Orta Doğu'da 2 Bin Yıl Konuşulduktan Sonra Sönüp Gitmiş Önemli Bir Dil: Akadca
akadlar'ın dilidir akadca. devrin çekim merkezi mezopotamya'da babil ve asur medeniyetlerinin de ana dili olmuştur. sami dillerinin doğu koluna mensup, çivi yazısı ile yazılmış olan enteresan bir dildir.
antik çağların lingua franca'sıdır, yani ana dil olmasa da her medeniyetçe bir ölçüde kullanılan, medeniyetler arası iletişimde kullanılan dildir, o devrin ingilizcesidir. akadca, bu kimliğiyle pek çok antik dilin (örn: hititçe) çözümlenmesinde de kilit rol oynamıştır. zira devrin diplomatik ve devlet yönetimine ilişkin, özellikle medeniyetler arası karakter taşıyan metinleri(bilhassa ticari ilişkilere dair), ilgili medeniyet dilinin yanı sıra akkadca tablet nüsha olarak da hazırlandığından, bu akadca metinler diğer dillerin de çözümlenebilmesinde anahtar rol oynamışlardır.
son asur dönemlerinde yavaştan aramice etkisi altına girmekle beraber, iran'dan mısır'a ve anadolu'ya kadar tüm eski dünya'nın hakimi konumuna gelen persler'in toptan aramice'yi benimsemesiyle yerini bu dile bırakmış ve tarih sahnesinden yavaş yavaş silinmiştir. zaten bu süre içinde asur ve babil'in fizana karışmasıyla beraber mezopotamya da medeniyetteki yerini ağırdan kaybetmeye başlamıştır.
akadca, arapça ile aynı dil ailesinden olması münasebetiyle ortak dil hazinesine sahip. türkçe, özellikle 14. yüzyıldan sonra arapça ve farsçadan çokça kelime devşirdiği için akadca ile aynı dil ailesinden olmasa da dolaylı bir akrabalık kurmuş. hatta "akraba" kelimesi bile akadca "qerebu" kelimesinden geliyor.
sevan nişanyanbu konuyu, ölü diller hadisesi olarak elifin öküzü ya da sürprizler kitabı'nda oldukça güzel izah etmiş.
heinrich von soden’in üç ciltlik muhteşem akadca sözlüğünü (akkadisches handwörterbuch) ilk elinize aldığınızda önce komple çaresiz hissediyorsunuz. sonra yavaş yavaş tanıdık kelimeler göz kırpmaya başlıyor.
mesela akadca "aqrabu" akrep demek. "babu" kapı, "bissuru" kadın cinsel organı (arapça bızr daha spesifik bir anlam kazanmış). "dakkannu" seki ya da üzerine bir şey konulan yüksek yer. dükkân’ın esas anlamı da zaten bu. "dappu" parmakla çalınan ve kenarında zilleri olan bir tür çalgı, yani bildiğimiz def. (akadca "p" harfi arapça daima f oluyor, akılda tutmalı. kelime başındaki h ve g akadcada düşüyor). "elepu" kendiliğinden biten bitki, bildiğimiz yulaf yani.
"erşu harika", mezopotamya’da ta o zaman kullanılan, halen urfa ve mardin’de tanıdığımız taht şeklindeki açık hava yatağının adı. arapça arş da “taht” demek, kuran’da göğün yedinci katının adı olarak geçiyor. ‘arş-ı alaya çıkmak’ deyiminin anlamı, en yüksek tahta çıkmak. gurabu “torba, kılıf” demek, arapça curab da aynı anlamda, ayağa geçirilen kılıf anlamında çorap olması türkçeye mahsus. önemli bir not daha: akadca g arapça c’ye eşdeğer.
"kababu" kızartma ve ateşte yakmanın babilcesi; bildiğimiz kebap. "kamunu" kimyon. "kasu" kâse demek. susam, üzüm, zeytin vesairenin posası akadcada küspe değil "kuspu". "lakanu" yayvan bir tas, bizde leğen olmuş. "marasu" hasta olmak, arapçası marad, yani maraz. "nahru" nehir demek, napaşu nefes almak (akadca şarapça s). nisannu “ilk, birinci”, ayrıca babil takviminde birinci ayın adı. aramice üzerinden arapçaya (ve ayrıca ibraniceye) aktarıldığı için nisan kalmış, yoksa akadca sarapça ş kuralı uyarınca nişan olurdu.
"palaku", dönme ya da çevirme demek. aynı zamanda çömlekçi çarkı gibi çark anlamına geliyor. arapça falak ise 12 burçtan oluşan semavi çarkın adı. yıldızların insan kaderi üzerindeki etkisi ‘feleğin çemberi’ deyimiyle ifade ediliyor. çark (daha doğrusu çerkh) aynı kavramın farsçası. çarkıfelek de aslına bakarsanız çark çarkı gibi bir şey.
"pistu" ketenin akadcası; ketenden yapılmış etekliğe araplar fistan diyor. "qerebu" yaklaşmak, yakın olmak; arapçası qurb, sıfatı qarib, onun da çoğulu aqraba yani “yakınlar”. türkçede ‘akrabadan bir kişi’ yerine kestirmeden akraba demek adet olmuş.
"ratabu" arapçadan aldığımız rutubet, nemli olmak. "sarapu" metali ateşle arıtma, rafine etme, altın veya gümüşün saflığını sınama; bu işi yapan kişiye araplar sarraf diyor.
şamşammu “yağ otu” anlamında bileşik bir isim; arapçası simsim veya sumsum, bizde susam olmuş. "şaşşu" cam demek, bize arapçadan değil farsçadan gelmiş; şişe eskiden türkçede cam demekti, sonradan sadece camdan yapılmış su konteynırının adı oldu.
"waqalu" güvenmek, vekâletten tanıyoruz. "waladu" doğurmak, velet oradan (arapça waladçocuk çoğulu awlad). "xuziru" yani "khuziru" domuz demek, arapçada hınzır olmuş. "zabalu" taşımak, "zabbilu" da bir taşıma aracı, mesela zembil. "ziblu" çöp, onu da arapça “çöplük” anlamına gelen mezbele'den tanıyoruz.
yukarıdakilerin bir ya da ikisi hariç hepsini biz araplardan almışız. birkaçı (mesela heykel, kimyon, felek, susam, leğen, tandır, nisan) arapların doğrudan veya dolaylı yolla akadcadan devşirdiği kültür kelimeleri. daha çoğu ise öyle değil, akadca ve arapçada ortak olan sami kelime hazinesinin yansımaları. ama birkaç tanesi var ki, insan akadca biçimini kavrayınca bir bilgi kapısından içeri girmiş gibi oluyor.
mesela "şekil". bu kelime tabii arapça, görünürde arapça "şe ke le" kökünden gelir gibi. velakin arapça “hayvanın ayağına ket vurmak, zorluk ve sıkıntı vermek” anlamına gelen "şakala" fiiliyle hiçbir anlam ilişkisi yok. yani açıklanmaya muhtaç bir kelime.
aramicede “tamamlama, biçimleme, son şeklini verme” anlamında "şak-l-l-a" fiili var. ne var ki aramice fiil dört kök harfli bir fiil, yani kökü şkl değil şkll ve tüm sami dillerinde dört harfli kökler "dikkat dikkat burada bir problem var!" demektir.
peki lafı uzatmayayım. problemin çözümü basit. aslında şa- akadca bir gramer eki. şax-xu-xu akadca fiilin genişletilmiş vezinlerinden biri. şaklulu da “tam, bütün, hep” anlamına gelen kullu’nun bu vezinde kurallı bir türevi. “tamamlama, biçimleme, son şeklini verme, tekmil etme” anlamına geliyor. kökü ke-le-le. külli ve külliyen kelimelerinden tanıdığımız arapça ke-le-le kökü ile aynı. akadca türev aramiceye ve arapçaya, oradan da türkçeye alınmış olmalı. böyle şeyler bana müthiş ilginç geliyor.
akadca ile türkçenin ilişkisi yüzde doksan beş arapça üzerinden, yüzde dört buçuk da farsça üzerinden gerçekleşmiş. geriye kalan birkaç akadca kelime var ki bize ege’nin öte yakasından daha dolambaçlı bir yolla ulaşmışlar. onlar da az ilginç değil.
erebu akadca “gün batımı” demekmiş, aynı zamanda bir yön adı olarak batı için kullanılmış. kelime başındaki g sesinin akadcada olmadığını ve arapçada eklendiğini biliyoruz. dolayısıyla burada arapça grb kökünü tık diye tanıyabiliyoruz. arapçada gurub gün batımı, garb ise batı demek. bizde gurup (grup değil, alakasız) ve garp olarak kullanılıyorlar. aynı kökten mağrip (magrib) de batı anlamında; arap aleminin en batı köşesi olan cezayir ve fas ülkelerinin adı.
eski yunan kültürü en arkaik döneminde orta doğudan bir hayli malzeme devşirmiş; bunu da hep inkâr edip unutmaya çalışmış, o başka. europa ve asia kavramları yunan kültüründe en erken zamanlardan beri karşımıza çıkıyorlar. mesela mö 6. yüzyılda söke civarında oturan hekataios isimli zat, akdeniz havzasının bilinen en eski haritasını çizerken dünyayı europa ve asia diye ortadan ikiye ayırmış. bunlardan birincisi ‘ege’nin batısındaki ülkeler’ ya da genel anlamda batı ülkeleri, ikincisi ‘ege’nin doğusundaki ülkeler’ ya da genel olarak şark karşılığı. yunanlılar açıklayamadıkları her şeyi mitolojiye havale etmeyi pek sevdiğinden bunlara da uygun bir hikaye bulmuşlar. meğer europa, zeus’un kaçırdığı bir periymiş. asia da masal çağının bir kraliçesiymiş falan filan. oysa besbelli ki europa erebu’nun muhtemelen bir suriye lehçesi üzerinden helenize edilmiş hali. “gün doğumu” anlamına gelen akadca "asu" da asia olmuş. daha doğrusu asuwa olmuş, çünkü en eski yunanca kaynaklarda kelime bu şekilde yazılıyor.
bize avrupa ve asya kavramları frengistandan ithal. evropa veya evropi deyimine türkçede galiba 16. ya da 17. yüzyıldan itibaren rastlanıyor. asya kelimesi de bulabildiğim kadarıyla en erken kâtip çelebi’de geçiyor.
sırası gelmişken değinelim. eski türkler dünyayı yunanlılar gibi batı-doğu ekseninde değil, kuzey-güney ekseninde bölmeyi tercih etmişler. ta köktürkler, hazarlar vs. devrinde hep kuzeydeki kara il ile güneydeki ak il’in sözü geçiyor. karadeniz ile akdeniz'in renk kodlaması da belli ki türklerin bu eski alışkanlığından kaynaklanıyor.
arapça -inisyal- g harfi akadcada, yani antik mezopotamya samicesinde sıfırlanıyor. buna karşılık aramice ve ibranice gibi kuzeybatı sami dilleri grubunda genellikle ayın olarak karşımıza çıkıyor. dolayısıyla erebu’nun; suriye, lübnan ve kıbrıs arasında bir yerlerde gırtlaktan gelen ayın sesiyle 'ereba diye söylendiğini kestirebiliyoruz. bu bir tahmin çünkü kelimenin bu biçimi kaydedilmemiş. öte yandan sami dillerindeki ayın sesinin yunancada daima "o veya u" ile temsil edildiğini de biliyoruz. bundan basit bir metatez ve e > o assimilasyonuyla 'ereba > oereba > euroba evrimine ulaşabiliyoruz. oldukça mantıklı çünkü tarihte yunanlıların samilerle teması ırak üzerinden değil daha çok doğu akdeniz sahil kesimi üzerinden yürümüş. kendi içlerindeki "düze çalan o" ve "yayvan e" problemini de hâlâ çözebilmiş değiller. öyle olmasa bugün avro mu euro mu diye bir problemimiz olmaz değil mi?
not: kelimeleri özellikle transkripsiyonlarıyla birlikte yazdım ama sözlüğün bazı karakterleri tanımaması ya da salt biçimleriyle algılaması kuvvetle muhtemel.