EDEBİYAT 3 Ocak 2020
17,2b OKUNMA     597 PAYLAŞIM

Peyami Safa Klasiği Yalnızız Romanının Benlik, Tin ve Matrix Ekseninde Yapılan Felsefi Analizi

Peyami Safa'nın 1940 yılında yayınlanan romanı Yalnızız'a dair tin ve benlik kavramları ekseninde, derin bir inceleme.

peyami safa'nın varoluşçu felsefeye göz kırptığı, matrix'i yıllar öncesinden deşifre ettiği, avatar prototipini tasavvuf anlayışı üzerinden tanımladığı ve klasik din yaklaşımının ötesinde, belki de bugün pek moda olan spiritüalist metinlerde rastladığımız tekamül/farkındalık/terk üzerine bolca işaret gönderdiği; muhteşem, muhteşem olduğu kadar da mistik olan romanıdır yalnızız. (buradaki mistik vurgusu, gizlenen/saklanan değil, anlatılamayan ancak yaşayanın duyumlayabildiği hal ile ilgilidir...)

çok da kafaları bulandırmadan hem kadim metinlerde, hem existansiyalizm (varoluşçuluk) paragraflarında hem de bugün içi boşaltılmış bilgelik telkinlerinde, hep aynı alana değinen, bunu yaparken de terminolojik farkla başka başka şeylerden bahsediyormuş gibi görünen aydınlanma lansmanları üzerinden yalnızız romanına bakmakta fayda var... ortaya karışık salata curcunası getirir görünse de, herhangi bir yaklaşımın takipçisi olmadığım için iddiaları ve paylaşımları harmanlayarak aktarmayı tercih ediyorum:

bütün yeni çağ öğretilerinde ve kısmen de varoluşçulukta ifade edilen, yeryüzündeki her bireyin öz'ü, davranışları üzerinden oluşur/olgunlaşır/tekamül eder. buradaki öz'e, heidegger ve arkadaşları tin ya da geist derken; spiritüalistler yüksek benlik ya da makro benlik ya da öz varlık derler. tin'den kastedilen mutlak varlık değildir. tin'den kastedilen, mutlak varlık ile yeryüzünde dolanan avatar yani mikro benlik yani uydu can arasındaki makro bilinçtir. yüksek benliğin istediği, avatar üzerinden yeryüzündeki hayatı deneyimleyip tekamül ederek mutlak varlık'a doğru ilerlemektir. neden deneyimlemek ister yüksek benlik? çünkü kendi boyutunda bütün deneyimlerin sadece bilgisi vardır. deneyimin olması için yeryüzü gibi illüzyonik bir platforma yani matrix'e gerek vardır. matrix bu anlamda frekansı düşürülmüş varlıkların deneyim cehennemidir. işte yüksek benliğin yani tin'in bilgileri ancak ve ancak matrix üzerinde aktive edilmesi gerektiği için avatar'a ihtiyaç duyar. neden kendisi deneyimlemez derseniz, "tin'in formu, matrix'in yani yeryüzünün fiziksel ortamının çok üstünde bir yoğunluktadır, o yüzden avatar'a yani mikro bedenlere yani uydu canlara ihtiyaç duyar" yanıtını alırsınız bu açıklamaya göre.

bu aşamada matrix'in dışındaki tin yani geist, matrix'teki avatar ile sürekli kontakt halindedir. bu kontakt, avatar'ın hakikati keşif yolunda attığı manevi adımlarla güçlenir, güçlendikçe avatar-tin arasındaki mesafe kısalmaya başlar.


toparlama açısından kelimeleri gruplayayım

avatar=mikro benlik=mikro bilinç=beşer=uydu can=romanda ikinci ben=sahnedeki oyuncu bilinç,

tin=yüksek benlik=makro benlik=makro bilinç=geist=öz varlık=tanrı=romanda birinci ben=kulisteki bilinç,

matrix=yeryüzü=deneyim ortamı=sahne=cehennem,

vaadedilmiş topraklar=cennet=kulis=hakikat;

hepsinin de üstünde: mutlak varlık=allah=rab vardır.

tin, avatar'ın deneyimleri üzerinden bilgilerini aktive ederken, avatar'dan matrix'in hay huyuna kendisini kaptırmamasını ister. şunu söyler: "evladım, sen orada kariyer de yapabilirsin, çocuk da... ama kendini ne statü üzerinden, ne de biçimin üzerinden tanımlama, tüm haz hallerini yaşarken tanrısal kimliğini unutmadan yaşa ki ben de buradan sana destek olup yaratım serüvenini rahat rahat yaşayabileyim!" tin'in yaratım dediği, yoktan var etme değildir, bilgilerinin aktivasyonu yani icrasıdır.

makro benlik de dediğimiz tin, mikro benliğin farkındalığının yüksekte kalması için ilham/sezgi/rüya ve benzeri kanallar aracılığıyla varlığını hep hatırlatır. eğer mikro bilinç, maneviyat bazında derinleşir de dünyevi ihtirasların kurbanı olmazsa frekansını yüksek benliğe doğru hızla yükseltmeye başlar. frekansını yükselten avatar, keşiş hayatı yaşayan ariflerden değildir illa ki... hatta frekansının yükseldiğini fark etmeyerek, o iç devinimle yeryüzü insanlığına büyüklü/küçüklü katkılar sağlayan eserler sunarken bulur kendini: ya bir sanatçı olarak, ya bir bilim adamı olarak, ya bir düşünür olarak, ya bir siyasetçi olarak ya da toplumsal lider olarak... anlayacağınız, ruhani liderlik yapmak zorunda değildir yüksek benliğe yaklaşan beşer... deha düzeyinde bir müzisyen de olabilir, mucit de... ancak bu, son derece sancılı bir süreçtir. bir taraftan matrix'in kışkırtıcı ve düşük frekanslı olayları/kişileri tarafından sarmalanmıştır, bir taraftan da ucundan/kıyısından içselleştirdiği makro benlik boyutunun kriterleri ile tanışmak üzeredir.

ilerlemesini sürdüren avatar, tüm dünyevi kalıpları kendiliğinden terk etmeye başlar, ilişkilerinde kopmalar olur ama bir taraftan da başka kimliklerin başka yeni olayların ortasında bulur kendini. makro benliğine böyle böyle gittikçe yaklaşan mikro benlik, birçok insan için çok büyük önem taşıyan meselelerle ilgilenmez, ilgilenmediği gibi etkisinde de kalmaz. frekansı yükselen avatar'ın ızdırabı, matrix'in dinamikleriyle senkron olamamasından ve diğer avatar'ların da farkındalıklarının düşüklüğüne hüzünlenmesindendir. bu kadar da tevazu sahibidir işte...

ters duruma bakalım

eğer avatar "benim işim olmaz maneviyatla, uğraşamam, sıkıntıya gelemem öyle..." derse ve kendini matrix'in cazibesine kaptırarak egosu yönünde yaşamayı tercih ederse hiç mi hiç engellenmez. özgür seçim denilen "ben özgürsem ben de özgürüm" hükmü devreye girer. ilk ben, avatar'a aittir, ikinci ben tin'e... şunu söyler tin: "eğer sen özgürsen, ben de özgürüm, yolun açık olsun. ben de seninle olan irtibatımı keserim o halde. çünkü senin üzerinden deneyim yaşayamayacağım, bilgilerimi aktive edemeyeceğim açık... bana hemen yeni bir avatar lazım!" böylelikle sar başa dön başa, tekamül serüveninde yeni bir süreç başlamış olur. özgürlüğünü kazanmış avatar, mekanik sarhoşluk içinde matrix'te devinirken, zengin/sağlıklı/keyifli de olsa nihayetinde motivasyondan yoksun, manevi değer veçhelerinden uzak soyut ölüme doğru savrulur.

tam karşılamasa da şöyle bir örnek verelim: avatar, tin'in matrix'teki asistanıdır. tin'i asiste ettiğini bilmeden yaşamını sürdürür. nefsini kontrol edip bilgelik katsayısını arttırdıkça tin'in makamına tin'le içrek olarak son kertede oturacaktır. ama bu kez tin gibi sadece "bilen" değil, angaryaları yaşamış olduğu için "deneyimleyerek bilen" yüceliğinde bulunacaktır. illüzyonun sahte özgür dramaları ve sahte sahnelerinden arınmasının mükafatını alacaktır bu anlamda.


modern insanın bireyselleşme ihtirasının yığınla psikodramaya yol açtığına, yalnızız romanında da peyami safa defalarca dikkat çekmiştir

eğer avatar ile tin arasındaki mesafe kısaldıkça kısalıp farkındalık bazında buluşma noktasına gelirse, ortaya harikulade bir pozisyon çıkar: makro benlik, mikro benlik üzerinden matrix'te artık tecelli eder... bu tecelli hali form bazında değildir, tekrarlayayım, farkındalık bazındadır. misal: hz. isa, buda, miraç gecesi sonrası hz. muhammed ve son yıllarında mevlana'nın makro benlikleri, ilahi plan gereği vakti geldiğinde mikro bilinçleri üzerinden farkındalık bazında tecelli etmişlerdir. olana bitene dışardan tanıklık eden beşer'e mucizeler gibi gelen de, tecelli olan tin'in yoğunluğunun tezahürleridir.

matrix'te tecelli olan makro benlikler, spritüalistlerin 4. boyut farkındalığı dediği, hakikate dair olan ve dünyadaki tüm kutupluluğun üstünde bulunan alemlerin öngörüsünü taşırlar... bu bir öngörüdür, çünkü, hakikatin, matrix gibi kurgulu laboratuar ortamında tam anlamıyla realize olması mümkün değildir. bu öngörü üzerinden insanlık, varoluş'un kaynağı, birliğin/bütünlüğün/tekliğin mutlaklığına dair mesajlarla tanıştırılır. dünyanın bir tiyatro olduğu, tüm kalıpları terk etmeden, içe dönmeden sır üstü sırlarla buluşulup kulise dönülemeyeceği bu yüksek varlıklar tarafından tekrar tekrar söylenir. halbuki dikkat edildiğinde ortada sır, gizem vs. hiç bir efsanevi kapalılık mevcut değildir. mutlak varlık, deneyimci öz'ler vasıtasıyla kendini bilme eğlencesindedir; bir nevi kendi kendine saklambaç oynamaktadır. constantine filmindeki replik eksiktir ama yanlış değildir: "tanrı mı dedin? o misket oynayan küçük bir çocuk aslında!..."

işte vaadedilmiş topraklar, matrix'in yani cehennem'in yani dünya'nın üst boyutudur. dolayısıyla hakikatin yine katman katman açığa çıktığı matrix üstü alemler, bizzat cennete tekabül eder...

makro benlikle hemhal olan avatar, vaadedilmiş topraklar'ın kokusunu almaya başladıkça bilerek ya da bilmeyerek hem eserleriyle, hem de hal ve hareketleriyle çevresine pozitif yüklemeler taşıyarak yansıma yapmaya başlar. frekansı ne kadar yüksekse yansımasının kaynağını tam da o kadar bilendir.

yalnızız romanındaki samim, makro benliğiyle girift olmaya neredeyse hazır hale gelmiş yüksek farkındalıklı mikro benliktir. simeranya da vaadedilmiş topraklar'dan yani matrix üstü alemlerden adeta bülten sunan bir broşürdür. samim'in metni kesinlikle kurgulu ütopik bir çalışma değildir. heidegger'in sürekli vurguladığı: "hayat hıfzetmedir: (hatırlamadır)" savındaki gibi, hakikati hatırlama iç arzusuyla yanıp tutuştuğu için maneviyata dönük yüzünü hep korur. elbette ki samim, bir peygamber ya da bilge kişilik düzeyinde ve olgunlukta henüz değildir. ama matrix'in şatafatına aldanmayıp manevi yolculuğunda tanık olduğu alemlerin işaretlerinin izini sürme uğraşındadır. tökezlese de uğraşındaki samimiyet alenidir...

okuyanlar anımsayacaktır: simeranya'da "eski dünya problemleri şubesi"ndeki yaşlı adam da matrix'teki ikiliğe (dualiteye) değinerek samim'e, "sizin eski dünyada, tekamül için gerekli olan kutuplaşma dramı var, o yüzden bütünlüklü bakıp meseleleri çözemiyorsunuz..." demiştir. doğrudur, dünya ikiliğin egemen olduğu bir fizik alemdir. yargı her zaman vardır: iyi/kötü, doğru/yanlış, sevap/günah... oysa hakikatin algısında yargıya dayalı bir niteleme söz konusu bile değildir. hz. isa'dan biliyoruz: her şeyi kabul etmiştir. dikkat edin, sevgiyi/şefkati değil kabul etmeyi, koşulsuz kabullenmeyi öne çıkartmıştır. kimseyi yargılamamış ve çektiği acıya bile direnmeden kabul göstermiştir.

matrix, bu bağlamda geçiciliğin, süreksizliğin daim olduğu, eric hobsbawm'ın deyişiyle "kısa süren bir aşırılıklar çağı"na ev sahipliği yapan sirkten başka bir şey değildir. hünerlerin hem pervasızca sergilendiği, hem de bedensel sınırların zorlandığı, seyir keyfinin tavan yaptığı ve kitlesel olan ama birlikten uzak kalabalıkların alkışında gürültü çıkaran arenanın ta kendisidir.


simeranya, matrix'e matrix üstünden gelen bir broşür olsa da, koşulsuz sevgiyi, sınıfsızlığı, bütünlüğü, mülkiyetsizliği yani dünyevi olan tüm düşük değerli kalıpları adeta dönüştürmüş bir hayatı betimlemek ister. simeranya'daki durgunluk metaforu, matrix'teki kaosun manipüle edici düzeneğinin tam da zıttı olduğu gibi deneyimlenmemiş bilgilerin potansiyel manzumesidir.

romandaki önemli karakterlerden besim, hedonizmi tin'e sırt çevirmiş mekanik sarhoşluk içindeki yitik bir uydu canı gösterir. sürekli istihza halinde olması da gamsız, maneviyattan kopuk haz yoğunluklu ironi bağımlılığıyla ilgilidir.

mefharet, varoluşunu sürekli drama yaratarak özellikle trajediye dayalı şizoid kuşkularla boğuşmayı tercih ederek canlı tutmayı ısrarla sürdürendir. dengesizliği de aslında arınması gerektiği dramaların sürekli içerik değiştirmesinden gelir. budizme de gönderme yapan peyami safa, dramalarından sıyrılamamış benliğin ruhsal hezeyanına dikkat çeker mefharet'in kimliğinde. ancak, arınma da kendi içinde can yakan bir vaziyettir. yanan can da tasavvufta belirtilen, olgunlaşma ateşine düşendir, yani pişendir. ve acıdır ki drama üretemeyen mikro benlik paniğe kapılmaktan kurtulamaz. halbuki tin ile, romanda birinci diye geçen benliğiyle hemhal olsa, dramasız yokluk üzerinden yüksek değerlerle tanışacaktır. hep denir ya, "terk et ki yerine yenisi gelsin..." iç dünyası çer çöple dolu hiçbir avatar'ın, arınmaya gitmediği müddetçe yücelebilmesi imkansızdır.

samim'in "dip zıtlık" dediği de dramalar üzerinden açığa çıkan kutuplaşmanın doğurduğu çatışma ve bu çatışma neticesinden doğan "olma" veçhesidir. yukarıda da belirttiğim gibi dip zıtlık, matrix'e ait kutuplaşma kanununa yaslanır. buradan ilerlersek ego, sürekli zihin oyunları ile teatral kompozisyonlar yaratıp kendi kendisini de inandırarak varlığını sürdürür. oysa dip zıtlık sendromunu aşan mikro benlik, iç derinliğinde yüksek benliğiyle buluşmanın güzergahını keşfedecektir. tin'in de daima mikro benlikten dip zıtlık yanılsamasını aşıp hakikatin keşfine yaklaşmasını temenni ettiğini tekrar hatırlayalım... mefharet yazık ki bu keşiften çok uzakta durur.

selmin'in başlangıçta marksist haydar'a olan yardımı avatar'ın hakikati bilme arayışına denk gelir... haydar'ın idealleri, selmin için kurgulu matrix düzeneğinin dışındaki bir hayatı tanımlamakta bu da selmin'in yüksek benliğini kışkırtmaktadır. zaten annesine karşı sürekli varoluş mücadelesi vermesi de aynı arayışın tezahürüdür... fakat bu mücadelede yeterince tin'in sesine kulak veremediği için bocalamaya mahkum olur. neyse ki dayısı samim bu aşamada yardımını esirgemeyecektir.

samim, yüksek farkındalığı sayesinde metanetle yaklaştığı insanlık hallerinden zaman zaman kendisi de nasiplenir. en yakınındaki bu insanlarla ilgilenmesine, velveleye izin vermeyecek kadar güçlü tin bağlantısı eşlik eder. yaşadığı aşk acısında bile bu bağlantının desteği açıktır. öyle ki samim'in aşk anlayışında dünyevi setup'lara yer yoktur. evlilik gibi tamamen kurguya dayalı formel birlikteliğin asla açıklayıp tanımlayamayacağı bir bağdır samim'in aşka dair yaklaşımı. bile bile, matrix gibi illüzyonik ortamda matrix üstü aşkın kudretini tezahür ettirememenin sınavına sürükler kendini. sadece kendini değil bu aşka özne olan meral'i de... fakat meral'in yüksek benliği onay verse de mikro benliği bu ideal bağı kaldıramamış, çelişkiler ortasında bunalmış, illüzyonun illüzyonuna (paris'e) tutulup isyan etmiştir. devamında kurgulu hayatın içinde yenilgiye düşerek, fizik formunu yok ederek kurtulacağına inanmış ve acı içinde yeryüzünü terk etmek zorunda kalmıştır. samim, tarifte zorlandığı kişisel ilgisinin odağında, meral'in tin'ine yönelik aşkın belirleyici olduğunu sıkıntıya düşse de bilmektedir.

yan karakterlerden renginaz'ın krizi ise, mikro benliğinin kaldıramadığı durugörüdür bu okumaya göre. son derece saf, yersel kirlenmeden uzak bir hayat sürmüş olsa da renginaz, yüksek farkındalıklı olmadığı için matrix üstü alemden gelen işaretleri sağlıklı okuyamaz ve buhrandan buhrana sürüklenir. aynı işaretleri samim her zaman sağduyulu karşılamaktadır; hem entelektüel donanımı hem de açık sezgileri ve dünyasal kodlamaları reddetmesi sayesinde.

meral'in intihar kararına, samim'i doğru anlaması ama yanlış uygulaması sebep olmuştur. samim mikro benliğin kıstaslarını yok ederek tin'e erişmeyi telkin ederken bunun bedensel terkle değil düşünsel/duygusal hamlelerin terkiyle olacağını anlatmak istemiştir. gel gelelim kaz kafalı meral bu terki biyolojik ölüm sanmış, ölüm biçiminde bile savsaklamıştır.

peyami safa yalnızlığın nedenselliğini de tüm bu dualitenin iç dinamiklerine dayandırır

tüm yukarda anlatmaya çalıştığım öğretilerin okumasında olduğu gibi, peyami safa da yalnızlığın, dualitenin sona ermesiyle ortadan kalkacağını vurgular. şüphesiz yüksek benliklerimizden ayrı gayrı yaşayan biz avatarlar yalnızızdır... avatarları ile buluşma heveslisi yüksek benliklerimiz de yalnızdırlar... kavuştuklarında, iddia edildiği gibi savrulmuş bir yalnızlık söz konusu olmayacaktır.

bütün bunlar iyidir hoştur da, "yalnızlık mutlak varlık'a (allah'a) mahsustur..." kesinliğine şöyle bir uğrarsam, bana da şu soruyu sorma hakkı doğar: 

sakın mutlak varlık, yalnızlığından sıkılıp da bu müthiş senaryolar eşliğinde yalnızlığını manipüle edip edip ortadan kaldırma oyunu oynuyor olmasın?

diğer bir deyişle mutlak varlık, mutlak yalnızlığını ikiliğe ayrıştırarak tüm bu aktif varoluş serüveninde kendi kendini, iyi niyetlerle olsa da, teselli etmeye mahkum mu kılmıştır yoksa?

haksız mıyım uydu canlar?

Türk Edebiyatının En İyi Romanları