The Banshees of Inisherin, İnsana Dair Felsefi Açıdan Neler Anlatıyor?
the banshees of inisherin... 4 gün içinde 2 kere izledim. ilk izleyişimde içine düştüğüm o sisli, dumanlı hali çözebilmek için birkaç gün bekledim. kafam darmadağın oldu, düşüncelerim, varlığım birbirine dolandı. saatlerce yürürken filmi kafamın içinde evirip, çevirdim. colm ve pádraic arasında cereyan eden olayların, yani minimal, yerel, yerleşik ve mikro ölçekte var olan bunca küçük bir parçanın sıradanlığının, onu gösterme biçimindeki basitliğin beni neden bu kadar sarstığını düşündüm.
varoluşçu romanların asal eksenine dikkatli baktığınızda kahramanı harekete geçiren lokomotif yönelimin somut bir dışsal kırılma olmadığını görürsünüz. zaten kahramanın içinde var olan, kahramanın içinde var olduğu gerçekliğin kırılmasını yaşadığı o uğursuz (ya da uğurlu) an, o epifani anı gelir çatar ve karakter de dahil etraftakilerin de tam olarak anlam veremediği bir sorgulama ve ( hatta bazen çok somut olmayan) bazı olaylar baş gösterir. buradan sonraki durum genel manada yapıtlarda ne aradığımızla ilgilidir zaten. sevdiğimiz şeylerin deneyimlerimize, dünya görüşümüze, aldığımız pozisyon ve hallere çarpması gerekir çokluk. ya da içimize çoktan tünemiş ama onu harekete geçiren itkiyi, dürtüyü, ona yön verecek önseziyi, çağrıyı, bilgiyi, izahı, buluşmayı, kavuşmayı arayan halimize denk gelmesi gerekir. bazı anlamlar çok geç bulunur bazılarının aksine. işte çağının en önemli oyun ve senaryo yazarlarından biri olan martin mcdonagh böyle bir dürtünün, böyle bir krizin izlerini ararken yine insana dair mikro bir durumu makro bir merceğe yatırıyor ve canına okuyor. hem nasıl okumak!
arka plana yerleştirdiği irlanda iç savaşı ve ona koşut ilerleyen dostluğun anlamsızca (!) bittiği düşüncesini ustaca kurguluyor. ölümlerin, zulmün, anlamı olmayan tarafgirliğin, tam olarak neye hizmet ettiği bilinmeyen bir taraf olma halinin dünyasına kapıyı aralarken buradan doğan bir düşmanlığın doğasına eğilme ihtiyacı hissediyor. her türden savaşımın, karşıtlığın, ikiliğin, düşmanlığın dayandırıldığı somut nedenlerin, sözde haklılığın toprağına serpiyor dramatik tohumlarını. dünyanın bütün hallerini eşeliyor bir bakıma o küçücük adadan, küçücük insanların hikayesinden.
dostluklar neden biter? insanlar neden düşman olur?
soruları fazlaca üstte duran ve zaten kendini her türlü açıklıkla izaha girişen bir yer kaplıyor metinde ama mcdonagh her zamanki üstün yetenekleriyle derinlerde, dehlizlerde, karanlıklarda ve özde yatan muammanın peşine düşüyor esasen. colm'un içine düştüğü buhranın bir yaratma kaygısıyla eşleşmesi tesadüfi değil. sadece bir krizin tetiklenmesi değil. tüm yaşama, evrene, kozmosa bakarken teropötik, varoluşsal açıdan kaybedilen odağın ve yeniden bulunan ya da bulunması artık elzem olan anlamın bunalımına, tiksintisine bakıyor. küçük gibi görünen bir karşı çıkışın, bir yön değişiminin, toplumsal mutabakatın, anlaşmazlığın altında yatan belki de antropolojik kaygı ya da mirası eşelerken tum bunlara eşlik eden halin aslında birinden soğumak, artık ondan hoşlanmamak kadar basit bir gerçekle eşleşemeyeceğini biliyor yazar ve yönetmenimiz. bilincinin eşiğinde ince bir sızı gibi durmadan sızlayan, ağlayan, onu kendini dinlemeye de mecbur kılan çağrı ve rahatsızlığın peşine düşerek böylesine dokunaklı, böylesine incelikli bir iş çıkarması boşuna değil.
bilmenin, bilememenin, var olmanın, olamamanın, anlamın, anlamsızlığın kapısını böylesine kendine has bir üslupla çalındığına epeydir şahit olmamıştım ben. tüm o varoluşçu karakterler gibi anlamını henüz çözemediği bir çağrıya kulak veren ve bastırmadığı itkisiyle yaşamın ucuna (en azından kendi yaşamının ucuna) yolculuk etme zaruriyetine (er ya da geç) teslim olan bir karakterin şahitliğini yaparken hikayesinin sınırlarını genişletmekten, o bilincin toprağına kök salmaktan, acı çekmekten, çekilen acıyı anlamaya çalışmaktan ve bu cüretten hiç vazgeçmiyor yönetmen.
"sanatta terapötik olan da budur: mana, amaçsızlık, sınırsızlık. neredeyse en başından beri hiçbir amaç olmadığının farkındaydım. hiçbir zaman bütünü kuşatmayı ummadım, ancak her bir bağımsız parçaya, her çalışmaya bir bütün hissi vermeye çalıştım, çünkü hayatın içinde hep daha derine kazdıkça kazıyorum, geçmiş ve gelecek içerisinde hep daha derine kazdıkça kazıyorum. bu sonsuz kazıyla birlikte, dinin ya da inancın sunabileceğinden çok daha büyük bir kesinlik gelişiyor. bir yazar olarak yazgıma daha umursamaz yaklaşıyor, bir birey olarak da kaderimden daha çok emin oluyorum" demiş bir yerlerde henry miller tıpkı colm'u pádraic'ten ayrı koyan, tümüyle ayıran ve o keskin sınırı yaratan içkin uyanışını izaha giriştiği gibi. ardında bir şey bırakmanın, gerçek ve büyük bir şey bırakmanın kaygısıyla ama yine de bunda tam manasıyla bir haklılık ya da gerekçe bulamayıp kendi yangınında kavrulmanın yalnızlığıyla.
insanın gölgesine, özüne, anlamına, belirsiz var oluş acısına çarpmasını ama yine de bazı şeyleri anlayamamasını izah ediyor belki de tüm bunlar. adamların, kıyılara inen, karşı kıyıları izleyen ve belki kısıldıkları yerlerden başka yerlere, karalara gitmek isteyip gidemeyen adamların acısını, evlere, adalara, barlara sıkışan, oldukları halden kurtulamayan, içlerindeki yangının mecazını yanan evlerin içinde oturarak, sigaralarını tüttürerek sürdüren, yanmayı yaşamın bir parçası haline getiren ama yine yaşamanın üstesinden gelemeyen adamların hikayesine bakıyor the banshees of inisherin. eğildiği bu gerçeğini bilincini öyle üzücü bir gerçeklikle kurcalıyor ki kötülüğün, iyiliğin, acının, intikamın, savaşın, dostluğun, sevginin bütün anlamları birbirine karışıyor. öyle bir dolanıyor ki tüm anlamlar birbirlerine; bir eşşeğin ölümüyle bir vatandaşın asılması arasında nitelik ve nicelik olarak hiçbir fark kalmıyor. tanrı hiçbirini umursamıyor çünkü. her şeyi yaratan tanrının şımarık kulları iyiliklerini de kötülüklerini de, görünür ve görünmez kıldıkları tüm günah ve acılarını da nasıl olsa ona hasredebiliyor. her şeyin ölümü ya da varlığı aynı gerçeğe açılıyor. tüm anlam, anlamsızlık, budalalık ve aynı kapıya çıkıyor. bir sözcük, bir itham, bir hal ve kavram bir gün başka bir şeyi temsil edip, başka bir anlamı muhafaza ederken bir gün, hiç sebepsiz bir gün başka bir anlama çıkabiliyor.
denize, kıyılara inip öte kıyıları, karaları izleyen insanların çektiği belirsiz! acı ve özlemle yarattıkları adaların, biricikliğin, oralardan doğan kimsesizliklerin, temas kurma ihtiyacının finali yine yanan evlerin içinde ağlayan maskelere, hep 2'yi vuran saatlere, susmayan bir gramofona ve sandalyelerinde oturarak, gözlerini boşluğa dikip sigara içen adamlara çıkıyor. içlerindeki iyi, zeki, şefkatli kadınları kaçıran, ölüm perilerini ve onların çığlıklarını atalarından kalan zul bir miras gibi durmadan huzur çağıran, savaşımlarını hiç bitirmeyen ve bu davaya sonuna kadar inan alıklıklarıyla yine de büyük bir şeyin, anlamın, sezginin peşinde olduklarını düşündükleri yalnızlıkları, zavallılıklarıyla yine de barışmayan adamların cehennemine.
atların, eşeklerin, köpeklerin dostluğuna sığınarak, tüm sığınaklarını yakan, ötekini onu duyduğu gibi duyamayacağı gerçeğine bir türlü aşina olmayan, ama ötekiliğin de nihayetinde bizi kendimizle , karanlığımızla karşılaştırabileceğini de bilen adamların ve bir dünyanın acısına bakan, anlama, anlamsızlığa, boşluğa, uçuruma daha da dikkatle bakan ve onun için yas hem dilek tutan bu hali acımasız güzelliğiyle sonuna kadar koruyan, bir taraftan canına okuyan, can yakan katıksız, safiyane bir başyapıt the banshees of inisherin. melankolyasını ve mizahını tuttuğu dengede dünyanın terazisini de sarsıyor süresi boyunca tereddütsüz bir şekilde.
benim için onca hayal kırıklığından sonra senenin açık ara en iyisi. martin mcdonagh lütfen ve lütfen bizi böyle şaheserler için bir daha bu kadar çok bekletme.