Sinema Üzerinden Medya Eleştirisi Yapmış Birbirinden Etkileyici Filmler
tabir-i caizse kendi ayağına sıkan, medya eleştirisi yapmış filmleri ekledim.
-klişeleri yerle bir eden
-hollywood mutfağının içinden tüm pislikleri gösteren
-sektörü kendi içinden eleştiren
-yapması cesaret gerektiren
-gişe başarısı gibi derdi olmayan underrated
-medya, sinema ve sektör eleştirisi içeren
filmleri seçtim. listeden ziyade benzer türde filmleri sıralamaya çalıştım.
not: fight club çoğumuz için sorgulatan bir film olmuştur.
network
tanrı modunda kanal sahibini önce ses, sonra görüntü olarak varlığını kavrarız. dünyanın, sokakların suça karşı ilgisizliği üzerinden bir uyanış bekler spiker. istemese bile o da reyting aracıdır ve kanalı eleştirmediği sürece televizyonu, medyayı, duyarsız insanları eleştirebilir. zeitgeist´ te de karşımıza çıkan tirad´ı izleyiniz.
barton fink
bu film de benzer şekilde hollywood`u eleştiren başarılı bir kara filmdir. yazarın üretim zorlukları, mantıksız estetik özürlü yapımcılar sembolik bir dille anlatılır. cehennemi anımsatan otel odası, faşist bir generale dönüşen yapımcı bir film bu kadar kolay ortaya çıkmamalı eleştirisi yaptırır. üretimin imkansız olduğu kısa süreler, piyasa için saçma sapan film senaryoları ile başarılı bir filmdir. yaratıcı bir insanın kendisini nasıl zorlayıp da bir eser vermeye çalışırken alıcı kişininse aksine ne kadar sığ seylerden hoşlanabileceği görüşü resmen sinematik olarak gösterilmiştir. sanat eseri tadında müthiş bir film...
the player
bu film hollywood´u tekinsiz bir banliyö ortamıyla izleyiciye sunar. bir cinayet, senaristin "yıldız yok", "mutlu son yok" şartlarına rağmen nasıl klişe hale getirildiğini görüyoruz.
sunset blv.
bu filmde eski bir yıldızın psikolojisini nasıl yıprattığını görürüz. kaçınılmaz silah görülüyorsa patlar düsturu işler. cinayet, dedektifler ve femme fatale ile başarılı bir film-noirdir.
wag the dog
film, beyaz saray skandalını örtmek için medyanın nasıl kullanıldığını gözler önüne seriyor. 50 yıl öncesinde bile aptal kutusunda insana sunulanların nasıl kitleler tarafından sorgusuz sualsiz kabul edildiğini görüyoruz. quiz show ise günümüzde de gördüğümüz bilgi yarışmaklarında dönen entrikaları gözler önüne seriyor. seyircinin görmek istediği yarışmacı tipi, hayallerini süsleyen belki de kendiyle özleştirdiği yarışmacıya olan bağımlılığı görüyoruz o kadar ki itiraflara bile inanmakta zorlanan gözü boyanan bir kitle söz konusu.
they shoot horses don't they
bu filmde sektör bitmek bilmeyen bir dans pistiyle aktarılıyor. ödül için ölümüne dans eden insanlar, sinir bozan bir atmosfer.
mad city
paparazilerin reyting uğruna feda ettiği bir insanın hayatı üzerinden bir öz eleştiri yapıyor. olay gerçek ama skandallar her zaman daha çok sattığı için benzer gerçek olaylar hala yaşanıyor.
artist
nostalji sevgisini öne çıkartıp duygu sömürüsü ile oscar'a koşan bir film. artık çoğu film bu yöntemi kullanıyor. klasik müziğe saygı, caz müziğe saygı ya da eski yöntemlere saygı sanat ölürken 80´lere duyulan özlem retro aşkı olarak popüler kültürün bir yansıması olarak görülüyor. fotoğraf makinesi bulunduktan sonra ressamlar artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını savunmuşlardı, sonrasında ise siyah beyaz sessiz filmler çıktı zamanla sinemada aynı duygusal yaklaşımlar başladı (hatta picasso'nun kübik resimleri sinema sahnesi gibi tuvalde de üç boyutlu görünümün sergilenebileceği inancını taşır, yani bir bakıma sinemaya eleştiri içerir) . gelişimi kabul ediyorsanız değişimi de kabul etmek zorundasınız. filmde beğenmediğim nokta artıştın yaşamına fazla odaklanılıp, onun gibi düşünüp yeninin yıkıcılığından dem vurulmasıydı. (gerçi yer yer inatçılığını da eleştirmişler ya) ilk tekerleği yapıp gelişime olanak sağlıyorsanız bir öncekini yerini bir sonrakinin gelmesini de sindirmeniz gerekmektedir. yani kısacası bu ikiyüzlülüğü oscar alarak eleştiren bir film. tabi benim filmde görmek istediğim bu. tıkanmışlığı teknolojiye bağlayıp ihtiyarlar gibi sızlanan bu tür yapımların yanında görsel efektelerin sonuna kadar kullanıldığı filmler 1 sene sonra 13 dalda oscar alabilir.
truman show
panoptik yarışmaların doğasına bir gönderme truman sendromundan hareketle truman ile beraber büyüyen bir neslin kurtuluştan sonra "ben şimdi ne izleyeceğim ?" sorusu manidardır. küvette bile izlenilen truman aslında izleyicilerin kendi yansımasıdır. truman´ın sözleri hayallerini süsler ama onlar da sudan korkarak açılamazlar. televizyon onlar için oksijen kadar hayatıyken yönetmen herkes için tanrı modundadır.
synecdoche, new york
simülasyon bir dünyada film içinde film olarak ilerler. oyuncular ve gerçekler iç içedir. şehir bile bir setten ibarettir.
simone
sanal bir yıldızın insanı nasıl yanılttığını görürüz. yansıma birer gerçek olarak kabul görür. 39.90 de benzer olarak her şeyin satılık olduğunu savunur. ölürken gördüğümüz mutlu son bile bilinçaltımıza yansıyan bir tabela görüntüsünden fazlası değildir. amerikan rüyasını fransız ezgileriyle sunulurken deneysel bir filmdir.
natural born killers
nightcrawler
bu iki film, halkın şiddete olan bağını gözler önüne serer. seri katiller, vahşet görüntüleri parmak arasından izlediğimiz yasaklı ama çekici görüntülerdir. bu sahneleri sunan ve onları çeken arasındaki ilişkileri görürüz bu iki filmde.
the insider
yasaklı ama en çok satan, uyarı yazılarına rağmen vazgeçilmez reklam ürünü olan sigara hakkında gerçekleri yansıtır.
100 numaralı adam
en sevdiğim kemal sunal filmlerindendir. sadece televizyona çıkıp herkesin düzenbazlığını anlattığı sahne bile ikiyüzlülüğe gülen ama aldıkları ürün bozuk çıkınca kızan kitleye bir eleştiri içerir. halk kahramanını çıkartan onu dibe vurduran da izleyicidir. kolay kandırılır ama asla kendisine öz eleştiri getiremez teyzenin politikacıları kastederek ben sizin evladınızım diyen kim varsa kazık attı demesi aslında öz eleştiri içerir. yönetenleri, evimize giren ürünü bile kendinden diye seçen halk aslında bakkal, kasap tarafından sürekli kandırılır ve bu bir döngü içerir. bu zorbaları yaratan zaten kendileri olmuştur.