The Crown Dizisini İlk İki Sezon İtibarıyla Başarıya Ulaştıran Şeyler
normalde kraliyet ailesine gösterilen ilgi bana anlamsız gelir. kim kiminle evlenmiş, kim nerenin düküymüş, kraliçe kimin kiminle evlenmesine izin verecekmiş umurumda olmaz. kraliyet düğünlerine gösterilen ilgiyi de saçma bulurum. ancak dünyada iyi bir drama kadar sevdiğim çok az şey var. bu yüzden dizinin iyi çıkma ihtimalini göz ardı edemedim ve izlemeye karar verdim. diziye başlarken de en azından jared harris var, baktım işler magazine, skandallara dönmeye başlıyor, altıncı george ölünce diziyi bırakırım diye düşündüm.
ancak ilk bölümü bitirdikten sonra anladım ki dizi su gibi akıp gidecek. çünkü karşımda çok iyi tasarlanmış ve uygulanmış şahane bir dizi var. şimdi dizi ilk iki sezonunda ne yapmış da benim gibi konuya tamamen antipati ile yaklaşan birini bile kendisine hayran bırakmış birlikte bakalım.
Uyarı: Buradan sonrası spoiler içerir.
dizide öncelikle ortamı ve kraliyetin nasıl işlediğini anlatıyorlar
gerçek hayatta ikinci elizabeth, güçlü ve etkili bir insan gibi görünmesine rağmen dizide tekrar tekrar anlatıldığı üzere aslında yasal bir yetkisi yok. sadece sembol olarak yaşıyor ve bu durum üzerinde çok fazla baskı yaratıyor. çünkü içeriden bakmaya başladığınızda anlıyorsunuz ki "kraliyet" gerçek bir şey değil. bir takım adetler, ritüeller ve insanların yarattığı debdebe ile ayakta duran, bütün halkın inandığı bir illüzyon.
burada ingiltere halkını bu illüzyona inandığı için yargılamıyor dizi. çünkü ortada yargılanacak bir konu yok. bir şekilde insanlar anlaşmış, aralarından bir aileyi seçmiş ve onlara "siz her daim güçlü ve insanüstü duracaksınız. bu sizin sorumluluğunuz. biz de size bakıp güç alacağız." demiş gibi bir durum söz konusu. bunu da bir ingilizden başka biri anlayamaz sanırım. ancak dizi izleyicisini dışlamıyor ve bu konuyu ikinci sezon dördüncü bölümde geçen bir konuşmayla açıklıyor. hatırlarsanız bu bölümde margaret doğum günü için bir fotoğraf çekimine katılıyordu. burada kendisi daha gerçek bir fotoğraf istemesine rağmen queen mother ve yıllardır kraliyet ailesinin fotoğraflarını çeken adam, insanların zaten gerçek hayatı yaşadığını bundan kurtulmak için de kraliyet ailesine baktıklarını söylüyor. ki bu konuda çok haklı aslında.
mesela süveyş krizi sonrasında ingiltere ekonomik bunalım yaşadığında ülkede konuşulan en önemli konulardan biri kraliçe elizabeth ve eşi phillip'in ilişki durumu oluyor. bu da insanların dertlerini bir nebze unutmasını sağlıyor. bu çok sağlıklı bir yöntem mi? değil. ancak en azından dizi içerisinde (gerçek hayatta değil) sistemin ingiltere'deki gerekliliğini size haklı çıkarmayı başarıyor. ki dediğim gibi bunu yapmazsa zaten dizinin temelini atamaz.
dizinin yaptığı ikinci önemli şeyse baş karakterleri olan phillip ve elizabeth'i çok yönlü bir şekilde anlatması
önce elizabeth'ten başlayalım. gerçek hayatta elizabeth hep sert, soğuk, otoriter, hatta şeytan olarak lanse edildi. gerçekten de öyle bir insandır belki bunu bilmiyoruz ancak bir drama yapıyorsanız ana karakterinizi böyle anlatamazsınız. karakter walter white gibi psikopat bir karakter olsa bile bir şekilde bu karakteri insanlara sevdirmeniz gerekir. bu dizi de bunu başarıyor.
yöntem ise şöyle; öncelikle monarşinin ingiltere'de nasıl işlediğini anlatıyorlar demiştim. elizabeth'in herhangi bir gücü olmadığı için onu genelde köşeye sıkışmış, baskı altında, ülkesi için iyi şeyler yapmaya çalışan ancak sürekli eleştirilen, üzerine gidilen bir insan olarak göstermişler. bunu da tabi işi duygu sömürüsüne vardırmadan yapmışlar yoksa dizi böyle de izlenmezdi. işi duygu sömürüsüne vardırmamak için de elizabeth'in insani yönlerini öne çıkarmışlar. mesela elizabeth her ne kadar insanlara mesafeli durmaya çalışsa da yeri geliyor kendisinden çok parlayan insanları kıskanıyor. bu gibi dokunuşlar claire foy'un oyunculuğuyla birleşince çok yönlü bir karakter yaratılmış oluyor.
burada oyunculuk ile birlikte önemli olan şey insanların bağ kuracağı bir karakter yaratabilmek. çünkü elizabeth çekingen bir insan ve kraliçe olmak istemiyor aslında. ayrıca kendisine sürekli yalan söyleniyor ya da etrafındaki insanlardan daha yetersiz olduğunu tekrar tekrar görüyor. bu gibi kötü durumlar da karşımızdaki kişinin aslında normal bir insan olduğunu hatırlatıyor bize. bu nedenle onunla da bağ kuruyoruz dizi boyunca.
lilibeth'i sevmemizin bir diğer nedeni de karakter gelişimini çok güzel anlatmaları. dünyadaki hemen herkes yenilen bir insanın kazandığını görmeyi ister. bu insanlık psikolojisinin temel kurallarından biri neredeyse. bu yüzden önceleri tutuk, kafası karışık, çekingen lilibeth'in kendisine yalan söyleyen churchill'i azarladığı sahne kişilerden ve ortamdan bağımsız olarak bir mutluluk veriyor izleyiciye. çünkü bizim kızımız kazanıyor gibi hissediyoruz. ayrıca başından beri onun tarafında olduğumuz için de izleyicinin bağlılığı kuvvetleniyor burada.
bir de phillip'e bakalım
prens phillip okuduğum birkaç şeye göre gerçek hayatta baya antipatik bir insan. gittiği yerlerde kırdığı potlar ya da yaptığı yersiz espriler baya olay olmuş zamanında. ayrıca kraliçeyi aldattığına dair de pek çok söylenti var. bu yüzden bu karakteri sevdirmek çok daha zor çünkü sevdiğimiz bir diğer karakterle çatışma içerisinde kendisi. ancak burada da özenli bir çalışmayla bu işi kurtarmışlar.
bu karakter için öncelikli yaptıkları şey ona patavatsızlık değil şahane bir mizah anlayışı eklemeleri. mesela elizabeth'e, tommy'i ziyaret etmesini söylerken "çay içmeye git istersen ya da insan kanı. o canavar ne içiyorsa artık." demesi bunun göstergesi. ki bu yorumu duyduktan sonra bir daha tommy'e sırıtmadan bakamadım çünkü aklıma sürekli bu nokta atışı ve iğneleyici tespit geldi.
bu iğnelemeleri de sıkça yapıyor phillip. normalde bir karakter için bu can sıkıcı hale gelebilir. bkz: margaret ancak phillip'in neden böyle olduğunu biliyoruz biz. dünyanın en ünlü kadınının yanında durmak kolay bir iş değil. çünkü ailede sözünüzün geçmesini bırakın en ufak şeylerde bile seçme şansı yok. abartı bir örnek vereyim. mesela çocuklarıyla bir yere gitmek istese "george act'in yüz beşinci maddesinin beşinci fıkrasına göre kraliyet üyeleri cumartesi günleri yağmurlu havada kırmızı şemsiye ile gezerler. ama kırmızı şemsiye aynı zamanda boulonge kuşatmasını temsil ettiği için fransızlar alınabilir. o yüzden dışarı çıkamazsınız his royal highness" gibi garip şeylerle karşılaşıyor kendisi.
bu durumu en başta biliyordu orası kabul. başka birisi de bu duruma uyum sağlayabilirdi ancak phillip böyle biri değil. o hayatı yaşamayı seven özgür bir insan. bu yüzden karakterin gelişimini ve temelini çok iyi anlattıkları için yaşadığı sıkıntıları da anlayışla karşılıyorsunuz diziyi izlerken.
bir karakteri sevdirmenin en iyi yolu tabi ki onun karşısına düşmanlar koymaktır. bu konuda da dizinin eksiği yok çünkü konumu itibariyle elizabeth'in yüzlerce düşmanı var. ancak yüzlerce düşmanı anlatmak yine drama kurallarıyla ters düşeceği için öne çıkan iki kişi belirlemişler burada. bunlardan birincisi tahtı bırakıp giden sekizinci edward. buradaki yazımda karakteri tek bir yönüyle göstermedikleri için başarılı olmuşlar. mesela bu adam aslında baya saygı duyulası gibi görünüyor en başta. çünkü sevdiği kadın için tahtı bırakıp gitmiş. bu çok büyük bir olay.
önceleri lilibeth ve buckingham için yaptığı sert yorumları anlayışla karşılıyorsunuz. çünkü yaptığı tercih nedeniyle aileden dışlanmış bu adam. ülkesine bile izinle girebiliyor. ancak kendisini tanıdıkça fikriniz değişiyor. önce aileden nefret etmesine rağmen onların sayesinde rahat bir hayat sürdüğünü öğreniyorsunuz. ki bu çok ikiyüzlü bir davranış. bundan sonra ülkeyi savaşın eşiğindeyken bırakıp gittiğini ve tüm yükü bu iş için hiç uygun olmayan (bkz: the king's speech) kardeşine yıktığını öğreniyoruz. ki bu da ne kadar bencil bir insan olduğunu gösteriyor bize. ki bunlar bile "insan"lık içinde anlaşılabilir şeyler. bazı insanlar bencil, bazı insanlar yalancıdır çünkü. herkesten her durumda erdemli davranmasını bekleyemezsiniz. ancak en sonunda bu karakterin tahtı tekrar ele geçirmek için hainlik yaptığını öğreniyorsunuz. böylece düşmana karşı tutumunuzu yavaş yavaş sertleştiriyor dizi. düşmandan nefret ederken de lilibeth'in onu affetme çabası sizi ana karaktere daha çok bağlıyor.
düşman kategorisindeki ikinci kişi aslında daha çok bir çatışma unsuru olarak dizide yer alıyor
o da tahmin ettiğiniz üzere prenses margaret. aslında margaret yanlış yazılsaydı gerçekten de lilibeth'i gölgede bırakabilirdi. çünkü asi ve eğlenceli görünüyor dışarıdan bakınca. ancak karakteri incelediğinizde bu özelliklerin hiçbirinin kendisinde bulunmadığını görüyorsunuz. öncelikle bu karakter bağımsız bir insan imajı çiziyor ancak kendi söylediklerinden öğreniyoruz ki hayatının temel motivasyonu kendisini kraliçe olan kardeşiyle kıyaslamak ve onu geçmek. daha sonra saraya ve o gösterişe karşı olduğunu sanıyoruz. ancak bunun da gerçek olmadığı çok geçmeden anlaşılıyor. çünkü margaret'a, peter ile ilişkisi nedeniyle tüm bunları arkasında bırakma şansı veriliyor. ancak o bunu kullanmıyor çünkü o da amcası gibi ikiyüzlü bir karakter. herkes ile eşitmiş gibi davranıp insanlara tepeden bakmak, saraydan nefret ediyormuş gibi yapıp tüm ayrıcalıklardan faydalanmak gibi şeyler hep buna işaret ediyor. yani tüm o asiliğin altında aslında kedinin ulaşamadığı ciğere mundar demesi durumu var. peki elizabeth ile nasıl bir çatışma oluşturuyor? öncelikle senaryo size sevilebilir olma ihtimali olan bir karakter sunuyor. siz ona yaklaşmaya başlarken de sürekli bu karakterin altını oyuyor. siz de ondan irite oldukça, daha sakin, daha ağır oturaklı lilibeth'e bağlanıyorsunuz haliyle.
Spoiler'ın sonu.
sonuç olarak
iyi yazım ile başlayan süreç, iyi görüntü, iyi yan karakterler, iyi oyuncular ile birleşince çok iyi bir drama çıkmış ortaya. dizi bununla da kalmamış yakın dönemde yaşanan tarihi olaylara da yer vermiş. her ne kadar elizabeth'in bakış açısıyla gördüğümüz için bu tür olayların derinine inilmese de yine de geniş bir periyotta yaşanan olayları hatırlatması açısından önemli bir iş başarmış.
bugün ise (17.11.2019) dizinin yeni sezonu yayınlandı. ben zaten yazıdan anladığınız üzere dizideki elizabeth'e ve claire foy'a bayıldım. phillip'i canlandıran matt smith'i de doctor who zamanından beri severim zaten. bu yüzden dizinin bu hamlesini hayli cesur bir o kadar da riskli buldum. çünkü lilibeth elimizde büyümüş gibi oldu. her anına eşlik edip yavaş yavaş bağlandık kendisine. bu yüzden cast değişikliği seyircileri ne kadar etkileyecek bilmiyorum. olivia colman iyi bir oyuncu. ancak elizabeth karakteri olarak bir bağımız yok kendisiyle. her ne kadar "claire foy'un mimiklerine kadar çalıştım." dese de bence dizi o inşa mekanizmasını sıfırdan başlatmalı yeni oyuncular ile. eğer seyirciyi cepte bilirlerse yüz binlerce sebepten ötürü yeni cast beğenilmeyebilir.
bu yüzden açıkçası ben ön yargılıyım biraz bu sezona. eğer magazin ve skandal üzerinden yürümeye çalışırlarsa bana göre çok kötü bir sezon gelir. ancak dizinin önceki iki sezonu bir şekilde beni bağlamayı başardıysa burada da aynı şeyi yapabilir sanki. bakalım görelim.