birleşiktir ve harfler sert köşelere sahiptir. karolenj tipi yazının ortaya çıkmasının nedeni, şarlman'ın hakimiyetindeki imparatorluğun çeşitli yerlerinde farklı yazı tiplerinin varlığına bağlı olarak, bir yerde kullanılan yazı şeklinin diğer yerlerde okunmasında ortaya çıkan güçlüklerdi. belli bir yazı standardı getirilerek imparatorluğun her yerinden resmi yazışmaların belli bir kural dahilinde hazırlanması ve böylece herkesçe anlaşılır olması, yani yönetimde ve yazışmada birlik oluşturulması sağlanmıştı.

karolenj yazı şekli imparatorun emriyle çıkarılmışken, gotik yazı bu yazı tipinin daha da standart ve hızlı hale getirilmesi ihtiyacından dolayı zaman içerisinde kendi kendine ortaya çıkmış ve hakim yazı şekli haline gelmiştir. üçüncü dönem ise 14'üncü yüzyıl ortalarında başladı. bu dönemde gotik yazı şekli devam ettirilmekle birlikte, önceki dönemlerden farklı olarak bir sayfalık yazının ortadan geçen bir sütunla yaprakların iki bölüme ayrıldığı ve bu şekilde yarım sayfa içine sığacak şekilde daha küçük boyutlarda yazılması, böylece sayfa başına yüzde elli tasarruf yapılması söz konusuydu. bu durum matbaanın icadından ve yaygınlaşmasından önceki bir ara dönemi teşkil ederek, el yazması eserlerin biraz daha az maliyetli hale gelmesine olanak vermişti.


şairleri ve düşünürleri etrafında toplayan, saraylarında el yazmaları biriktiren orta çağ kralları, otoriteleri derebeyleri tarafından paylaşılmış olsa da, tarihte belli bir yer edindiler.

ülke ülke orta çağ'ın krallarına ve imparatorlarına bakalım:

ingiltere

anglosaksonlar v. yüzyıl'dan itibaren ingiltere'ye yerleştiler. vi. ve vii. yüzyıllarda birbirine rakip küçük krallıklar kurdular ix. yüzyıl başında wessex ülkede birliği sağlamayı başardı. norman akınlarına kadar ingiltere'deki hakimiyetleri aralıklarla devam etti.

egbert (802-839)
aethelwulf (839-858)
aethelbold (858-560)
aethelbehrt (866-871)
büyük alfred (871-899)
büyük edward (899-924)
aethelstan (924-939)
i. edmund (939-946)
eadred (946-955)
güzel edwy (955-959)
barışsever edgar (959-975)
şehit edward (975-978)
ii. aethelred (978-1016)
ii. edmund (1016)

(danimarkalı hanedan)
i. knud (1016-1035)
i. harold (1035-1040)
knud hardekund (1040-1042)

(anglosaksonların geri dönüşü)
aziz edward (1042-1066)
ii. harold (1066)

(norman hanedanı)
fatih william (1066-1087)
ii. william (1087-1100)
i. henry beauclerc (1100-1135)
stephen (1135-1154)

(plantagenet hanedanı)
ii. henry (1154-1189)
i. richard, aslan yürekli (1189-1199)
yurtsuz john (1199-1216)
iii. henry (1216-1272)
i. edward (1272-1307)
ii. edward (1307-1327)
iii. edward (1327-1377)
ii. richard (1377-1399)

(lancester hanedanı: ii. richard'ın italya'da savaşmakta olmasından yararlanan lancester dükü harekete geçiyor ve baronları tarafından terk edilen kralı yenerek tahta geçiyor)
iv. henry (1399-1413)
v. henry (1413-1422)
vi. henry (1422-1461)
(1450-1461: iki gül savaşı york ailesi ile lancester hanedanı karşı karşıya geliyor)
iv. edward (1461-1483)
iii. richard (1483-1485)

almanya

cermen toplulukları m.s. 800 yılında charlemagne'ın papanın elinde taç giymesiyle batı imparatorluğu adını alacak olan frank krallığının içinde erir. şarlman imparatorluğu 843 verdun antlaşmasıyla paylaşıldığında francia orientalis, yani alman topraklarının büyük kısmını oluşturan saksonya, thüringen, franken, bavyera ve doğudaki eyaletler, ludwig'e verildi. onun soyundan gelenler cermanya adını alacak olan ülkede saltanat sürecek ve iki defa imparator ünvanını alacaktı. karolenjlerden sonra franken ve saksonya dükleri tahta çıktı. 962 yılında saksonyalı otto'nun roma'da imparator olarak taç giymesiyle kutsal roma-cermen imparatorluğu kuruldu. kutsal roma-cermen imparatorluğu cermanya ve italya krallıklarını, 1032 yılından itibaren de bourgogne krallığını içine alıyordu. xiii. yüzyıldan sonra batıdaki topraklarını fransa'ya bırakmak zorunda kaldı. xv. yüzyıldan itibaren, italya'da kuzeybatı bölgesi dışındaki yerleri kaybetti ve böylece yalnız cermenlere ait topraklar kaldı. cermen kralı, meclisler halinde toplanan prensler tarafından seçiliyor ve papanın elinden taç giyiyordu. xiv. yüzyıldan itibaren iv. karl, altın mühür yasasıyla yedi seçici prensten oluşan değişmez bir liste oluşturdu ve roma'da papa tarafından takdis edilen son imparator oldu. ama halefi i. maximilan gibi o da, seçildiğinde imparator ünvanını aldı.

karolenj hanedanı:
i. ludwig (842-876)
şişman karl (876-887) (881-887 arasında ayrıca batı imparatoru)
arnulf (887-899) (896-899 arasında batı imparatoru)
iii. ludwig (900-911)

i.konrad , franken dükü (911-918)
kuşbaz heinrich, saksonya dükü (919-936)

kutsal imparatorluk hükümdarları:
i. otto, büyük (962-973)
ii. otto (973-983)
iii. otto (983-1002)
ii. heinrich, aziz (1002-1024)
ii. konrad (1024-1039)
iii.heinrich (1039-1056)
iv. heinrich (1056-1106)
v. heinrich (1106-1125)
lothar (1125-1137)
iii. konrad (1138-1152)(imparatorluk payesi verilmedi)
friedrich barbarossa(1152-1190)
vi. hienrich, sert (1190-1197)
iv. otto (1198-1218)
philipp (1198-1208) (imparatorluk payesi verilmedi)
ii. friedrich (1212-1220)

(1250-1272 arası saltanat boşluğu)

i. rudolf, habsburg hanedanı (1273-1291) (imparatorluk payesi verilmedi)
adolf (1292-1298)(imparatorluk payesi verilmedi)
i. albrecht (1298-1308)(imparatorluk payesi verilmedi)
vii. heinrich (1308-1313)
iv. ludwig (1314-1346)
iv. karl (1346-1378)
venceslas (1378-1400)(imparatorluk payesi verilmedi)
ruprecht (1400-1410)(imparatorluk payesi verilmedi)
sigismond (1410-1437)
ii. albrecht, habsburg hanedanından (1438-1439) (imparatorluk payesi verilmedi)
iii. friedrich, habsburg hanedanından (1440-1493)

bizans imparatorluğu

i.leon (457-474)
ii.leon (474)
zenon (474-475)
basiliskos (475-476)
zenon (tekrar) (476-491)
i.anastasios (491-518)
i. justinus (518-527)
i.justinianus (527-565)
ii.justinus (565-578)
i.konstantinos tiberios (578-582)
mavrikios (582-602)
phokas (602-610)
herakleios (610-641)
iii.konstantinos (641)
heraklonas (641)
ii.konstans (641-668)
iv.konstantinos (668-685)
ii.justinianos (685-695)
ii.leontios (695-698)
ii.tiberios (698-705)
ii.iustinianos (tekrar) (705-711)
philippikos (711-713)
ii.anastasios (713-715)
iii.theodosios (715-717)
iii.leon (717-741)
v.konstantinoa (741-775)
iv.leon (775-780)
vi.konstantinos (780-797)
irene (797-802)
i.nikephoros (802-811)
stavrakios (811)
i.mikhail (811-813)
v.leon (813-820)
ii.mikhail (820-829)
theophilos (829-842)
iii.mikhail (842-867)
i.basileios (867-886)
vi.leon (886-912)
aleksandros (912-913)
vii.aleksandros (913-959)
ii.romanos (959-963)
ii.nikephoros (963-969)
i.ioannes (969-976)
i.basileios (976-1025)
viii.konstantinos (1025-1028)
iii.romanos (1028-1034)
iv.mikhail (1034-1041)
v.mikhail (1041-1042)
ix.konstantinos (1042-1055)
theodora (1055-1056)
vi.mikhail (1056-1057)
i.isaakios (1057-1059)
x.konstantinos (1059-1067)
iv.romanos (1068-1071)
vii.mikhail (1071-1078)
iii.nikephoros (1078-1081)
i.aleksios komnenos (1081-1118)
ii.ioannes (1118-1143)
i.manuel komnenos (1143-1180)
ii.aleksios komnenos (1180-1183)
i.andronikos komnenos (1183-1185)
ii.isaakios (1185-1195)
iii.aleksios (1195-1203)
ii.isaakios (tekrar) (1203-1204)
iv.aleksios (1204)
v.aleksios (1204)
i.theodoros laskaris (1204-1222)
iii.ioannes (1222-1254)
ii.theodoros laskaris (1254-1258)
iv.ioannes (1258-1261)
viii.mikhail (1261-1282)
ii.andronikos (1282-1328)
iii.andronikos (1328-1341)
v.ioannes (1341-1391)
vi.ioannes kantakuzenos (1347-1354)
iv.andronikos palaiologos (1376-1379)
vii.ioannes palaiologos (1390)
ii.manuel palaiologos (1391-1425)
viii.ioannes (1425-1448)
xi.konstantinos palaiologos (1448-1453)