EDEBİYAT 7 Mart 2022
10b OKUNMA     378 PAYLAŞIM

Paul Auster'in Fazla Zaman Geçmeden Klasikleşen Eseri: New York Üçlemesi

ABD'li yazar Paul Auster'ın Cam Kent (1985), Hayaletler (1986) ve Kilitli Oda (1986) kısa romanlarının oluşturduğu New York Üçlemesi'ne dair okunası bir analiz, buyrun.

edebiyat tarihi ve özellikle amerikan edebiyat tarihini başlı başına tutku haline getirmiş birbirine spiral bir uyumla bağlı bu romanlar üçlemesi, ucu bucağı belirsiz bir labirentin girişi gibidir. tam bir edebiyat tutkunu dehanın elinden çıkmış bu üçleme, dahiyane ve nefes aldırmayan göndermeleriyle okurun edebiyatı yeniden keşfi için sunulmuş olağanüstü bir nimet bana göre. üç roman için dedektiflik ya da kriminal roman tarzının seçilmiş olma nedenini bu tarz romanların ideal anlatımda en sade ve en etkileyici tarz olması, her cümlenin ve hatta her kelimenin kendine haiz bir önem taşıması gerekliliği nedeniyle yazarı en yüksek performansa sürüklemesi şeklinde açıklıyor paul auster.

gerçekten de tüm sadeliğinin içinde ürkütücü bir gerilimle okuyucu kuşatan belirsizlik ve kusursuz bulmaca örgüsü kitap okunduktan sonra dahi uzunca bir süre zihinlerden silinmesinin önüne geçiyor. kriminal roman tarzının en belirgin özelliği olan protoganistin (romanın ana karakteri) yaptığı gözlemler ve araştırmalar neticesinde aldığı görevi tamamlaması ya da olayın sırlarını açıklamasından ziyade, karakterin kendi kaderini yansıtıp ortaya dökmesiyle kendini keşfedişinin belirsizliğiyle biten her üç romanın formu insan kimliğinin temel soruları ve problemlerini ortaya dökmek olarak şekilleniyor ve bu noktada post modern bir şekle bürünüyor.

Paul Auster

her 3 romanın ele aldığı konulara bakarsak girift bir kurgunun ayrı gibi duran parçalarından ibaret olduğunu görürüz. bana göre new york üçlemesi tam olarak bir yazarın yazar olma serüveninden çok ötelere gidebilecek kompleksiliğe sahip bir eser olsa da benim en çok üzerinde durmak istediğim temel tema bu olacaktır. yazarlık serüveninde bir yazarın kendini keşfediş süreci. her esere yüzeysel bir göz attığımızda karşımıza tutkuyla anlatılmış 3 edebi eser ve roman karakterlerinden, olay örgülerine kadar bu romanların göndermeleri çıkar. ilk roman olan city of glass'ta don quijote, yaratıcılık ve çılgınlığın hangi sınırla birbirinden ayrıldığı sorusunu soruyorken, ghosts'ta henry david thoreau'nun hayaleti bir ömrü yalnız geçirerek, bir manastır rahibi gibi kendi içine dönerek yaşamanın anlamını ve bu yaşam tarzının birlikte getirdiği tehlikeleri çarpıcı bir flulukta belirtirken, son roman the locked room tamamıyla nathaniel hawtorne'nin (ki kendisi ilk romanı olan fanswahe'i çok genç yaşta yazmış ve ticari başarısızlığından sonra edebiyat dünyasına belirli bir mesafe koymuş, hatta satılmayan kitapları kendi elleriyle yakmıştır ve eserlerinin çoğu öldükten sonra yayınlanmıştır) hayatına bir göndermeden ibarettir. önemli olan bu 3 kitapta kullanılan isimler ve roman karakterleriyle paul auster'in yazarlık serüveni arasındaki bağdır. çünkü benim tespitim paul auster bir edebi saygı duruşundan ziyade korkunç derecede kendini etkileyen bir edebi ve felsefi serüveni de belirli kodlarla bu romanlarına taşımış ve amerikan edebiyat tarihinin önemli bir döneminin ana karakterlerini romanlarının ya yan karakteri ya da baş karakterleri olarak seçmiştir. özellikle son iki roman locked room ve ghosts'taki göndermelere kısaca bir göz attığımızda bir dönemin en önemli felsefe grubundan isimleri çok açıkça görebilmekteyiz.

öncelikle ghosts romanında ele aldığı henry david thoreau'ya ait walden adlı roman ve yazılış öyküsü ile black ve blue adlı iki karakterin benzer öyküleri arasındaki bağ bize transcendentalism'in kapılarını açar.

"transcendentalism, salt kabul ettiğimiz gerçekliği bir yana bırakıp insanın mevcut duyularını kullanmadan, daha üst bir gerçeklikle karşılaşabileceğini savunan felsefi bir düşünce akımıdır. doğanın her şeyin üzerinde olduğunu kabul eder ve insanin doğayla birlikte yürümeyi başardığı zaman inanç üstüne, tanrı üstüne, gerçek kabul ettiği herşeyin üstüne çıkacağını savunur. o ana kadar kabul ettiğimiz hiç bir gerçek, gerçek değildir."


bireysel farkların ve hatta yer yer radikalleşen transdantalist yazarların eserlerinde ana kahramanlar toplumun ve alışılmış kalıpların dışına çıkarak, metafizik bir kendini keşfediş süreci ve bu sürecin akabinde bir yıkıma uğramaya başladılar. bu olguyu o dönemim romantik transdantalistlerinin eserlerinde rahatça gözlemek mümkündür. buradan auster'in transdantalist anlayışın izdüşümünü tüm roman karakterleri üzerinde deneyimlediğini tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek. ilk roman city of glass'ta belirsiz bir süre kahramanımız david quinn kendisine görev veren evi o süre zarfındaki, biz bunun aylarca olduğunu tahmin edebiliyoruz, bir defa bile kapısını tıklatmadan gözlemlemiş (transdantalist yalnızlık ve kendini keşif süreci) ve kendi gerçekliğini sorgulaması gerekliliği korkusundan olsa gerek evin ve içinde yaşadığı olayların gerçek olduğuna adının baş harflerini aldığı don quijote gibi inandırmıştır. kendi yarattığı kurmaca da kendisinin bir kurgunun rolünü oynadığını keşfetmesinin belirsizliğiyle roman sonlanmıştır. benzer şeyleri cervantes'in de yaptığını görüyoruz. don quijote eserinde tıpkı çağdaşı william shakespeare gibi çevremizde gerçek olan ya da hayal olan nedir sorusunu sorarak idealizm ve realite arasındaki çatı$mayi merkez tema olarak oturtmuş, sadece duyulara değil kelimelere de insanın artık güvenemeyeceğini, sadece isimlerin bile iki anlamlı olabileceğini (peter stillman'ın isimler hakkındaki örneklerini hatırlayınız) dillendirmiştir. okuyucu bu nedenle kuşku içinde kendi kahramanının yüksek erdem sahibi bir idealist mi, yoksa delinin biri mi olduğu konusunda kafa karışıklığına sürüklenerek roman bitirilmiştir. aynı tecrübeyi city of glass, bize film noir karanlığını aratmayacak flulukla, çok güzel şekilde yaşatıyor.


ghosts'ta ise ünlü transdantalist henry david thoreau'nun hayatına öykünme durumu ve yalnızlıkla kendini keşfediş sürecinin dinamikleri üzerine kurulu boğucu bir atmosfere yayılmış bir kendini izleme öyküsünü sunuyor okuyucularına auster. izleyen ve izlenenin yalnızlığının aynı ve tek olması olgusuyla, karşılıklı olarak konumları değiştirme yoluna giderken aslında izlenenin izlettirenin ta kendisi olduğu çıkarsamasıyla okuyucunun dimağında bir bulmaca pratiği yaptırıyor yazar. her ne kadar öyküde isimler blue ve black gibi kodlanmış olsa da bana tamamen henry david thoreau'nun ralph waldo emerson'a ait arazide, kendi yaptığı kulübede iki yıl yalnız ve olabildiğince basit yaşayarak hayatını idame ettirme okuyuşunun yeniden deşifre edilmesi gibi geldi. yalnız yaşama söz konusu olsa da; waldo´nun malikanesinden çok uzaklaşmadan bunu yapması tam bir kopuşun olmadığını, yalnızlığın tehlikelerinden onu kurtaracak bir gözlemciyi etrafında hep tutmuş olduğunu gösteriyor. çünkü yalnızlığın tehlikeli arenasında izlenen kişi olarak izleyenin kendisinin yalnızlığına sahip olduğunu bilmektedir henry. aynı şekilde black'te yalnızlığını blue'ya izlettiren kişi (kimliği belirsiz white) olarak sunmuş ve realizmden gitgide uzaklaşmanın penceresinden kendisini gözetlemesi görevini vermiştir. blue'nin black'i gözetlemesi git gide kendi içine dönmesine ve bakışlarını kendi ruhuna kaydırmasına yol açmış ve yalnızlığın boğucu dehlizinde kendi benliğinin yıkımını keşfetmiştir. "gönüllü yoksulluk diyebileceğimiz üstünlük sağlayan bir konum dışında, hiç kimse insan yaşamının tarafsız ve akıllı bir gözlemcisi olamaz." sözleriyle henry david'in walden kitabında dile getirdiği temel çözümlemeyi, auster black aracılığıyla blue üzerinde gerçekleştirirken yine bir edebiyat serüvenini didik didik etmenin keyfini çıkarıyor ghost romanı boyunca ve biz okuyuculara ormanın (walden) yalnızlığının şehrin iç içe geçmişliğinde yaşanılmasının deneyimini sunuyor.

aslında ghost romanını yine walden eserinden şu şiir çok güzel bir şekilde açıklıyor:

"ormana gittim

çünkü bilinçli yaşamak istiyordum

hayatı tatmak ve yaşamın iliğini özümsemek istiyordum

yaşam dolu olmayan her şeyi bozguna uğratmak için

ve ölüm geldiğinde aslında hiç yaşamamış olduğumu fark etmek için"

the locked room kitabına geldiğimizde ise nathaniel hawthorne adlı ünlü transdantalist grubumuzun bir üyesiyle daha karşılaşıyoruz, hatta hikayenin baş kahramanının o olduğunu görüyoruz. fanshawe adlı romanın yazarı, yine kendi romanın ismiyle canlandırılmış olarak karşımıza çıkıyor. hawthorne'un bowdoin college eğitimi sırasındaki deneyimlerine dayanan roman ilk kez yazarın kendisi tarafından çok genç yaşında yayınlanıyor, fakat ilgileri pek üzerine çekemiyor. bu ticari başarısızlığından sonra tüm satılmayan kopyaları yakarak yok eden hawthorne'nun bu eseri ölümünden yıllar sonra bir kopyası bulunarak yeniden basılıyor. ilginç olan kısmı ise karısı sophia tarafından böyle bir kitabın kopyası kendisine gösterilmiş olmasına rağmen kocası hawthorne tarafından yazılmadığını öne sürmüş olmasıdır. the locked room ise fanshawe romanına ait bu edebi rivayetin paul auster karakterlerince canlandırılmasına dayanıyor. çeşitli romanlar yazıp hiç yayınlamayan fanshawe karakteri, bir gün ortadan kayboluyor ve tüm aramalara rağmen bulunamıyor. bundan önce karısına bu yayınlanmamış romanların en iyi arkadaşı, şimdilerde bir yazar olan arkadaşına götürülmesini istediği için yıllar sonra anlatıcı karakterimizin çocukluk arkadaşı ve unuttuğu en iyi dostuyla bu kitaplar ve genç güzel karısı sophia aracılığıyla yeniden tanışmasının öyküsünün perdelerini aralıyoruz. kitaplar yayınlandığında fanshawe'in ölmediğini, ama hiç de yaşamadığını anlayacağı bir mektup alıyor ve sophia ve çocuğuyla yeni bir hayat kuruyor.


ama kitapların satış başarısıyla fanshawe ile anlatıcının aynı kişi olduğundan şüphelenilmesinden dolayı, vicdan borcu olarak bir biyografi eseri kaleme almayı planlayan anlatıcının, bu seferde fanshawe'ın geçmişinde yolculuğuna tanıklık ediyoruz. ama bu tanıklık karısının aslında fanshawe'in geçmişine gidildikçe daha çok canlanmasından korktuğu için fanshawe'i inkarıyla sorgulamalara dönüşüyor ve okuyucu fanshawe yoksa sorularıyla, yine var olmanın gerçek ve hayal arasındaki çizgisine çekiliyor. hatta fanshawe'in geçmişini araştırırken anlatıcı ve aynı zamanda fanshawe'in en iyi arkadaşı city of glass romanının peter stillman junior karakterine, kendini herman melville -aynı zamanda gerçek hayatta hawtorne'un en iyi arkadaşlarından bir yazardır (bkz: moby dick)- olarak tanıtıp onun gerçek fanshawe olduğunu idda etmesi ve peşine düşmesinde yine city of glass romanında yaşanılan aynı kurgulamacanın burada da uygulandığını görüyoruz. burada yıkım sophia'nın tam inkarıyla tekrar minimuma indirilip, ana anlatıcı karakter belirsizliğinden kendi yaşamına döndüğünde uzunca bir süre kapalı kapılar ardında olanları sorgulamadan yaşıyor ve fanshawe'ın son mektubuyla onun varlığına dair gerçekliği ölçebilmek adına onunla görüşmeye gidiyor. kilitli bir kapı ardında gerçekleşen bu görüşmeden sonra eline kırmızı bir defter geçiyor sadece. anlamsızlığın paradoksunu en sıcak renkle kuşatmış bu defter auster'in sonuçsuzluğunda aslında döngünün sonuç olduğunu kanıtlıyor ve edebiyat serüveninin özeti oluyor.

auster'in aynı hikayelerin farklı boyutlardan yansıması olduğunu belirttiği bu üç eser edebiyatın tükenmek bilmeyen tadını her kelimesinde sakladıkları için bu yazıyı hak ediyordu ve daha güzelini hak eder.

eline sağlık diyorum paul auster.