TELEVİZYON 25 Kasım 2020
22b OKUNMA     651 PAYLAŞIM

The Crown Dizisinin 4. Sezonunun Bölüm Bölüm Analizi

İngiliz kraliyet ailesini odağına alan The Crown'ın 4. sezonunun tüm bölümleriyle incelemesi.

4. sezonu bitirip üzerine birkaç da uyku çektikten sonra bu sezonun kendimce bir analizini yapmak istedim. işin spoiler kısmına geçmeden önce şunu belirtmek isterim ki tldr diyenler, izledikleri her bölümün arkasından sadece o bölüme ait yorumuma bakabilsinler diye episodeları ayrı ayrı yazacağım. yine şunu söyleyebilirim ki halkla oldukça iç içe ve 80'ler ingiltere'sini gözlemleyebildiğimiz bir sezon oldu. ancak devrin ve tabii etkili bazı karakterlerin değişmesiyle maalesef karakter derinliği konusundaki kalitesini dizinin genel tutumuna göre biraz zayıf buldum. söz konusu karakterlerin daha net anlaşılabilmesi açısından mutlaka yine netflix'te mevcut olan the royal house of windsor, diana in her own words, story of diana ve meryl streep'in nefes kesen oyunculuğu görebileceğimiz the iron lady filmlerinin izlenmesini tavsiye ederim.

bölüm analizlerine gelecek olursak,

Uyarı: Spoiler içerir.


se04e01 - gold stick

bölümümüz genel olarak ira eylemlerinin ülkede yarattığı huzursuz hava, yeni başbakan margaret thatcher'ın saray eşrafıyla ilk tanışması ve uncle mountbatten'ın uğramış olduğu suikast üçgeninde geçiyor. bu bölümün en önemli iki noktası bana kalırsa margaret thatcher'ın ilk ziyaretinde sergilemiş olduğu şovenist hava ve charles'ın aşk hayatının irdelendiği sahnelerdi. gillian anderson'ı her ne kadar beğensem de margaret thatcher rolünde aşırı karikatürize bir hava bulduğumu eklemeliyim. sanki meryl streep'in performansının çok fazla etkisinde kalıp baskı altında hissetmiş ve inanmadığı bir karakterin içini çok fazla doldurmaya çalışmış gibiydi. yazılan repliklere diyecek gerçekten bir şeyim yok, thatcher'ın oedipus kompleksi ve faşizmin sınırlarında gezen acımasızlığı sanıyorum herkesçe bilinen bir şey. charles'ın aşk hayatına gelecek olursak, camilla konusunda gördüğü baskı hiç umrunda değilken, suikaste kurban giden büyük amcasının son mektubunu teslim alıp âdeta vasiyet gibi "düzgün ve geçmişi olmayan bir genç kız bul, yoksa vazifene de monarşiye de ihanet etmiş olacaksın" tarzı cümleleri okuyunca, diana konusunda ne kadar taklaya geldiğini bir kez daha anlamak mümkün. keza ailenin hanımlarının yanılmıyorsam bir çay sohbetine malzeme ettikleri başarısız evlenilecek kız bulma girişimleri de üzerindeki baskıyı gözler önüne seriyor. kendisi için bir iki buluşmadan sonra basına "charles ile evlenmem, veliaht prens de olsa çöpçü de olsa fark etmez" diye demeç verip rezil eden sarah spencer (diana'nın ablası) da bu girişimlere dahil. sonuç olarak dizinin pik noktası tabii ki charles'ın sarah ile vakit geçirmek için gittiği spencer malikanesinde, sarah'nın hazırlanıp aşağı inmesini beklerken girdiği dev saksı bitkileriyle dolu bir salonda diana spencer (müstakbel lady di) ile tanışması idi. diana'yı peri masallarına inanacak kadar genç 17-18 gibi bir yaşta, tek gayesi dünya gözüyle gerçek bir prens görebilmek olan, orman perisi kostümüyle o salonda naif naif dolanan bir genç kız olarak görüyoruz. charles'la bir ağacın arkasından fısır fısır konuşarak tanışıyor ve kendisiyle tanıştığını ablasına söylememesini sıkı sıkı tembihliyor. ilerleyen zaman içerisinde sarah yukarıda bahsettiğim demecini yapacak ve yeni bir aşka yelken açacak tabii ki, sarah ile veya başka biriyle anlaşabilse tabii ki charles'ın aklına gelmeyecekti diana.

se04e02 - the balmoral test

bu bölüm hakkında destanlar yazılacak bir bölüm, lakin ki yukarıda çok severek okuduğum badim isolde hanımefendi çok güzel bir analizini yapmış (bkz: #115647111). onu tekrar etmiş olmayı istemiyorum, o kısmı biraz daha yüzeysel geçeceğim. benim en çok güldüğüm bölümlerden biri oldu ilk yarısıyla. thatcher gibi ölümüne muhafazakâr ve gelenekçi görünen bir kadının balmoral'da bir av partisine davet edilip tam bir görgüsüz zevzek yerine koyulması ne yalan söyleyeyim beni çok eğlendirdi. doğru giyinmeyi de yürümeyi de beceremedin, bari avda parfüm kokmamayı becerseydin be kadın ajdhdk monarşi ile bir haftasonu geçireceği beklentisiyle öyle bir valiz hazırlamış ki, bölümdeki her kostümü "ben buraya ait değilim" diye bağırıyordu. orada bir kırılma yaşadı ve eşiyle diyaloglarında da çok net gördük bunu. çalışan sınıfın yeterince kendini geliştirir ve gece gündüz eşşşek gibi çalışırsa sınıf atlayacağına üstinsan falan olacağına olan sarsılmaz inancı bir gün içinde yıkılıp toza döndü. sakın yanlış anlamayın, aristokrasinin aile kanıdan geçtiği gibi sapkın bir inanca ben de sahip değilim. ama sadece ve sadece çalışarak veya bir takım başarılar kazanarak da bu sınıf düzeninin yıkılamayacağı, aradaki perdelerin kalkmayacağı apaçık. ya aristokrasinin tamamen ortadan kaldırılması gerekiyor, ya da çok iyi etüt edilip bütün insanların standartlarının eşit olacak şekilde yükseltilmesi. heyhat, ikisi de çok mümkün olamıyor. diana gibi ortada duran ve her iki kesime de bukalemunsal bir uyum sağlayabilen biri elbette thatcher'dan çok daha başarılı oluyor balmoral testinde. yukarıda da değindiğim gibi isolde şahane analiz etmiş, müstakbel kayınpederiyle gittiği geyik avında gösterdiği başarı, diana'nın aile tarafından avlanmasıyla sonuçlanıyor. diana in her own words belgeselinde de kendisinden kurbanlık bir koyun olarak bahsediyordu zaten.

se04e03 - fairytale

bölüm başında okuduğumuz disclaimer aslında ne kadar karanlık bir bölüm izleyeceğimizin bir habercisi. bölüme verilen peri masalı ismi tamamen bir ironi. bu bölümde charles, diana'ya evlenme teklif ediyor. diz çökme, yüzük, şu bu herhangi bir jest yok, tamamen görev icabı evlenme teklif ediyor. daha birkaç kez buluşmuşlar, asla yalnız kalmamış, birbirlerine bir çift sevgi sözcüğü etmemişler. bu teklifin akabinde diana'nın kendi dairesinde ev arkadaşlarıyla heyecanını ve mutluluğunu görüyoruz, bambaşka kafalarda haliyle. hep hayalini kurduğu, bir zamanlar babasına söylediği "ben çok önemli biriyle evleneceğim, westminster abbey'den aşağısını düğün yeri olarak kabul etmem" gibi kehanetleri nihayet gerçekleşiyor.

bu noktada şunu ciddi ciddi söylemek isterim, diana henüz 19 yaşında bir çocuk; evet ama maalesef görüyoruz ki kafasına peri masalları ve önemli biriyle evlenme ideaları sarılmış bir çocuk. bir kreşte öğretmen yardımcılığı yapıyor, işini de çok seviyor ama daha yukarısını okuyup öğretmen olmayı ya da ne bileyim ciddi bir kariyer sahibi olmayı hiç düşünmemiş. hayırlı bir kısmet olduğu için belki de buna gerek duymamış. hakkında bütün medyayı izlemiş biri olarak, kreşteki bu işi de tamamen annelik ve eşlik vazifelerine hazırlık olsun diye yaptığı izlenimindeyim. hayali salt çok çok önemli biriyle evlenmek olmasaydı, bunun yerine seçebileceği herhangi bir meslek ve misyonda çok çok başarılı olabilirdi. keşke doktor olup sınır tanımayan doktorlar hareketine katılsaydı misal, belki çok mutlu ve uzun bir hayatı olurdu. prenses ve peri masalı mitleriyle büyüyen her küçük kız beni biraz endişelendiriyor. kızım olsa bu masalları elinden almazdım belki ama kesinlikle lady di ile ilgili her şeyi ona da izletir ve üzerine sohbetler ederdim. hayalgücü başka bir şey, simülasyonlar bambaşka. her neyse bu konuyu kapatıp bölümün birkaç kilit noktasını daha yazacağım.

bu bölümde teklif ve nişandan sonra yapayalnız bir diana görüyoruz. müstakbel kocası bir keresinde elini beline atıp "biraz yağlandın mı sen?" diye öküzce takıldıktan sonra, o yalnızlığın ve üzerindeki baskının da etkisiyle diana canı sıkıldıkça yiyor ve kusma nöbetleri (bulimia) geçirmeye başlıyor. yine bölümün diğer önemli olayları, nişanlarını basına açıkladıklarında charles'ın kurduğu "aşk da her ne demekse işte" tarzı küçümseyici cümle, charles şehirdışı görevindeyken diana'nın bulduğu charles&camilla işlemeli bilezik tasarımı ve camilla'dan gelen mektup üzerine onunla tanışıp yüzleşmesi idi. her ne kadar diana'nın ideallerini eleştiriyor da olsam charles'ın onu camilla ile tanışmaya itmesi ve camilla'nın bu tanışma boyunca sergilediği üstten bakan tavır beni çileden çıkardı. ikisi bir olup resmen küçücük çocukla dalga geçmişler. yeryüzündeki hiçbir kuvvet camilla'ya hak vermemi ya da charles'a bir zerre sempati duymamı sağlayamaz. aşıksınız, ümitsizsiniz tamam da kızcağızın ne kabahati var da en azından gözüne sokmayacak özeni gösteremiyorsunuz?! desem ki diana nişanı atsın da aile camilla'ya yeşil ışık yaksın diye bütün bunlar, e camilla evli o sırada ve boşanıp charles ile evlenecek olursa bu charles'ın tahttan çekilmesi ve monarşinin yeniden tehlikeye girmesi demek. hasılı, otuzlu yaşlarındaki bu iki aşık, âdeta sultan'la fer'at gibi bir çıkmazın içindeler ama faturayı pembe'ye değil yoldan geçen günahsız birine kesiyorlar. bölüm sonunda düğünü tam olarak göremesek de tüm ailenin düğüne hazırlandığını ve diana'nın gelinlikli halini görüyoruz ve bu sahneden sonra direkt credits'e geçiyor.

se04e04 - favourites: bu bölüm yine thatcher'ın ataerkilliğinin ve oedipus kompleksinin altı çiziliyor. ayrıca oğlan analığı kavramının din, dil, ırk tanımadığını da görüyoruz. araba yarışında çölde kaybolan oğlundan "favori çocuğum, gözümün bebeği, osuruğunun desibeline kurban olduğum şehzadem, anasının biricik yakışıklı altın tontonlusu" gibi akıl almaz övgülerle kraliçe'ye bahsediyor. bizimkini bir şok alıyor, çünkü yeryüzünde kendinden daha önemli ve osuruğunun desibeline kurban olunası hiçkimse olmadığı için o güne kadar çocukları da dahil kimseye böyle bir ilgisi veya sevgisi olmamış. bu konuyu eşi prens philip'le tartışınca adam dürüstçe kendi favorisini söylüyor ve lilibeth'i bir cesaret oyununa davet ediyor. dolayısıyla bu bölümde yalnız thatcher'ın çarpık annelik tarzını izlemekle kalmıyoruz, lilibeth'in de olmayan annelik tarzını gözlemlemiş oluyoruz. dört çocuk doğurup bir tanesini bile bir kerecik olsun banyo ettirmemiş, giydirmemiş, haliyle "onları tutmayı bilmezdim" diyor. çocuklarıyla arasında duygusal bir bağ gelişmediği gibi, favorisini seçmek üzere her biriyle tek tek buluştuğunda aslında onları pek de tanımadığını net bir şekilde anlıyor. haliyle her çocuktaki sorunları ilk defa fark ediyor, ancak yine yeryüzünde kendinden kıymetli kimse olmadığı için onları tanımak veya yardımcı olmak adına hiçbir şey yapmadığı gibi bu konuda philip'i dinliyor ve endişelenmeye de son veriyor. thatcher'ın kayıp oğlu bulunduğunda ise kendilerini çekirdek aile olarak bir akşam yemeği sahnesinde buluyoruz. oğlanın ikizi olan kız masada o kadar silik ve sevgisiz hissediyor ki kalbim paramparça oldu. bu bölümde aslında bu iki karakterin anneliği üzerinden şunu görüyoruz, bir insanın nasıl bir ebeveyn olduğu evlattan evlada maalesef çok büyük değişim gösterebiliyor. bütün bir ulusa analık eden lilibeth, kendi evlatlarına karşı bir soğuk ve kayıtsız bir duvar, her şeye çözümü "sabret geçer". thatcher'ın nasıl bir anne olduğunu oğluna sorarsanız alacağınız cevapla kızına sorduğunuzda alacağınız cevap arasında dünya kadar büyük bir uçurum var. bu gerçekten hayata dair kalp kırıcı bir detay.

se04e05 - fagan

müziğinden kostümüne, senaryosundan setine açık ara en sevdiğim bölüm olduğunu söyleyebilirim. işin özüne geçmeden şunu da ekleyeyim, karakter tahlillerine ve entrikalara biraz ara verip tarihi bir krizi veya olayı anlattıkları bölümleri apayrı beğeniyorum. thatcher yönetiminde pik yapan işsizlikten ağır derecede etkilenmiş ve hayattaki her şeyini birkaç günde kaybetmiş bir badana ustasının azmini görüyoruz bu bölümde. faulkland adası için arjantin'le inatlaşılmış, uk'a ait olmasına rağmen arjantinliler adaya bayraklarını dikmişler. thatcher zaten güç göstermeyi seven bir kadın, dolayısıyla ekonomik krizdeyiz demiyor, dünyanın bir ucu da demiyor ve uçak gemileriyle birlikte 30.000 asker gönderiyor adaya. bu girişim, her ne kadar kısa sürede zaferle sonuçlanacak olsa da, işsizlik çok kötü seviyelere geldiği ve ekonomi sıkıntıda olduğu için ciddi bir muhalefet görüyor. o kaynağın işsizlik maaş ve sigortalarına yatırılması gerektiğini, bu şekilde israf olduğunu düşünüyor insanlar. ne diyebilirim ki, itibar matters. işte bu krizin sonucunda michael fagan abimiz elinden her çabayı gösterip bir türlü iş ve para bulamayınca, bu konuyla ilgili gidebileceği en üst makama gidip şikayetini bildirmeyi kafasına koyuyor. adamcağızı herkes "yav he he, git bunları kraliçe'ye anlat" diye kovalıyor, nasıl olsa yapamaz düşüncesi hakim. adam böyle böyle iş kurumundan belediyeye, belediyeden millet vekiline gidiyor, sayısız da mektuplar yazıyor. en sonunda artık başka çare kalmadı diye saraya girmeye çalışıyor. buckingham palace bugün teknoloji maarifetiyle sinek uçurulmayacak kadar güvenlikli olsa da geçmişte saldırıya ne kadar açık olduğunu görüyoruz. çünkü adam ilk girişinde kraliçe'nin odasını bulamadan görüldüğü için kaçıyor ve birkaç gün sonra tamamen aynı yollardan yeniden saraya giriyor. bu bölümden anlamamız gereken şey "thatcher vergilerimizi çarçur ediyor, bizi işsiz bırakıyor" diye tepinen adamın monarşiye ve yaşam tarzlarına olan saygısı. gerçekten hayret edilecek şey, adam ikinci denemesinde başarılı oluyor ve kraliçe'nin yatak odasındaki şatafatı gözü asla görmüyor. hattâ lilibeth'in banyosuna girdiğinde elektriksiz normal diş fırçasını görünce ne kadar mütevazi yaşadığına hayret ediyor, "dünyanın en zengin kadınısın ama fırçan elektriksiz" gibi bir cümle kuruyor. buradan şunu anlıyoruz, ingilizler o dönemde kraliyet ailesini kendilerine vergi yükü olarak değil, bu zenginlikleri tamamen hak eden, kendilerine de liderlik eden bir aile olarak görüyor ve saygı duyuyorlar. yine kraliçe'yi de dara düşüldüğünde başvurulacak son ve en yetkili şahıs olarak görüyorlar. seçilmişin az çok saçmalama sapıtma hakkı var sanki ama kraliçe her zaman doğru yolu bulmak ve göstermek zorunda. kraliçe her ne kadar siyasi görüşünü bildirmemek zorunda olsa da en baştaki av sahnesinden beri thatcher'la tutmayan kimyası, michael fagan'in "bizi ondan kurtarın, o kötü biri ve toplumu daha da kötüleştiriyor" yakarışlarından sonra iyice bozuluyor. gerçekten baktığımızda thatcher sosyal yardımlaşmaya, işsizlerin ve fakirlerin desteklenmesine çok karşı ve bunu dile getirmekte bir beis de görmüyor. ona göre bu tür yardımlar insanları tembelliğe ve devletten dilenerek yaşamaya alıştırıyormuş. kanım dondu bu söylevlerine, ben seneler senesi çalışıp her ay sigorta ödeyeyim, 2 ay işsiz kaldığımda devlet bana bakmasın? pardon ama devlet niye var o zaman, o vergiler bize hastalığımızda, işsizliğimizde, yaşlılığımızda, afetlerde bakmayacaksa ne işe yarayacak? çok sinirlendim düşününce yine, en sinir bozucu olan da muhafazakârların bu söylemlere destek ve oy verecek kadar aklını yitirmiş olması orada, neyse. lilibeth, fagan'ın derdini ifade etmesine müsaade etmek zorunda kalıyor çünkü bütün alarm sisteminin bir şekilde işlemeyesi tutuyor. kraliçe'nin sabah çayını getiren oda hizmetlisi içeri girmeyecek olsa adam geldiği yoldan sorunsuzca çıkıp gidecek, o derece. her neyse kraliçe hizmetlisine polise haber vermesini söylüyor ve fagan'la vedalaşıyorlar. söylediklerini aklında tutacağına söz veriyor ve o günden sonra da thatcher'a hep daha yargılayıcı yaklaşıyor. bölüm sonunda gerçeğini gördüğümüz fagan'ın bu suçla akıl hastanesinde birkaç ay yatıp çıktığını ve hâlâ londra'da yaşamakta olduğunu görüyoruz. umarım çocuklarını yeniden görme şansı olmuştur, ben iyi niyetli bir adam olduğunu düşünüyorum. bu bölümün müzik seçimlerine bayıldım, adamı karısı terk ettiğinde fondan giren boys don't cry ve barda kavga edecekken çalan monkey man çok tatlıydı. chandler bing edasıyla "could you be any more british?" dedim içimden :)

se04e06 - terra nullius

bu bölüm charles ve diana'nın royal görevlerini yerine getirmek üzere çift olarak da charles adına da ilk defa görevlendirildikleri avustralya ve yeni zelanda turnesine yer verilmiş. (terra nullius sahipsiz topraklar anlamına geliyormuş, avustralya'nın eski lakabı imiş). bu turnede william yeni doğmuş, lady di ise anneliği ve güzelliğiyle tüm land down under'ın aklını başından alıyor. bir süreliğine charles ile bağ kurmayı ve onu da etkilemeyi başarıyor. çok güzel birkaç gün geçiriyorlar ve o birkaç günlüğüne charles diana'ya ilk defa sadık kalmayı başarıyor. ama diana'nın insanları etkilemekte gösterdiği başarı zamanla charles'ın kompleks yapmasına sebep oluyor. diana yanında olmadan gittiği yerlerde gördüğü "aaa ama biz lady di'ı görmeye gelmiştik?!" tepkileri, tam bir attention whore olan charles'ı tripten tribe sokuyor ve yeniden camilla ile telefonda konuşmaya, onunla bir olup diana ile dalga geçmeye başlıyor. turnenin sonuna doğru gittikleri başkanlık sarayında, devlet başkanının "diana olmasaydı halkı bağımsızlığa ikna etmiştim, çok şanslısınız, bu güzel kadına dua edin" tarzı konuşması da tuz biber oluyor ve elbette ki charles kadir kıymet bilmek yerine kendi turnesinde ondan daha fazla parladığı için diana'dan nefret etmeye başlıyor. bu benim tam olarak charles'tan bekleyebileceğim bir dalyoluk seviyesi olduğu için çok fazla şaşırdığımı söyleyemem. beni asıl şaşırtan diana'nın dönüşte lilibeth'ten gördüğü tavır ve cold shoulder oldu. elbette kendi evlatlarına bile ömrü billah içten sarılmamış bir kadının gelinine sarılıp onun başını okşamasını beklemiyordum, ama sorunlarını dinleyip objektif bir çözüm getirmeye çalışmak yerine bütün suçu diana'ya atması, charles'ın camilla'ya olan ilgisini resmen kabullenmiş olması ve dahası bundan tamamen diana'yı sorumlu tutması gerçekten çok çirkin ve banaldi. gerçekten oğlan analığı global dedik ama bu kadarını da beklemiyordum, en azından bu ilişkiyi tasvip etmediğini dile getirmeliydi. kendileri söz konusu olduğunda ne kadar riyakâr bir aile olduklarını görmüş olduk. şahsen meghan markle'ı daha iyi anladım, william'ın da kate'in gözüne soka soka görüştüğü bir metresi varsa hiç şaşırmam.

se04e07 - the hereditary principle

sezon boyu geri planda kalan ve sadece kaprisleriyle ukalalıklarını gördüğümüz margaret (prenses olan, thatcher olan değil), bu bölümde merkeze alınmış. yine sezonda bana bilmediğim şeyler söylediği için çok sevdiğim bir bölüm oldu. dizinin zaten 6. bölüm ve sonrasını ikişer defa izledim çünkü hem müzikleriyle hem de düğümleriyle gerçekten yılın en keyif verici yapımlarından biriydi. margaret'ı bu bölümün merkezinde izliyoruz. kendisi bir zamanların hızlı çapkını ve ailenin basına en çok malzeme veren kadın üyesiyken bu sezonda özellikle diana'nın girişi ve diğer iki prensin de büyümesiyle birlikte çok arka planda kaldığını görüyoruz. öncelikle kötü bir öksürükle muhtemelen akciğer tümörü gibi bir rahatsızlığı ortaya çıkıyor ve ameliyat olması gerekiyor, tam teşhisini ya göremiyoruz ya da 2 defa izlememe rağmen ben kaçırmayı başardım, bilmiyorum. bununla birlikte hoşlandığı boy toyun da kendisine yüz vermemesi onu epeyce sarsıyor (margaret adamın peder olmaya karar verecek kadar kendisinden hoşlanmadığını zannediyor ama çocuk meğer friend of dorothy imiş, o yüzden peder olup isteklerini baskılama yoluna gitmiş. malumunuz, çok yakın zamana kadar gay olmak birleşik krallık'ta hapis bile yatıran bir suçtu.). margaret, para ve asalet kartlarını oynayarak istediği insanı istediği şekilde elde edebileceği sanrısını yaşıyor çünkü o güne kadar hemen her kapıyı ona açmış bu kartlar. ancak hem yaşlanıp popülaritesini kaybetmesi, hem kraliyeti temsil yetkisinin elinden alınıp genç edward'a verilmesi, hem de hayır işlerinde de basında da diana'nın onu gölgede bırakmış olması margaret'a yolun geri kalanının önceki gibi parti ve neşe dolu olmayacağını acı bir şekilde gösteriyor. işte bu düşüncelerle yazlık evine kapandığında, içinde buldunduğu depresif hava elizabeth'i endişelendiriyor, onu biraz motive etmesi ve psikiyatriste gitmeye ikna etmesi için charles'ı margaret'ın yanına gönderiyor. olağanca eski kafalılığıyla başta head shrink'e gitme fikrine burun kıvırsa da sonunda ikna oluyor. gittiği psikiyatrist ile bu tarz depresif düşüncelerin aile geçmişinden gelmiş olabileceği üzerine konuşurken, psikiyatrist ona bir zihinsel engelli bakım merkezinde yatmakta olan kız kardeşlerden bahsediyor. anne tarafından öz kuzeni olan bu kızların ne varlığından ne yaşadığından haberi olan margaret, bu şekilde aileden koparılıp bakım evine terk edildiklerini duyunca küplere biniyor. buraya kadar öfkesine tamamen hak veriyorsunuz izlerken, işe yaramayan parmağın kesilip atılması gibi, nasıl yeğenleri büyüyünce margaret'ın yetkilerini alıp onu bir kenara attılarsa, o da kuzenleriyle özdeşlik kurup kenara atılmış olmalarını müthiş bir insafsızlık olarak yorumluyor. bu noktada her şeyin ortaya döküleceğini ve margaret'ın ailesini bir daha asla affetmeyeceğini düşünüyorsunuz. ancak ana kraliçe "biz onları kayıtlarda ölmüş gibi göstermek zorundaydık çünkü bu engelin ırsi olduğu ve benim genlerimle sizlere taşınmış olabileceği ortaya çıksaydı abdication'ın da üzerine monarşi tehlikeye girerdi." şeklinde bir açıklama yapınca, her ne kadar margaret "ailedeki her sorunu amcamın tahttan feragat edip babamın kral olması sürecine (abdication) bağlayamazsınız!" şeklinde tepki verse de, hâttâ daha sonra kızların engeline sebep olan genlerin yengesinden geldiğini öğrenmiş dahi dahi olsalar, durumu tamamen kabulleniyor. ailece o kızları ne bir defa ziyaret ediyor ne de arayıp soruyorlar ve margaret da tüm öğrendiklerine rağmen bununla okey bir şekilde sonraki hayatına devam ediyor. burada bir kez daha tipik windsor ikiyüzlülüğünü ve korkaklığını görmüş oluyoruz. bölüm sonunda kızların gerçek resimlerini görüyor ve o bakım evinde 80'li yaşlara kadar yaşadıklarını görüyoruz, ne acıdır ki dünya basınında da windsor belgesellerinde de bir kez olsun gündeme gelmemişler. üstelik sadece ikisi değil, aynı bakım evinde anne tarafından 3 kuzenleri daha tamamen personelin insafında büyümüş, yaşlanmış ve ölmüşler.
dipnot olarak şunu söyleyebilirim, bölümün highlight'ı margaret'ın david bowie'nin let's dance'i ile dans edip partilediği sahneydi. o noktadan sonra bölüm hep daha ve daha depresifleşti.

se04e08 - 48/1

bu bölüm tamamen kraliçe ve başbakanın ingiliz birleşmiş milletler üzerinden inatlaşmasına ayrılmış. özetle yasalar gereği tamamen apolitik ve tarafsız olması, hiçbir siyasi fraksiyon veya kimlik hakkında yorum yapmaması gereken lilibeth, en çok kıymet verdiği ve hayatını vakfettiği milletler topluluğu'nun menfaatlerine aykırı bir davranışı üzerine thatcher hakkındaki hayalkırıklığını üstü kapalı bir şekilde basına bildiriyor. bunun sonucunda da thatcher için siyasi çözülme ve çöküş hızlanıyor. bu hareketi pek tabii kraliçe'nin darbe yapması olarak algılayabilirdik, ancak kendisi yorum yaptığını asla kabul etmemiş ve sonrasında suçu basın danışmanına atıp onu kurban vererek görebileceği tepkileri akıllıca bastırmış. monarşiye yürekten bağlı olan ve kendisini çok sıkı bir monarşist olarak tanımlayan basın danışmanı, kendisine teklif edilen onca paralara rağmen kraliyet sırlarını o güne kadar satmasa da tabii ki queen's gambit olduktan sonra hızlıca kraliyet ailesi hakkında sansasyonel kitaplar yazmaya başlamış ve best sellerlığa oynamış. bu bölümde lilibeth aslında ne kadar kolay adam harcayabileceğini gösteriyor, ancak atlanmaması gereken bir nokta var. mevzubahis ingiliz milletler topluluğu'nun bütünlüğünü tehdit eden bir siyasi tavırsa, lilibeth başbakanmış en güvendiği adamıymış, topunun köküne kibrit suyu döküyor ve bence bu düşüncesinde kendince çok haklı. bölüm başında genç lilibeth olan claire foy'u görüyoruz, henüz veliaht prenses olduğu 21. doğum gününde(1947) güney afrika'da bir radyodan halkına sesleniyor, "ben bütün ömrümü milletler topluluğu'na hizmet etmeye vakfedeceğime şerefim üzerine yemin ederim, ekmek musaf çarpsın ki bu çatı altındaki her milletin menfaatlerini koruyacağım, iki gözüm önüme aksın ki topluluğumuza halel getirmeye kalkanın dalağını s..". bu esnada ise genç margaret thatcher oxford'da mezuniyet törenine katılıyor ve o daha da hırslı konsantre haliyle allah bilir gev gev gev neler konuşuyor.

neden bu olayda lilibeth'in şah çekmesine hak verdiğimi izah etmek adına, bu konuda biraz detay vermek isterim. güney afrika halkı başlarındaki çağ dışıapartheid yönetimden haklı olarak çok rahatsız, beyaz azınlığın renkli çoğunluğa yaptığı baskı ve kısıtlamalar aslında tüm dünyanın tepkisini çekiyor. neticede 1910'larda değil 1980'li yıllardalar bu arada harbiden o dönem için bile aşırı derecede çağ dışı. neyse sonuçta milletler topluluğu'na üye 49 ülke bir araya gelip bu durumun çözülmesi için güney afrika'ya ekonomik ambargo uygulanmasını oyluyorlar. bu 49 ülkenin 48'i bu ambargonun leyhinde oy verirken, kıta ingilteresi'ni temsilen thatcher skandal bir şekilde ambargoya hayır diyor. thatcher kendi savunmasında bu durumun ingiliz ekonomisinin çıkarlarını zedeleyeceği ve özgür ticaret anlayışına uymadığı için hayır dediğini belirtiyor. ama aslında apartheid'i destekleyen iğrenç bir ırkçı olduğu için hayır demediyse ben de camilla olayım! kraliçe de haliyle "ben bugüne kadar bütün başbakanlarımı destekledim, değer verdikleri her fikirlerine saygı duydum, you had one fucking job!" diye deliriyor ve thatcher'ın 'sosyal açıdan bölücü ve ayrımcı tavırlarından ne kadar hayalkırıklığı duyduğunu' basın danışmanına gazetelere iletilmesi gibi bir gizli ajandayla fısıldıyor. gerçekten çok zekice, şeytanın aklına gelmez lan. en sevdiğin adamlardan birini harcamış oluyorsun, ama sadece kendininkini değil geri kalan 48 milleti de bu kan emici geri kafalı yellozdan kurtarmış oluyorsun. bu bölümle ilgili eyyorlamam bu kadar.

se04e09 - avalanche

bu bölümde yine charles ve diana merkeze alınmış. gittikleri kayak tatili kavga kıyamet geçiyor ve odada birbirlerini yiyip dışarda basına aşık çift pozu kesiyorlar. ikisinin de hayatında başka insanlar var ve diana'nın çabalarına rağmen birbirlerine asla odaklanamıyorlar. etraflarındaki herkes de durumun farkında ve dedikodular saraya kadar geliyor. günlerden bir gün kayak etkinliği sırasında bir felâket yaşanıyor ve charles'ın grubu çığ altında kalıyor. arkadaşları vefat ederken sağ olarak kurtarılan charles'in aklında bir tek şey var: kaç gününün kaldığı belli olmayan bu dünyada geri kalan hayatını geçirmek istediği biri varsa o da camilla. diana ise tam aksine kaybetmenin eşiğine geldikten sonra charles'a daha çok bağlanıyor ve evliliğini kurtarmayı kafasına koyuyor. bu nedenle kraliçe ve philip genç çifti çağırıp evlilikleri konusunda ne yapmayı düşündüklerini sorguladığında diana bu fikrini dile getirip lafı tamamen charles'ın ağzına tıkıyor. tabii kraliçe'ye oğlunu şikayet etmekten bir önceki tecrübesinde gereken dersi de aldığı için "ben kocamı seviyorum, ondan asla vazgeçmem" kartını da oynamış oluyor. bu davranış karşısında deliye dönen charles diana'nın peşine ajanlar takıyor, onunla tüm iletişimini keserse diana'nın da bir süre sonra yine başka adamlarla görüşmeye başlayacağını, bu ilişkilerini belgelerse de bu evliliği bitebileceğini düşünüyor. ancak bu planı kızkardeşi prenses anne'e açtığında, anne ailedeki kimsenin bu boşanmaya taraf olmayacağını, zaten camilla'nın da kendi evliliğini bozmak istemeyeceğini abisine söylüyor. buna bir bakımdan wake up call diyebiliriz. nitekim charles bu konuda camilla ile yüzleşince ablasının öngördüğünden farklı bir cevap alamıyor. camilla'nın diana'nın haklılığı, güzelliği, gençliği ve popülaritesiyle yarışacak cesareti(güveni, özverisi, tecrübesi) yok. çünkü diana'yı bütün dünya ister ve severken camilla'yı sadece charles istiyor ve seviyor. ayrıca kocasından boşansa bile charles'la evlenmesi demek, charles'ın tahttan tıpkı amcası gibi feragat etmek zorunda kalması demek. (sonradan bunu nasıl aştılar, bilmiyorum. ama kraliyet boşanmış kadınlarla evlilik konusunda defalarca tükürdüğünü yalamak zorunda kaldı, buna meghan da dahil.) camilla bunu kendisi için zaten dilemiyor, onu geçtim charles'ın da tahttan vazgeçmesinin buna değecegini düşünmüyor. diğer taraftan diana, charles'ın silent treatmentı karşısında at binme hocasıyla olan ilişkisine yeniden savruluyor. (ki bu adam için prens harry'nin gerçek babası olduğu spekülasyonları da yapılmıştı kızıl saç geni yüzünden, ancak bu imkansız çünkü harry'nin doğumu james hewitt ile diana'nın tanışmasından 2 sene öncesine tekabül ediyor.). aslında en büyük açmazı charles kendi kazdığı kuyuya düşerek yaşıyor çünkü kendi elleriyle diana'yı başka ilişkilere gönderiyor ama evliliklerini de bitirmeyi başaramıyor, diğer taraftan karşısında kendisi kadar bütün dünyayı karşısına almaya istekli bir sevgili olarak camilla'yı göremiyor. sonucunu bilmesem içimin yağları eriyecekti, oh canıma değsin gavat, kepçe ve şerefsiz prens şarz!

se04e10 - war

bu bölümde thatcher'ın çöküşü önlemez hâle geliyor ve kendi partisi içerisindeki çatlak sesler giderek artıyor. artık muhafazakârlar bile yeni bir lider, taze bir kan arayışındalar. üstelik halkın da kendisine hiç güveni kalmamış. ama tanıdığımız thatcher öyle kolay pes eder mi? istifa etmek veya seçime gidilmesine izin vermek yerine kabinesini dağıtmaya kalkıyor. bu noktada kraliçe'nin ülke siyasetinde oynadığı rolü bir kez daha görüyoruz, thatcher'a artık belki de hiçbir şey yapmamayı denemesi gerektiğini söylüyor. ancak kraliçeden başbakana değil bir kadından bir diğer kadına vermiş olduğu bu nezaket dolu tavsiye tabii ki kayda alınmıyor. sanıyorum muhafazakârların sorunu tam olarak bu, ne zaman bırakmaları gerektiğini asla bilmiyorlar - eheh yani ingiltere'dekilerin. bütün bunların sonucunda en azından ülkenin ilk kadın başbakanı olduğu için elizabeth margaret'a liyakat nişanı veriyor ve nihayet başından def ediyor (umarım bu kendisini dizide de son görüşümüzdür bu arada.).

bu noktadan sonra gerçek azap başlıyor arkadaşlar. diana'nın özellikle o yılbaşında (1990) o hanedan içerisindeki yalnızlığı, itilmişliği, ıstırabı izleyen herkese eminim soğan doğratmıştır. bir noktada canına tak edip odasına kapanıyor, kayınpederi vampir philip efendi gelip kendisine bir nutuk atıyor. aslında ikisi arasındaki dışardan gelenler benzetmesini yapan diana, ama philip buna sinirlenmek veya itiraz etmek şöyle dursun, o sistemin içerisinde mutlu ve konumundan rahat bir tek insan olmadığını, herkesin biricik yaşama gayesinin devlete hizmet etmek olduğunu vurguluyor. bunun üzerine aşağı inmeye ikna olan diana'yı o aile fotoğrafında masmavi dolu gözleriyle en solda yapayalnız görüyoruz. charles'la işler iyice çığrından çıkmış durumda. evlilik dışı ilişkileri kozuyla diana'yı başından atamayacağını anlayan charles, artık onu her fırsatta aşağılıyor ve sürekli diana'nın akıl sağlığını kamuoyunca sorgulanabilir hâle getirecek imalarda bulunuyor. bütün bunların üzerine diana tek başına gittiği newyork temsilinde, aids hastanesine ve harlem'daki çeşitli bakım merkezlerine yaptığı ziyaretlerle çok başarılı oluyor. düşünsenize aids o dönemin en büyük ve korkulu vebası iken, bir kraliyet üyesi olarak eldiven kullanmak şöyle dursun, hastalara sarılıyor. aids'in yeni yeni patladığı ve doktorların bile aidsli hastaları tedavi etmek istemediği dönemde, diana'nın bu jestinin değerini kelimelerle ifâde etmek bile imkansız. bu ziyaretle oluşturulan kamuoyunun sonucunda aids tedavi araştırmalarına büyük fonlar ayrılmakla kalmadı, insanlar da aidslileri öcü yerine koymaya büyük ölçüde son verdiler. diana'nın bu dönemki çalışmalarının ne kadar önemli olduğunu belgeselinden daha net gözlemleyebilirsiniz.

işte o yapayalnız kaldığı karenin iki müsebbibi bunlardır. charles akıl sağlığı hakkında ileri geri konuşmakta, geri kalan aile üyeleri ise gençliği güzelliği geçtim hayır işleriyle bile asla yarışamayacakları diana'dan ve onun bütün dünyada yarattığı dalgadan ölümüne nefret ediyor ve korkuyorlar. sezon boyunca bu kıskançlığın sinyallerini anne ve margaret'ta sık sık görmüştük ancak sezon finalinde son derece kaba bir şekilde onu dışlayarak ailece açık tepkilerini vermiş oldular. yine bu bölümde korkunç bulimia nöbetleri geri gelmişti ve o en son yapayalnız kaldığı christmas aile fotoğrafında diana'nın gözündeki bir damla gözyaşı, hiçbir şeyin bu yalnızlık ve aşağılanmaya değmeyeceği fikrini mühürlemiş olmalı.

Spoiler'ın sonu.

son söz

sezon 90 noelinde bitiyor, ama o tarihte charles ve diana'nın boşanmasına da diana'nın ölümüne de daha seneler var. dolayısıyla önümüzdeki sezon da bol bol soğan doğramaya devam edeceğimiz garanti. 5. sezonda 1990 ve 2000 arasını işleyeceklerse onay aldıkları 6. sezon mantıken 2000 sonrası yani meghan ve kate'in hanedana giriş yılları. ama gençlerin dizide konu edilmek istemediğini de net biliyoruz. eğer 6. sezon tamamen camilla denen küfür suratlıya ayrılırsa muhtemelen ilk defa bu kadar sevdiğim bir diziyi bitirmeden bırakmış olacağım :facepalm:. neyse, okuyan herkese teşekkür ederim.

god bless and halleloo!