MÜZİK 30 Nisan 2019
15,6b OKUNMA     741 PAYLAŞIM

Pink Floyd'un Tam Kadro Yayınladığı Son Albümü The Final Cut'ın Hikayesi

Pink Floyd'un her zaman üvey evlat muamelesi gören albümünün arkasındaki hikaye ve şarkıların teker teker incelemesi. Sözlük yazarı "black monday" anlatıyor.


yaşadığımız gezegenin hızlı bir şekilde kötüye gitmesinin bence en önemli sebeplerinden biri artık savaş görmüş bir neslin kalmaması

özellikle 18-35 yaş aralığındaki kitle, siyasette deneyimlediğimiz kutuplaşmaların insanlığı götürebileceği yeri kestiremiyor. mesela avrupa'da yaşananlara bakalım. ingiltere gibi tarihsel olarak her zaman burnu havada olan bir ülke bile ikinci dünya savaşı'nın yarattığı yıkım sonrası avrupa birliği gibi bir oluşumun içinde yer almıştı. şimdi ise ingiliz'i, "almanların boyundurluğu altındaki bir birlikte olmam" diyor, italyan'ı "biz yolumuzu biliriz, bir rahat bırak" diyor, macar'ı "başlarım sivil toplumunuza" diyor, polonyalı "güçler ayrılığı dış güçlerin oyunu" diyor. peki sadece avrupa mı? amerikalı güneyden gelenlere ayar çekiyor, rusu, suudisi gidip başka ülkelerde kural kanun tanımadan muhalif öldürüyor. yani her ülke kendi çıkarlarını insanlığın çıkarlarının önüne koyuyor ve kendinde istediğini yapma hakkı görüyor. bu kadar globalleşen ve teknolojisi inanılmaz bir şekilde ilerleyen dünyada çıkabilecek bir savaşın nereye kadar gidebileceği pek kimsenin umrunda değil.

bir zamanların güneş batmayan imparatorluğuna geri dönelim. birleşik krallık, ikinci dünya savaşında 450'000 vatandaşını kaybetti, nazi almanyası tarafından bombalandı. savaş sonrası bütün kolonileri bir bir ellerinden çıktı. savaş sonrası devlet, ekonomiye elini attı ve kemerleri sıktı. böylece 1950'lerin ortalarında tekrardan dünya ekonomisinin söz söyleyen ülkelerinden biri haline geldi. 1979'da ülkenin başına gelen margaret thatcher "devlet zaman kadar yapacağını yaptı, şimdi yeni bir ekonomik düzen vakti" diyerek özelleştirme politikasını başlattı. bu sırada taaa 13.000 km uzaklıktaki kolonisi falkland'a yanı başındaki arjantin çıkarma yapınca ingiltere, adayı geri almak için bir savaşın içine girdi.

"pink floyd için geldik, tarih dersi alıyoruz" diyorsanız haklısınız ama the final cut, geçmişe bolca gönderme yaparak 1980'lerin ingiltere'sinin analizini yapan, grubun en politik albümü. hatta bu albüm pink floyd'un değil, babasını ikinci dünya savaşında kaybetmiş, genç yaşında, syd barrett'in yerine grubu yaşatma görevini üstlenmiş, ancak zaman içinde seyirci ile arasına duvar örerken, grup arkadaşlarını da bu duvarın arkasında bırakan bir megalomanın albümü. öyle bir megaloman ki grubun kurucu üyelerinden klavyeci rick wright artık gruptan ayrılmak zorunda kalıyor, nick mason albüme oldukça kısıtlı ve yüzeysel bir katkıda bulunuyor. david gilmour ise zaman zaman kendi kalitesini sololarında gösterse de pek fazla etliye sütlüye karışmıyor. grupta sazı bir süredir eline alıp animals ile "alayınıza hodri meydan" dedikten ve the wall ile "beni siz delirttiniz" dedikten sonra roger waters, savaşın ne kadar acı olduğunu birinci elden hissetmiş bir adamın hayal kırıklıklarını bize anlatıyor.


albümün the wall gibi baştan sona bir öyküsü yok

genel olarak birinci yüzde 2. dünya savaşı'nın savaştan dönenlerde bıraktığı etki ve onların topluma adapte olamayarak, çevrelerindekilere verdikleri zarar anlatılıyor. çok açık olmasa da şarkılardaki bazı ipucuları ve the final cut için çekilen kısa filmden yola çıkarak, the wall'daki meşhur öğretmen karakterinin bu öykünün merkezinde olduğunu söyleyebiliriz. ikinci yüzde ise ikinci dünya savaşını, 1980'lerde ingiltere'nin tekrardan savaş sahnesine çıkmasına bağlıyor. hatalardan ders almadığımızı gördüğümüz bu bölüm, atom bombasının patlaması ile kapanıyor.

bu albümü seviyorum çünkü diyecek bir lafı var. the wall, zaman zaman sosyal göndermeleri olsa da genel olarak kişilerin iç dünyası hakkındaydı. animals da bir sosyal eleştiri olsa da belli bir öyküye dayanmamaktaydı. the final cut ise ayakları yere basan, eleştirileri çok sağlam, cesur bir albüm. müzikal olarak da tatmin edici bir albüm. roger waters'ın albüm boyuncaki vokal performansı muhteşem. michael kamen, düzenlemeleri ile albümün ikinci adamı. kamen'in bu dönemde kariyerinin daha çok başında olduğunu düşünürsek, kendisinin yeteneği bir kez daha ortaya çıkıyor. ayrıca albümün kapak tasarımı ve kullanılan fontu da çok iyi buluyorum.

Roger Waters

ancak albümün sevmediğim yanları da çok. birincisi, bu sadece ismen bir pink floyd albümü. gilmour gibi bir gitaristin olup, onu bu kadar az kullanman akıl alır gibi değil. bir çok şarkıda gruptan sadece waters çalmış. gilmour'un tam olarak elinin değdiği tek şarkı "not now john" da albümde biraz sırıtıyor. bu albümün neden solo albüm olarak değil de pink floyd adı altında çıktığını asla anlamadım. ikincisi, albümde çok güzel şarkılar olduğu gibi bazı şarkılar müzikal anlamda oldukça ortalama. tabii burada gilmour'un bu albüm ile ilgili meşhur sözünü anmadan olmaz: "eğer bu şarkıları yeteri kadar iyi olmadıkları için the wall'a koymadıysak, bu albüme neden koyuyoruz?". yüzde yüz haklı bir tespit. üçüncüsü, her ne kadar kamen'in düzenlemesini övsem de albümün yüzde 80'i düzenleme olarak birbirine çok benziyor. bu da albümü bir miktar sıkıcı kılıyor.

1. the post-war dream

şarkı haber bültenlerinden alınan bazı kayıtlarla açılıyor. bu daha sonra waters'ın solo albümlerinde de kullanacağı bir tarz. bu kayıtlardan biri 80'lerin en önemli konusu olan nükleer savaş korkusu ile ilgili (ilgilenenler için aynı dönem çıkmış bir şarkı önereyim: sting - russians) bu nükleer savaş hadisesi, albümün kapanışında da yer alacak. diğeri narcos izleyicilerinin çok iyi bildiği gibi güney amerika'da 80'lerde büyük bir problem olmaya başlayan uyuşturucu ticareti. diğeri ise çok ilginç. falkland savaşında batırılan ve 12 askere mezar olan ss atlantic conveyor'ın yerine inşa edilecek geminin japonya'da yapılacak olması. ingiliz ordusu için üretilecek şeylerin ingiltere'de değil japonya'da üretilecek olması önemli bir durum. bu habere sadece girişte değil, şarkının kendisinde de değiniliyor ve bu tercih sonunda ingiltere'de insanların işsiz kaldığı anlatılıyor (bu konu zaman içinde oldukça fazla eleştiri toplamış olsa gerek ki japonya dışında kore'den ve amerika'dan teklifler gelse de filoya eklenen gemi en sonunda ingiltere'de yapılmış). müzikal olarak baktığımızda orkestra destekli bu şarkı albümün havasını oldukça iyi yansıtan bir eser. bu orkestral düzenleme sayesınde - özellikle de şarkının sonunda - şarkı sanki askeri bando tarafından çalınmış gibi hissettiriyor. bu da albümün temasına oldukça uygun. şarkı yavaş bir şekilde ilerlerken, bir anda ses seviyesini artıyor ve pink floyd bir grup olarak kısa bir süre de olsa kendini gösteriyor. bu da albüm boyunca duyacağımız başka bir tarz. "maggie, neler oluyor bize?" diye bir sorgulama ile başlayan bu albümde bize neler olduğunu ilerleyen dakikalarda tartışıyoruz.

2. your possible pasts

albümün açılışını yapan şarkı gibi sakin ve sert iki çizgide gidip gelen bir eser. nakaratını oldukça güçlü buluyorum. roger waters da öyle düşünüyor olsa gerek ki pink floyd the wall filminde ana karakterimiz pink'in bu şarkının nakaratını okuduğunu görmüştük. şarkının geçmişe, geleceğe ve değişime dair sözleri the wall'a çok uymakta. hatta the final cut'ın genel havasından çok, the wall'u daha çok anımsatıyor. güzel bir david gilmour solosu da içermekte. buna rağmen benim bir türlü içime işleyemeyen bir şarkı olmuştur. belki sözlerini tam içselleştiremediğimden, belki fazla sade oluşundan, bilemiyorum.

3. one of the few

albümün kısa ama etkileyici şarkılarından biri. bu şarkıyı anlamak için the wall'a gitmek lazım. `another brick in the wall (part 2)`daki eğitime karşı başkaldırıyı herkes bilir ama asıl the happiest days of our lives öğretmenlerin öğrencileri nasıl belli bir şekle sokmak için gerektiğinde aşağıladıklarını anlatırken (ki the wall filminde öğretmen beyin derste sıkılıp money'nin sözlerini yazan pink ile nasıl dalga geçtiğini hatırlayalım) , evde şişman eşlerinin onları nasıl dövdüğünü anlatarak öğretmenlerle dalga geçer. bu şarkıda ise bu tarz öğretmenlerin aslında savaştan sağ salim dönen askerler olup, hayatlarını devam ettirebilmek için bu mesleği sevmeden yaptıklarını ve hınçlarını öğrencilerden çıkardığını dinleriz. the final cut için çekilen kısa filmde de the wall filmindeki öğretmenin günlük hayatında bir asker imgesinden kurtulamadığını ve bunun onu nasıl delirttiğini izleriz. şarkı bir dakikadan sadece biraz daha uzun olsa da daha büyük bir yapbozu tamamlayan bir parça gibi önemli. roger waters'ın tek başına üstlendiği müziği de sakin bir havada ilerlese de bestenin ve düzenlemenin etkileyici bir gerginliği var.

4. the hero's return

one of the few'den sonra gelen şarkı, teacher teacher adıyla bir öğrenci ve bir öğretmenin atışmasını anlatan bir şarkı olarak the wall'a dahil edilmek için kaydedilmiş bir eser. daha sonra waters sözleri değiştirse de one of the few'de başlattığı eğitim temasını devam ettirmiş. bu şarkıda öğretmen karakteri ile biraz daha empati yapıyoruz. ilk kıtada öğretmen, öğrencilerinin yaşındayken yaşadığı zorluklara değinirken, öğretmenin onların rahatını biraz kıskandığını hissediyoruz. bugün ise öğretmenin aklı hala dresden'i bombalayan savaş uçaklarında. hani another brick in the wall (part 2)'da öğrenciler bir ağızdan "sınıflarda karanlık sarkazm istemiyoruz" derler ya. bu şarkıda öğretmen, sarkazmının acı dolu anılarından doğduğunu söyleyerek şarkıyı doğrudan the wall'a bağlıyor. şarkının ikinci kıtası ise öğretmenin eşiyle iletişimsizliğini bize gösteriyor. yukarıda da dediğim gibi öğretmenin eşi, dominant ve sert bir kadın. öğretmen, paylaşmak istediği şeyleri ancak eşi uyurken ona söyleyebiliyor çünkü çift günlük hayatta artık iletişim kuramıyor. öğretmen, savaştan döndüğünde (yani the hero's return) herkes onları sevinç içinde karşılarken, ölen arkadaşlarının sesini duyduğunu anlatıyor. böylece hem sözel hem de müzikal olarak şarkı the gunner's dream'e bağlanıyor. bu şarkıya geçmeden şunları da söylemek lazım. şarkının sadece b-side olarak çıkmış ve albümde yer almayan bir part 2'su bulunmakta. bu part 2 sözlerinin bir kısmını orijinal "teacher teacher" demosundan almakta. burada da savaşta nasıl bir canavara döndüğünü ve bundan dolayı ne kadar hayal kırıklığına uğradığını anlatıyor. bir de kıtalarda david gilmour'un etkisiyle şarkı albümün genel ortalamasına göre daha sert kalıyor. hatta biraz müzikal olarak run like hell'i andırıyor. yine de sözlerin ve anlattığı konunun, müziğe göre çok daha ilerde olduğunu söyleyebiliriz. belki de söz olarak albümün en kilit şarkılarındayken beste olarak hiçbir zaman heyecan verici bulamadım.

5. the gunner's dream

müzikal olarak çok iyi bir şarkı duymak isteyenleri buraya alalım. michael kamen'in huzur dolu piyanosunun üstüne roger waters'ın hüzün dolu sesi ile anlattığı bir başka muazzam savaş hikayesi bu şarkı. öğretmenin arkadaşı olan bir asker, paraşütle aşağıya inerken öleceğini hissedip cenazesini düşünüyor. bu cenaze betimlemesi waters'ın kaleminin kariyeri boyunca en güçlü olduğu anlardan biri. kiliseden çıkarken çalınan çanlar arasında askerin annesinin beyaz saçlarının parlaması ve bando müzik çalarken akan gözyaşları beni ne zaman dinlesem bir garip yapmıştır. bu bölümde asker, bir hayali olduğunu söyleyip annesine bu hayale sıkı sıkıya sarılmasını söyler. bu hayali de ikinci kıtada dinliyoruz: kalacak bir yer, yeteri kadar yiyecek, gaziler güvenli bir şekilde sokağa çıkabiliyor, herkes endişeleri ve korkuları hakkında özgürce konuşabiliyor, kimse kaybolmuyor, hiçbir manyak uzaktan kumandalı bombalarla kimseyi havaya uçurmuyor, herkes kanuna uyuyor ve en önemlisi "no one kills the children anymore". şarkının sonunda da kahramanımız gerçekten ölüyor: "what's done is done". şarkının piyanosunun muazzamlığından bahsettim. ya peki waters "hold on to the dream" derken onun sesi ile bütünleşen ve daha sonra insanın içini titreten saksofon solosuna ne demeli? baker street şarkısının ikonik saksafon rifinin yaratıcısı raphael ravenscroft'un nefesine sağlık. saksofon bir askerin ölümü dendiğinde belki akla gelen ilk enstrüman değil ama bence şarkıdaki umudu çok iyi yansıtıyor. the final cut kısa filminde bu şarkı esnasında ölen askerin etkisinden kurtulamayan öğretmen karakterinin aklından bir süre kendini öldürmek geçse de silahının yanındaki guinness'i için hayatına devam etme kararı aldığını görüyoruz.

6. paranoid eyes

albümün ilk yüzü bu parça ile kapanıyor. bu şarkıda da the hero's return'de olduğu gibi savaştan dönen bir insanın (ya da spesifik olarak öğretmen karakterinin) normal hayatına dönmeye çalışıp, barda arkadaşlarıyla içki içerek kumar oynamasını anlatıyor. ancak yüzündeki gülümsemenin arkasında çok acı şeyler var. müzikal olarak yine oldukça sakin ilerleyen ve orkestranın desteğini alan bir eser bu. her ne kadar sanki bütün grup çalıyormuş gibi gelse de tüm gitarlar roger waters tarafından çalınmış, diğer enstrümanlar ise diğer stüdyo müzisyenleri tarafından kaydedilmiş. şarkının en iyi yaptığı şey, hayatın normal akışında devam ettiğini göstermek için arka plan seslerinin şarkıda oldukça uygun bir şekilde kullanılması. roger waters'ın dramatik performansı ile iyi bir kontrast oluşturuyor. onun dışında ise benim için albümde öne çıkan eserlerden biri değil. şarkı oi nidasıyla bitiyor ve bir sonraki gelen şarkıya bağlanıyor.

7. get your filthy hands off my desert

albümün ikinci yüzünü açan get your filthy hands off my desert bir başka mini şarkı. girişteki oldukça gerçekçi düşen uçak efekti ile öne çıkan şarkı müzikal olarak sadece kemanlardan oluşması ve eğlenceli melodisi ile albümdeki diğer şarkılardan daha farklı bir yerde. sözleriyle de ikinci dünya savaşı sonrası travmalardan bahseden ilk yüzden sonra artık 1980'lerde tekrardan savaş konusunun dünya gündemine gelmesine geçiş yapıyoruz. şarkı 1979'da leonid brezhnev önderliğindeki sovyetler'in afganistan'a girip, afganistan başbakanı hafizullah amin'i öldürmesine, 1982'de başbakan menachem begin önderliğinde israil'in lübnan'ı işgaline, aynı yıl arjantin başkanı general leopoldo galtieri'nin falkland adaları'na yaptığı çıkarmaya, en sonunda ise thatcher'ın emriyle ingiltere'nin arjantin'e ait general belgrano savaş gemisini batırıp, 323 kişiyi öldürdüğü harekata gönderme yapmakta. sonuç olarak bu kısa şarkı bize insanlığın tekrardan büyük bir savaş ile burun buruna olduğunu oldukça direkt bir biçimde gösteriyor. hem söz olarak, hem de şarkının sonundaki müzikal kısım olarak albümün açılışındaki the post war dream ile göbek bağı var. waters, tekrardan dillendirmese de "savaş sonrası düşü"ne ne olduğunu bir kez daha sorar gibi.

8. the fletcher memorial home

albümün en bilinen şarkısı olsa gerek. single olarak yayınlanmasa da pink floyd'un echoes adlı best of'una bu albümden giren tek şarkıydı. fletcher, roger waters'ın babasının göbek adı. şarkıda bir bireyin acılarına değinmek yerine, dünya liderlerine giydirmeyi seçmiş. şarkı oldukça duygusal olsa da sözlerini oldukça şakacı buluyorum. özetlersek şarkı, "iyileşmesi mümkün olmayan tiranlar ve krallar için" yapılan fletcher anı evine 80'lerdeki liderleri tıkıp, onların kendi kendilerini eğlendirmelerini ve egolarını tatmin etmelerini sağlamayı tavsiye ediyor. kim mi bunlar, abd başkanı ronald reagan, abd dışişleri bakanı alexander haig, israil başbakanı menachem begin, elbette margaret thatcher, krallık yanlısı kuzey irlandalı politikacı ian paisley, sscb başkanı leonid brezhnev ve komünist partisi, komünizm karşıtı abd'li senatör joseph mccarthy'nin hayaleti, eski abd başkanı richard nixon'ın anıları ve renk katması için birkaç isimsiz latin amerikalı diktatör. düzenleme olarak oldukça senfonik. michael kamen'in waters kadar şarkıya damga vurduğunu söylemek gerek. ve de ilginç bir şekilde gilmour da uzun bir aradan sonra kendini gösteriyor şarkıya oldukça etkileyici bir gitar solosu hediye etmiş. şarkının sonunda waters herkesi bir araya topladıktan sonra "şimdi nihai çözüm uygulanabilir" dediğinde ise tüylerim biraz diken diken oluyor çünkü 2. dünya savaşında nazilerin nihai çözüm olarak neyi kastettiğini biliyoruz. biraz tartışma yaratan bir mısra çünkü şiddetin çözümü şiddet midir? ne olursa olsun albümün havasına uygun olarak hafif şakalı bu şarkıyı son derece ciddi bir şekilde bitirmek bence çok vurucu.

9. southampton dock

bu etkileyici şarkıdan sonra gelen southampton dock yine roger waters'ı tek başına dinliyoruz. bu kısa şarkının ilk kısmı tamamen waters'ın akustik gitarıyla ilerlerken, ikinci kısmında yine orkestra devreye giriyor. şarkı, ikinci dünya savaşı'nda southampton'dan bir gemi ile savaşa giden askerleri uğurlayan kadınların yıllar sonra aynı iskeleden başka askerleri bu sefer falkland savaşına uğurlamalarını anlatıyor. şarkınun son sözleri, müziği ile beraber, bu şarkıyı the final cut'a bağlıyor. şarkının, albümün zayıf anlarından biri olduğunu düşünüyorum. hiçbir zaman açıp da bu şarkıyı dinleyeyim gibi bir düşüncem olmadı çünkü öne çıkan bir özelliği olduğunu düşünmüyorum. buna rağmen waters'ın solo kariyerinde bu albümden sıkça yorumladığı eserlerden biri bu şarkı.

10. the final cut

bu şarkı için ise aynı şeyleri söylemek zor. kanımca albümün en iyi şarkılarından biri bu. aslında müzik ve düzenleme olarak diğer şarkılardan pek bir farkı yok. david gilmour'dan yine muhteşem bir gitar solosu şarkının değerini öteki eserlere göre bir tık arttırsa da asıl waters'ın diğer şarkılara kıyasla çok daha can acıtıcı vokali ve sözleri bu şarkıyı zirveye çıkarıyor. şarkının en karakteristik özelliği herhalde ilk kıtanın sonunda kahramanımız bize bir şeyler söyleyecekken duyduğumuz bomba sesi nedeniyle ne dediğini duyamıyor oluşumuz. tabii ki albümü alanlar sözlere baktığında silah sesi ile gizlenen cümleyi görebilmekteler. kahramanımız burada "sana duvarın arkasında ne olduğunu anlatacağım" demekte. bu de yine the wall'a doğrudan bir gönderme. the wall'da kendi çevresine bir duvar ören karakterimiz, bu şarkıda da ulaşmak istediklerine ulaşamamakta. tabii bu silah sesi ile sansürleme bir tesadüf değil çünkü şarkının geri kalanında da kahramanımız içindeki karanlığı bizimle paylaşmaktan korktuğunu söylüyor. içindeki karanlık nedeniyle intihar etmek üzereyken telefon çalınca intihardan vazgeçiyor. bu telefon imgesi the wall'da da çok kullanılan bir imge. bu da iki albümü birleştiren bir başka detay. bu intiharı düşünüp, intihar edememe olayı yukarıda belirttiğim gibi kısa filmde de the gunner's dream kısmında yer almakta. ancak bu sarkı da kısa filmde yer almakta. bu bölümde genel olarak cinsel olarak metalaştırılan kadınlar ve bunun tam zıttı olarak sosyal olarak ayakta durmaya çalışan işçi, ebe, siyasetçi ya da sanatçı kadınlar var. bu kısmen şarkıdaki "yalnızlık içinde, dergilerdeki kadınlarla sevişen genç çocuk" betimlemesine bir gönderme olsa gerek. her yönü ile muhteşem bir şarkı.

11. not now john

albümün en aykırı şarkısı olsa gerek. bu kadar epik, görkemli, hisli ve içli şarkı ile kaplı albümde bir anda rock bir düzenleme duyuyoruz. müzik olarak young lust'ı andırmakta. en sonunda david gilmour'un sesi, kadın vokallerle desteklenmiş bir şekilde, kulaklarımıza ulaşıyor. şarkı uslüp olarak da diğer şarkılardan çok farklı. bir kere bir pink floyd şarkısı ilk kez "fuck" kelimesi ile açılıyor. işçilerin ağzından yazılan bu şarkı bu nedenle "politically incorrect" bir eser. şarkının sözleri (ve de the final cut kısa filmindeki klibi) japonları hedef almakta. bu da yine albümün ilk şarkısındaki japon muhabbetinin bir devamı. ingiliz işçisi "bu hilekar japonları yakalamamız lazım" diyerek thatcher döneminin üretim çılgınlığını ve ekonomik rekabeti anlatıyor. bu mesaj, sözlere işlendiği gibi şarkıya eklenen mekanik ses efektleri ile müzikal olarak da yansıtılmakta. klibinde de ingiliz işçilerinin tembelliklerine ve yolsuzluklarına odaklanılıyor. bu sırada tamamen işe odaklanmış çalışkan bir japon görüyoruz. bir de fabrikada dolaşan başka bir japon da ingilizlerin bu lakayıt tavırlarını gözlemleyip, kendi onuruna yediremiyor ki klibin sonunda intihar ediyor. şarkıda waters'ın söylediği kısımların direkt one of the few'den alındığını, şarkının sonundaki "hammer, hammer" kısmının da the wall'a yapılan bir başka gönderme olduğunu da belirtmek lazım. bence floyd standartlarına göre müzikal olarak çok güçlü değil, sözleri de biraz fazla şakacı. ancak the final cut gibi ağır bir albümde hem gilmour'u duyduğumuz hem de bir nebze farklı bir hava yarattığı için albümü baştan sona dinlerken sırası geldiğinde sevindiğim bir şarkı bu.

12. two suns in the sunset

albümü bu şarkı ile kapıyoruz. sözlerinin aksine oldukça huzurlu bir melodisi var. başındaki araba sesleri ile sanki tatlı bir araba yolculuğunda, püfür püfür esen rüzgar ile müzik dinliyoruz. halbuki kahramanımız araba ile ilerlerken gökte bir güneş daha doğuyor çünkü yaşadığı yerde bir atom bombası patlıyor. sadece bir kıta diğerlerinden daha sert ve bu kıta nükleer patlamanın şiddetini müzikal olarak bir miktar yansıtıyor. bu kıtadaki ölmek üzereyken "daddy, daddy" diyen küçük kızı da her zaman oldukça tüyler ürpertici bulmuşumdur. bu patlama sonrası müzik tekrardan baştaki huzurlu havaya dönüyor. çünkü herkes artık aynıdır ve herkes artık ölmüştür. yine de şarkının sonundaki piyanolu, saksofonlu enstrümantal bölüm biraz abartı geliyor. sonuçta kıyametten bahsediyoruz, bir caz bar moduna girmenin yeri değil. şarkının en önemli özelliklerinden biri remember a day ve mother 'dan sonra ilk bir şarkıda nick mason'ın davulda olmaması. onun yerine davulda andy newmark yer almış çünkü mason, şarkının biraz ters bir ritmde ilerleyen davul ritmini çalmakta zorlanmış. ayrıca "you have no recourse to the law anymore" sözleri ile "the gunner's dream" şarkısına, "finally i understand the feelings of the few" sözleri ile "one of the few"e gönderme yaparak, bu konsept albüm kapanıyor.

yıllar sonra bu albüm tekrardan yayınlandığında when the tigers broke free'nin bu albüme eklendiğini gördük. bu şarkı, sadece single olarak çıkıp, pink floyd the wall filminde yer alan 0 km bir pink floyd bestesiydi. şarkı daha sonra 2001 tarihli echoes best of'unda yer alarak daha büyük bir kitleye ulaşmış, sonra da bu albümün yeni basımına eklenmişti. when the tigers broke free, waters'ın babasının nasıl öldüğünü ve waters'ın bunu nasıl öğrendiğini direkt bir şekilde anlatan bir şarkı. aşırı kişisel bir eser. müzikal olarak üflemeleriyle ve korosu ile tam bir asker cenaze marşı gibi. sonlara doğru waters'ın vokal performansı insanın içine işliyor. neden bence birbirini tamamlayan "one of the few" ve "the hero's return"ün arasına yerleştirilmiş, onu bilemiyorum. bence albümün ikinci sırası daha yakışırdı.


pink floyd, bu albümü bir turne ile desteklemeyi hiç düşünmedi

niye desteklesindi ki? birçok şarkıyı waters tek başına, bir orkestra önünde söylemek zorunda kalacaktı. onun yerine üç grup elemanı da solo albümlerine yoğunlaşma kararı aldı. son üç pink floyd albümünü artistik olarak tek başına üstlenen ve the pros and cons of hitch hiking adlı solo albümü ilgi gören waters, pink floyd'un bittiğini düşününce işler karıştı çünkü gilmour ve mason'ın pink floyd olarak söyleyecekleri daha bitmemişti. waters, "bensiz pink floyd olmaz" diye dava açsa da gilmour ve mason, wright'ı da yanlarına alarak floyd'u ayakta tuttu. ancak hiçbir zaman the final cut'ın yüzüne bakılmadı. albümden hiçbir şarkı pink floyd olarak çalınmadı. bu şarkıların bir kısmına tabii ki de roger waters sahip çıktı ama o bile albümdeki bazı şarkıları hala konserlerinde söylemiş değil. belki de bu nedenle bu albüme pink floyd'un üvey evladı desek pek de yanılmış olmayız. yine de grubun en kötü albümü olmaktan uzak. roger waters'ı tanımak içinse ideal.

3/5 verdim gitti.

albümü en iyi anlatan şarkılar:

the hero's return, the gunner's dream, the fletcher memorial home

Tarkan'ın Come Closer Albümüyle Biten Yurtdışına Açılma Planları Neden Tutmadı?

Türk Rap Müziğe Damga Vuran Cartel'in Ortaya Çıkışı ve İlk Albümlerinin Öyküsü