TARİH 10 Mayıs 2021
50,7b OKUNMA     600 PAYLAŞIM

Türk Kurtuluş Savaşı'nın Yunan Tarafındaki Acı Yansıması: Küçük Asya Felaketi

Yunanlar, Kurtuluş Savaşı'ndaki yenilgileri için Küçük Asya Felaketi tabirini kullanıyorlar. Bu güne kadar tarih kitaplarında hep Kurtuluş Savaşı zaferimizi okuduk; peki Yunanistan tarafında işler nasıldı? İşte upuzun, detaylı bir yazıyla suyun öte tarafında o dönem yaşananlar.

“bir maymun ısırığı çeyrek milyon insanın felaketine neden oldu.” - winston churchill

küçük asya felaketi, yunanistan’da bizim kurtuluş savaşı’na verilen isimdir. biz savaşın bizim açımızdan nasıl geliştiğini ve sonuçlandığını gayet iyi biliyoruz (yani bildiğimizi varsayıyorum). bu yazı, söz konusu dönemi yunanistan açısından anlatacaktır. dolayısıyla bu yazı bir galibiyetin değil, bir mağlubiyetin hikayesidir. bu mağlubiyet, yunanistan’ın siyasi tarihini değiştirmiştir ve o günden bugünlere ülkenin kimliğinin ve kodlarının yazılmasında oldukça etkili olmuştur.

maymun ısırığı peki? bekleyin oraya geleceğiz.

tabii takdir edersiniz ki bizler için bir kurtuluş bir mucize gerçekleşirken karşı taraf için bu savaş bir felaket olmuştur.

aslına bakarsanız kendi toprakları üzerinde gerçekleşmeyen ve sonucunda da yok sayılacak kadar az bir toprak kaybetmiş olan yunanistan için bu savaş neden bir felakettir?

öncelikle osmanlı imparatorluğu’ndan bağımsızlığını kazandığı 1830 yılından itibaren sürekli olarak ve bittabi osmanlı topraklarını yutarak genişleyen yunanistan, bu savaş sonrasında günümüzdeki sınırları içerisinde hapsolmuş ve varlığını anadolu yani küçük asya üstünde devam ettirememiştir. bu ne demek? yani megali idea erken bir safhasında kesintiye uğramış ve gerçekleşmesi büyük bir çıkmaza sürüklenmiştir. sırf bu durumun bile uzun yüzyıllar boyunca doğu roma imparatorluğu topraklarında yeni bir helen devleti kurmak hayaliyle yaşayan bir toplumun üzerindeki etkisini hayal edebilirsiniz.

yazıyı yazma nedenim şimdiye kadar bizim kurtuluş savaşımızın tarihini bir de ege’nin karşı tarafından anlatmaktır. biz bu savaşı neden yaptığımızı ve nasıl kazandığımızı biliyoruz. ama karşı tarafın neden yaptığını ve nasıl kaybettiğini pek bilmiyoruz ya da ilgilenmiyoruz. oysa yunanistan’ın bu süreç içerisinde yaşadıkları, o dönemde ortaya atılan ve hala aslında tam çözülmemiş batının “doğu sorunu”nu anlayabilmemiz için bize ipuçları verebilir. zira yunanistan’ın yaşadıklarını türkiye, türkiye’nin yaşadıklarını ise yunanistan sürekli tecrübe etmektedir. bu iki ülkenin çatışması içerisinde bugün sıklıkla duyduğumuz diğer devletlerin isimlerini, yunanistan’ın “felaketi” sürecinde de sıklıkla duyacağız. bu arada kimilerine eğlenceli gelecek bilgiler de olduğunu düşünüyorum (çünkü ben öğrendiğimde eğlendim. benim gibi kişiler olacağını umut ediyorum?) örneğin kraliçe ıı. elizabeth’in geçen günlerde ölen kocası prens philip’i nasıl bulduğunun bilgisi var bu hikayede.

yazı kurtuluş savaşı değil, küçük asya felaketi başlığında yazıldığından ötürü, bizim nasıl kahramanlıklarla bu savaşı nihayete erdirdiğimizi, nasıl zorluklar yaşadığımızı ya da nasıl başarılar kazandığımızı hemen hemen hiç anlatmadım. mustafa kemal atatürk’ün ismi, yunan başbakanı eleftherios venizelos kadar bile geçmiyordur. venizelos ve krallar haricinde de, olabildiğince az (tarihi) isme yer vermeye çalıştım ve pek çok kişiyi ismini belirtmeden başbakan, general, temsilci, büyük elçi gibi ünvanlarıyla yazdım. çünkü uzun ve bizlere telaffuzu zor isimlerin kim olduğunu hatırlamaya çalışarak siz değerli okurlarımın bir rus romanı okur gibi zorlanmanızı istemedim.

yunanistan’ı felakete sürükleyen ulusal bölünmenin taraflarını genelde venizelosçular ve kral yandaşları diye nitelendirdim. arada bazı başka terimler de kullanmış olabilirim. örneğin bir yerde royalist dediğime eminim. yine ulusal bölünmenin iki ayrı tarafı olarak göreceğimiz günümüzün yunanistan halkını anlatırken (birbirlerinden ayırt edilebilmeleri için) o dönemde yunanistan içerisinde yaşayanları yunan, anadolu’da yaşayanları ise rum/anadolu rumu olarak yazdım. rum’un aslında romalı demek olduğunu, bizde yunana rum isminin verilmesinin hikayesini ve aslında mevlana’nın da kendine neden “rum-i” dediğini sanırım yunan ve rum konuları başlıklarında bulabilirsiniz. ben dediğim gibi, ayırt edici olsun diye bilerek bu yanlış sınıflandırmayı kullandığımı belirtmek isterim. yunan ve çoğulu yunanların yerine olur da yunanlı ya da yunanlılar dediysem, siz bilin ki böyle kelimeler yoktur ve ben yanlış yazmışımdır.

yunanistan'ın kuruluşu

bundan tam 200 yıl önce, osmanlı payitahtında sultan ikinci mahmut, bir yandan sarık yerine fesle, kaftan yerine gömlek ve pantolonlarla koca imparatorluğun yeni ve şaşırtıcı bir moda ikonluğunu üstlenirken, bir yandan da en sonunda yeniçeri ocağını ortadan kaldırabilmenin verdiği özgüvenle devleti baştan aşağı, akla gelebilecek her alanda reforme etmeye çalışmaktaydı. bu esnada ise odesa’da (evet ukrayna’nın odesa şehrinde) ilk yunan bağımsızlık hareketleri başlamış ve kısa sürede mora yarımadasında ciddi bir bağımsızlık mücadelesine dönüşmüştür. 1821’de başlayıp içerisinde bir sürü isyan -isyanı bastırma - başka bir isyan, bol bol rusya, ingiltere, fransa ile kavalalı komutasındaki mısır ve navarin baskanı bulunduran süreç 1830 yılında yunanistan’ın bağımsızlığının ilanı ve osmanlı’nın da bunu kabulü ile sona ermiştir.

1830 yılında bağımsızlığına kavuşan yunanistan’ın siyasi tarihini, ondan yaklaşık 100 sene sonra kurulan türkiye ile kıyaslarsak çok daha fazla inişler ve çıkışlara sahip, neredeyse art arda iki on senelik bir süreci yeni bir kriz ile karşılaşmadan geçiremeyen bir olaylar silsilesi olarak tanımlayabiliriz. sürekli değişen hükümetler, cumhuriyetçiler – monarşistler, sağ-sol kavgası, işgal, askeri darbeler ve ekonomik krizler…

tüm bunları şimdilik bir kenara bırakalım. bizi zaten 1923 yılına kadar olan dönem ilgilendirdiğinden bağımsızlığından küçük asya felaketini yaşadıkları zamana kadar geçen dönemde yunanistan’ın biraz da bizlerle ilişkisini daha iyi anlayabilmek için bu yüzyıllık süreçte haritasının nasıl değiştiğini ve osmanlı devletini bir pac-man gibi sürekli yiyerek nasıl büyüdüğünü, ufak bir kronoloji sıralamasıyla anlatalım:

- 1830: yunanistan bağımsızlığını kazandı. yeni kurulan devlet sadece mora yarım adası ( nam-ı değer 300 spartalı’nın memleketi) ve atina çevresi ile batı ege adalarından ibaretti. yani o hali şu anki halinin üçte birinden daha küçük bir krallık düşünün. bağımsızlığın kazanılmasından çok kısa bir süre sonra onların hayali bizlerin ise paranoyası megali idea ufaktan dillendirilmeye başlanmıştı. 1844 yılında dönemim yunan başbakanı, anayasa çalışmaları esnasında megali idea’yı uzun uzun yunan kralı otto’ya anlatmış ve anayasanın bir parçası olup olmayacağı tartışılmış. dikkatli gözler otto diye yunan ismi mi olur ya diyebilir. haklılar da. otto zaten bir alman. ama neden yunanistan kralı? ona birazdan geleceğiz.

- 1863: adriyatik adaları ingiltere tarafından yunanistan’a armağan edildi. 

- 1881: 93 harbi sonucunda berlin konferansında, artık nasıl bir diplomatik facia yaşandıysa neredeyse tek bir kurşun bile sıkmayan yunanistan ödüllendirildi. osmanlı kısa bir süre için bu ödülü vermek istemese de büyük devletlerin araya girmesiyle teselya bölgesi yunanistan’a geçti.

- 1897: girit meselesi yüzünden bir savaş yaşandı osmanlı devleti ile yunanistan arasında. girit’i kendi topraklarına katmak isteyen yunanistan, hatta bir savaş gemisi bile göndererek girit’i kendi topraklarına kattığını ilan ettiyse de yine ingiltere ve fransa’nın araya girmesiyle sonuca ulaşamadı. ama girit’in kendi topraklarına katılması için sürekli tacizlerde bulunan yunanistan’la en sonunda savaşa girildi ve osmanlı orduları savaşta galip geldi ve teselya bölgesini ele geçirdi. önce bir ateşkes ardından da bir barış antlaşması imzalandı. işin ilginç yanı osmanlı bir iki köy haricinde hiçbir toprak kazanmadı. yani savaşı kazanmasına rağmen hiçbir kaybını geri alamadığı gibi girit de özerk bir devlet statüsüne kavuşmuş oldu. bu savaşın ve sonrasındaki barış antlaşmasının ortaya koyduğu durum o kadar tuhaftır ki osmanlı savaşın galibi olmasına rağmen her açıdan (savaş tazminatları da dahil olmak üzere) barışın mağlubu olmuştur.

- 1913 balkan savaşları: osmanlı açısından korkunç bir başarısızlık. dört küçük balkan devletine karşı kaybedilen bu savaş sonucunda yunanistan epirus (arnavutluk’ın günümüzde yunanistan sınırları içerisinde kalan güney kısmı olarak düşünün) ve selanik dahil mekadonya bölgesi ve de 12 adalar hariç tüm ege adaları’nı ele geçirmiştir. 12 adalar’ı zaten italya trablus savaşı esnasında işgal etmişti.

- i. dünya savaşı: bu savaş sonucunda yunanistan, batı trakya’yı da almış ve sınırları günümüzdeki meriç nehri’ne ulaşmıştır. ama not düşelim bu toprakları bizden değil bulgaristan’dan almıştır çünkü balkan savaşları sonucunda batı trakya burayı işgal eden bulgaristan’a verilmişti. ı. dünya savaşı sonrasında sevr antlaşmasıyla doğu trakya ve izmir ve çevresi de yunanistan’a bırakılmıştır bildiğiniz gibi. ama zaten bu bizim konumuz. bunu daha ayrıntılı ele alacağız. şimdilik toprak kazanımlarıyla devam edelim.

- ii. dünya savaşı: bu savaş sonrasında 12 adalar italya’dan yunanistan’a devredilmiş ve ülke günümüzdeki sınırlarına ulaşmıştır.

şimdi yeniden geri gidiyoruz. çünkü küçük asya felaketi’ni anlatabilmek için yunanistan’ın kuruluşundan itibaren yaşadığı iç siyasi olayları da anlatmak gerekiyor.

yabancı krallar

1830 yılında yunanistan özgürlüğünü kazandıktan sonra kendi içlerinde cevap vermeleri gereken bir soruyla karşılaştılar: ülke anayasal bir cumhuriyet mi olacak yoksa bir krallık mı? anayasal bir cumhuriyet o dönemlerde artık bir seçenekti ama dünya bunu abd haricinde henüz tecrübe etmemişti. yunanistan gibi görece bir doğu toplumunun da bunu bir avuç aydını ile başarabilmesi pek mümkün değildi. o zaman evet krallık! ama kral kim olacak? yüzyıllar boyunca osmanlı’nın egemenliğinde kalmış yunan toplumu elbette osmanlının feodalite ve aristokrasiye izin vermeyen yapısından etkilenmiş, eskinin güçlü ve büyük soylu yunan aileleri zaman içerisinde ya göç etmiş ya da solup gitmiş, yeni düzenin güçlü aileleri ise bir kral çıkarabilecek kadar köklenememişlerdi. aslında tüm helen milletinin en güçlü aileleri hala anadolu ve özellikle istanbul’da yaşıyorlardı. fenerliler olarak da adlandırabileceğimiz bir zümre özellikle osmanlı bürokrasisi içerisinde belli dönemlerde oldukça güçlü mevkiler elde etmişler ve yunan bağımsızlık hareketinin öncüleri de olmuşlardı ama yine de anakaradan uzak ve kral olabilecek yeteneklere sahip değillerdi. o zaman geriye günümüz açısında bakıldığında oldukça tuhaf ama o günün şartları düşünüldüğünde pratik ve yararlı bir çözüm bulundu. dışarıdan bir kral getirip ülkenin başına geçirmek!

bu pek çok açıdan yararlı bir çözümdü. hem dışarıdan bir kral ülke içerisindeki farklı ve çatışan güçlere bir denge getirebilirdi (hali hazırda oluşturulan meclisin başına geçen korfu’lu kapodistrias 1 sene sonra öldürülmüştü) hem de kralın seçileceği ülkenin desteği de ayrıca önemliydi. yunanistan hemen gözlerini dönemin en güçlü ülkesi ingiltere’ye çevirdi. elbette fransa ve rusya kralın ingiliz olmasına karşı çıkacaklardı. aynı nedenden kral fransa ya da rusya’dan da seçilemezdi. dolayısıyla daha küçük bir ülkenin ailesinden birinin seçilmesi kararlaştırıldı ve iki ülkenin birleşmemesi şartıyla baverya’nın kralı otto’ya teklif görütüldü o da bu teklifi kabul etti ve yunanistan’ın ilk kralı olarak taç giydi.

otto günümüzde de hala varlığını devam eden enstitülerin kurulmasını bir alman disipliniyle gerçekleştirdi. lakin asla kendini bir yunan olarak görmedi. yunanlar da yunanca bile öğrenmeye zahmet etmeyen, demokrasiye inanmayan, yunanlara üstten bakan ve her şeyi yanında getirdiği almanlarla halletmeye çalışan bu kralı sevmediler. üstelik otto tahtta kaldığı 30 sene boyunca yerine tahta geçecek bir çocuk sahibi de olmadı. bu tahtın yeniden kendilerini hiç tanımayan baveryalı başka bir kişiye geçmesi anlamına gelecekti. bir de üstüne kırım savaşı esnasında, rusya’nın yönlendirmesi ile osmanlı devleti’ne saldırmaması için ingiltere donanması yunanistan’ı ablukaya alınca ortaya çıkan ekonomik kriz ve açlık sonucunda, kraliçeye bir suikast düzenlendi. nihayetinde otto tahtından feragat edip ana vatanı baverya’ya geri döndü.

otto’nun ardından tahta danimarka kralının ikinci oğlu seçildi: george. george görece daha başarılı bir kraldı. yunanca öğrendi. ayrıca bu arkadaşın danimarka krallığı aracılığıyla öyle bir aile bağı vardı ki kuzeni ya da kardeşi olmayan tek bir avrupa hanedanlığı bulunmuyordu. george tahta çıkınca ingiltere, kendi kraliyet ailesinin de kuzeni olan bu şahsı kutlamak için iyonya adalarını (yedi adalar) yunanistan’a armağan etti. az önce yukarıda saydığımız teselya ve balkan savaşı sonrasındaki kazanımlarla george oldukça popüler olduğunu sanırken ve kral olarak hükmünün ellinci yılını yaşarken, yeni fethettikleri selanik’te bir sosyalist tarafından vurulup öldürüldü. yerine oğlu constantine geçti.

otto ve george’un hükümdarlıkları sırasında yunanistan bir yandan topraklarını genişletiyor, güçlü bir donanma kurmaya çalışıyor, büyük devletlerin arasında osmanlıya karşı konumu ve akdeniz’deki önemli yeri ile bir denge politikasıyla dikkate değer bir aktör oluyordu ama aynı zamanda ülke içinde asla tam bir huzur yakalayamadı. cumhuriyetçiler ve monarşi arasındaki gerilim hiç dinmedi. askeri harcamaların aşırı derecede yüksek olması ekonomiyi olumsuz etkiliyordu. ayrıca milliyetçilik yine önemli bir huzursuzluk kaynağıydı çünkü megali idea uğrunda osmanlı toprakları içerisinde çıkan ayaklanmalar sonucunda bir toprak kazanımı olmazsa bunun faturası doğrudan krala ve hükümete kesiliyordu. ülke içinde güçlü bir sosyalizm taraftarı da vardı. büyük devletler (-ki artık sayıları italya, almanya ve görece avusturya-macaristan da olmak üzere altıya çıkmıştı), evet yunanistan’ı osmanlı’ya karşı koruyordu ama kendi aralarında o dönemlerde sürekli değişen dengelerden ötürü bazen de osmanlı’yı yunanistan’a karşı koruyorlar, bu da yunan dış politikasının stabil bir düzene oturmasını engelliyordu.

hükümetin biri kuruluyor ve düşüyor ardından başka bir başbakan geliyor ama bir türlü istenilen huzur ve düzen kurulamıyordu.

bu arada tüm balkan ülkeleri ve osmanlı’da da olduğu gibi, diğer çoktan kurumsallaşmış batılı ülkelerin aksine bir askeri devlet özelliği ile önce çıkan almanya’dan aldıkları ilhamla, yunanistan’da da ordunun siyaset üzerindeki etkisi gün geçtikçe artmaktaydı. ordunun bu şekilde gelişiyor olması yunanistan’ın başına ileride pek çok çorap örecekti. aynı türkiye cumhuriyeti’nde olduğu gibi.

bunlarla birlikte yine de umut verici bir durum vardı ki o da osmanlı devleti artık oldukça zayıftı ve megali idea’nın gerçekleşmesi an meselesi olarak görülüyordu.

konstantin efsanesi

otto’nun aksine danimarkalı george, yunan halkının gönlünü kazanacak pek çok adım atmıştı. bunlardan biri de yeni doğan ve tahtın varisi ilk oğluna bir yunan ismi vermek oldu. hem de ne isim: konstantin! ii. mehmet, istanbul’u fethettiğinde bizans tahtında oturan son imparatorun ismi de konstantin’di. 29 mayıs günü osmanlı ordusu şehrin kapılarından içeri girerken, son imparatorun marmara’dan kaçmak yerine zırhlarını kuşanıp ölümüne şehri savunmak için son direnişe katıldığı biliniyordu ama sonrasına dair hiçbir bilgimiz yok. artık fatih ünvanını almış olan ii. mehmet şehir ele geçirildikten sonra konstantin’in bulunması emrini vermiş ama yapılan tüm aramalara rağmen imparator ne sağ ne de ölü olarak bulunamamıştı. konstantin’e ne olduğuna hiç kimse hiçbir zaman cevap verememiştir. bu da yunan halkında bir efsanenin doğmasına neden olmuştu. son anda kimilerine göre gökten melekler, kimilerine göre cebrail kimilerine göre ise bizzat hz. isa’nın kendisi şehre inmiş ve konstantin’i göğe yükseltmişti. bu şekilde aziz olan konstantin’in ileride yeniden dünyaya geleceği ve şehri geri alıp bizans imparatorluğu’nu yeniden kurup yücelteceğine yüzyıllardır inanılıyordu. işte belki de o konstantin bu konstantin’di. hellen krallığı yeniden kurulmuş, pek çok toprak geri alınmıştı ve konstantiniye artık neredeyse avuçlarının içerisindeydi. bu açıdan halkın krallarına bakışlarının ve beklentilerinin manevi ve dini güçlü bir yönü de bulunmaktaydı.

dünya savaşı ve yunanistan

işte bu şartlar altında saraybosna’da –malumunuz- franz ferdinand’ın öldürülmesiyle büyük savaş başladı. kral konstantin, alman imparatoru ii. wilhelm’in kızkardeşi ile evliydi. hem almanya hem de kayınçosunun sempatizanıydı. kamuoyunun düşüncesi konstantin’in bu aile bağları yüzünden almanya’nın yanında olduğuydu. elbette almanya yunanistan’ın bulgaristan gibi kendi yanında savaşa girmesini isterdi ama bu, dönemim başbakanı ve oldukça güçlü venizelos’un ise kralın tam aksine itilaf devletleri taraftarı olmasından dolayı pek mümkün gözükmüyordu. işte bu yüzden almanya, yunanistan’ın en azından tarafsız kalması için bazen telkinde bulunuyor bazense baskı yapıyordu. itilaf devletleri için ise yunanistan’ın savaşa girmesi, osmanlı için yeni bir cephe açılacağından ötürü bulunmaz bir nimetti. bu açıdan devlet yönetiminde birbirine zıt iki kutup oluşmuştu.

konstantin’in sadece kayınçosu için savaşa girmediğini söylemek haksızlık olur. yunan ekonomisi oldukça zayıftı ve yeni bir savaşı kaldırabilecek bir gücü yoktu aslında. üstelik savaşa itilaf devletleri yanında girerse sadece savaşacağı osmanlı değildi. ikinci balkan savaşı sonunda diğer balkan devletleri ile bir olup ancak ehlileştirebildikleri bulgaristan ile de uğraşmak zorunda kalacaklar ve belki de son elli yılda kazandıkları her şeyi kaybedeceklerdi. venizelos ile bir an önce savaşın ilan edilmesi ve yunan ordusu’nun gelibolu ve çanakkale’ye savaş ilan etmeden ve hızlı bir şekilde saldırarak istanbul’un ele geçirilebileceğine inanıyordu.
bununla birlikte konstantin, ittifak devletleri lehine savaşa katılmanın da mümkünatını görmüyordu ve bunu açık açık kayınçosu ii. wilhelm’e de anlatmış ve en fazla tarafsız kalabileceklerini söylemişti. çünkü her tarafından denizlerle çevrili ve sayısız adaya sahip yunanistan’ın ingiltere ve fransa donanmasının ablukası altında yapabileceği pek bir şey bulunmayacaktı.

venizelos ile konstantin’in arası aslında balkan savaşlarından beri bozuktu. o zamanlar daha veliaht olan konstantin, babası tarafından yunan ordularının başkomutanı ilan edilmişti. savaş esnasında konstantin makedonya ve epirüs taraflarını ele geçirmek isterken venizelos kesin bir şekilde selanik üzerine yürünmesi gerektiğini düşünüyordu. bu ikili arasında savaş stratejisi konusunda ayrılığa neden oldu. bu ayrılık ve zaman kaybı bulgarların işine geliyordu ve önce dedeağaç’ı ele geçirdiler ve ardından hızla kavala ve selanik üzerine yürümeye başladılar. venizelos, selanik’in bulgaristan’a kaybının sorumlusunun konstantin olacağını bildirien zehir zemberek bir telgrafı konstatin’e yolladı ve bu telgraf ikilinin arasını bir daha düzelmeyecek şekilde bozdu. sonuçta venizelos’un dediğinin olduğunu ve yunan ordusunun bulgaristan’dan burun farkı öne geçerek selanik’i ele geçirdiğini de ekleyelim.

çanakkale savaşının hemen öncesinde ocak ayında itilaf devletleri yeni bir teklifle geldiler. o dönemde daha bulgaristan resmen savaşa girmemişti. her iki ülkenin de kendi yanlarında savaşa girerse kısa sürede istanbul’un düşeceğini biliyorlardı. bulgaristan’a sunabilecekleri çok bir şey yoktu o yüzden doğu makedonya’dan drama ve kavala şehirlerini (ikinci balkan savaşı sonrası’nda yunanistan, bulgaristan’dan almıştı buraları) yunanistan bulgaristan’a verecek ama karşılığında izmir ve çevresini kazanacaktı. bunun sonucunda istanbul’un da ileride bir şekilde kendilerine verileceğini kestiren venizelos evet derken kral yine koca bir hayır çekti. bu cömert teklifin bile hayır alması sonucu venizelos istifa etti ve ülke erken seçime gitti. venizelos artık açık açık krala karşı seçimlere gidiyordu. yunan tarihinin büyük ve unutulmaz ulusal bölünme yılları böylece başlamış oldu. bu arada itilaf devletleri için de ii. wilhelm’den sonra en çok nefret edilen adam “yardakçısı” olarak nitelendirdikleri konstantin oldu.

seçimleri venizelos kazandı. ama bu kralın kararlarından geri adım atmasına neden olmadı. tabii tüm bu çekişmeyi sadece iki adam arasında görmemek lazım. yunanistan’daki tek siyasi parti lideri venizelos değildi. diğer partilerin çoğu elbette ona karşı muhalif bir tutum içerisindeydi. ayrıca venizelos iktidarı sırasında ülke içerisinde ekonomik ve toplumsal reformlara girişmiş ve bu reformlar sonucunda haklarını ya da eski sistem içerisindeki yerlerini kaybedenler de kralın çevresinde toplanmışlardı. venizelosçulara göre kendileri haricindekiler, alman taraftarı olan ve megali idea’nın engellenmesine sebep olan kişilerdi. venizelos katıldığı yemeklerde ingilizlerin savaş sonunda anadolu içerisinde rumca konuşulan tüm toprakların yunanistan’a bırakılacağını vaat ettiklerini, kralın kendisine karşı çıkmasının vakt-i zamanında girit’e kardeşinin vali atanmasına karşı çıkmasının intikamını almak olduğunu söylüyordu. kral yanlısı alman propagandası ise ülke içerisinde hayli güçlüydü. bu propaganda ise venizelos’un ülkeyi emperyal güçlere sattığı, böyle giderse sırbıstan’ın tüm makedonya’ya verileceği korkusunu pompalıyorlardı. yine almanya boş durmamış ve müttefiki osmanlı devleti’ne rağmen venizelos’a savaş sonrasında osmanlı içerisindeki rumların kaderinin -eğer ki tarafsız kalmaları halinde- bizzat yunanistan’a danışılmadan belirlenmeyeceğini vaat ediyordu. anlayacağınız komplo teorileri, paranoyalar, milli duygular, kaygılar içerisinde ülke tam anlamıyla ikiye bölünmüş oldu.

ulusal bölünme

seçimi venizelos kazandı. kral kendi sağlık sorunlarını bahane ederek venizelos’u başbakan olarak atamayı aylarca geciktirdi. atadığı zaman ise venizelos, krala eski antlaşmalara saygı göstermesini talep etti. bahsettiği antlaşma ikinci balkan savaşı sonrasında sırbıstan ile imzaladıkları bulgaristan’a karşı bir müttefiklik antlaşmasıydı. buna göre bulgaristan bu ülkeden hangisine saldırırsa diğer taraf korumaya gidecekti. bu durumda bulgaristan, sırbıstan’a saldırırsa yunanistan hem sırbistan hem de böylece itilaf devletleri tarafında savaşa katılmış olacaktı. venizelos’un öngördüğü çok kısa bir süre oldu ve bulgaristan, sırbistan’a savaş açtı. kral ise antlaşmanın sadece balkan ülkeleri arasında bir savaş için dizayn edildiğini, böylesine küresel bir savaş içerisinde aynı şartlara uymanın doğru olmayacağını bahane ederek, yine savaş ilan etmedi.

hem venizelos’un hem de itilaf devletlerinin sabrı artık taşmak üzereydi. bununla birlikte çanakkale savaşı’nın osmanlı tarafından kazanılması, kralın görüşlerinin güçlenmesine neden olmuştu. artık halk ile birlikte ordu da ikiye bölünmüştü. konstantin’in alman ve bulgar elçilere ülkesinin asla kendilerine karşı savaşa girmeyeceği garantisini verdikten sonra almanya da bu sefer açık açık krala savaş sonrasında çanakkale ve gelibolu’nun yunanistan’a bırakılacağını ve osmanlı içerisindeki rumların koruyuculuğunun da yine yunanistan’a olacağına dair söz verdi. bakın bunu, eski topraklarını alabilmek için almanya’nın yanında savaşa giren ve kendi sonunu getiren osmanlı devleti’ne karşı yapıyordu o sırada almanya. ne hoş di mi?

bulgaristan’ın sırbistan’a savaş ilan etmesi kuzeyden de alman ve avusturya-macaristan birliklerinin ülkeye girmesi üzerine ingiltere bu sefer kıbrıs teklifiyle geldi. yunanisyan, itilaf devletlerinin yanında savaşa girerse kıbrıs, savaş sonunda yunanistan’a verilecekti. kral, bu teklifi de reddetti.

bunun üzerine venizelos meclise başvurdu ve çoğunluğunu da kullanarak almanya ve bulgaristan’a karşı savaş ilan etti. ama bu kararın uygulanabilmesi kralın onayına ihtiyaç vardı. oylama sonucunda kral venizelos’u sarayına davet etti ve istifasını istedi. hükümeti dağıttı ve erken seçim ilan etti. venizelos’un partisi liberallar bu yeni seçimi, meclisin dağıtılmasının yasal olmadığını iddia ederek boykot ettiler. venizelos atina’yı terk ederek önce memleketi girit’e ardından da selanik’e geçti. ingiltere ve fransa ülkenin resmi ve legal temsilcisinin venizelos olduğunu düşünüyorlardı. ve onun daveti ile hem sırbistan’a yardım etmek hem de olası bir alman ve bulgar işgalinden ülkeyi korumak için selanik’e asker çıkardılar. ordu da daha önce söylendiği gibi bu dönemde artık venizelosçular ve kralcılar olmak üzere ikiye ayrılmıştı. itilaf devletlerinin selanik’e asker çıkarması üzerine kral yandaşı ordu ülkeyi itilaf devletlerinin işgalinden korumak için sırbistan sınırındaki bir karakolu alman ve bulgar ordusuna teslim ettiler. alman ve bulgar orduları bunla da kalmadı ve makedonya içerisinde selanik’e doğru ilerlemeye başladırlar. artık yapacak bir şey kalmamıştı. ulusal bölünme en sonunda yabancı ülkelerinden yunanistan topraklarını işgaline neden olmuştu. venizelos selanik’te yeni bir meclis kurdu ve ülkenin asıl ve legal hükümeti olduğunu ilan edip, atina hükümetini aforoz etti. yayınladığı genelgede amacının kralı devirmek olmadığını ve hatta kralı ve tüm ülkeyi bulgaristan’a karşı korumak olduğunu söylüyordu. buraya kadar gelebilen okuyucular, bu yaşananların bizim 23 nisan 1920’de kurulan meclisimizi ne kadar çağrıştırdığını fark etmişlerdir sanırım.

ülke artık iki başlıydı. atina hükümeti ve selanik hükümeti. atina’da halk çoğunlukla kralcıydı ve venizelosçulara karşı ayaklandılar. bu arada anadolu’dan atina’ya göç etmiş anadolu rumlarına karşı büyük bir taciz ve zulüm başladı. çünkü tüm anadolu rumları vezinelos taraftarıydı. her bir taraf birbirini vatan haini olmakla suçluyordu. ülke artık bir iç savaşın içerisindeydi. ülkenin parçalanmaması için özellikle fransa artık devreye girmişti. ne olursa olsun kraldan kurtulmaları gerekiyordu. bu arada selanik’teki itilaf kuvvetleri teselya’nın tamamını ele geçirmişti. fransa ve ingiltere donanması güney yunanistan’ı denizden ablukaya aldılar. hatta fransız ordusu atina’ya çıktı ve kralın ülkeyi terk etmemesi durumunda şehri bombalayacaklarını bildirdi. en sonunda konstantin teslim oldu. oğlu adına tahttan feragat etmeye hazırdı. lakin fransızlar, babası gibi alman yanlısı olduğunu bildikleri büyük oğlun tahta çıkmasını istemediler. onun yerine aklı bir karış havada ikinci oğlu tahtta geçirdiler: alexander. kral ailesi ile birlikte, ikinci oğlunu yapayalnız, tecrübesiz ve aşık (-ki bu aşk için ayrı bir destan yazılır bir ara ekşide) bir şekilde, üstelik de tahta geçtiği için suçlayarak sürgüne gitti.

artık tüm yunanistan fiziki olarak yeniden birleşmişti. atina’da ittifak devletleri’ne savaş ilan edildi. zaten artık 1917 yılı gelip çatmıştı. yunan ordusu savaşta zaten hali hazırda kendi toprakları üzerinde konuşlanmış fransız ve ingiliz birlikleri ile bir sene boyunca bulgarlara karşı savaştılar ve birinci dünya savaşını 5.000 zayiat ile tamamlamış oldular. bizde ki almanlar kaybettiği için biz de kaybettik safsatası yunanistan için de söylenebilir: ingiltere kazandığı için yunanistan da kazanmış oldu.

ama asıl kayıp milli birliklerinde oldu. demokratik yollardan veya anlaşarak ülke savaşa girmedi. ingiltere ve fransa’nın zorlamasıyla aslında sevilen bir kral ülkeden gönderilmiş oldu. fiziki birlik sağlanmıştı ama duygusal olarak ülke ikiye bölünmüş durumdaydı.

yine de gelecek için umut vardı. zira en sonunda itilaf devletlerinin yanında savaşa girmişler ve savaşı da itilaf devletleri kazanmıştı. kendilerine verilen pek çok vaat vardı: şimdi bu zorlu ve parçalanmış dört senenin acısını anadolu topraklarını ve hatta belki konstantinopolis’i geri alarak çıkarabilirlerdi.

ve yunanistan için savaşın asıl kısmı şimdi başlıyordu: türk kurtuluş savaşı.

mondros ateşkes antlaşması

itilaf devletleri, savaşın mağlupları ile antlaşmaları art arda yaparken, osmanlı devleti ile olan barış antlaşmasını en sona bırakmışlardı. çünkü en önemli ve en stratejik, dünyanın geleceğini belirleyecek olan en büyük kararlar osmanlı devleti üzerinden alınacaktı. herkesin isteği ve arzusu vardı. bu doğrultuda mondros ateşkes antlaşmasıyla idare edilip asıl barış antlaşması neredeyse iki sene boyunca ertelendi. zaten ateşkesin hükümleri bile osmanlı devleti içerisinde itilaf devletlerinin istediklerini yapabilmesine fırsat veriyordu.

malumunuz mondros ateşkes anlaşmasının, itilaf devletlerinin güvenliğini sağlamak adına osmanlı devleti içerisinde istedikleri yeri askeri kontrol altına alabileceklerine dair bir maddesi vardı. paris’te kaybeden devletler için barış antlaşmalarının hazırlandığı bir konferans düzenlenirken -daha barış antlaşması imzalanmadan- ateşkesin 7. maddesine dayanarak italya, antalya’ya asker çıkardı (28 mart 1919). batı anadolu’nun nasıl paylaşılacağı henüz belirsizdi ve hem italya’ya hem de yunanistan’a neredeyse aynı bölgeler vaat edilmişti. italya durumu kendi lehine çevirmek için önce davranmış ve antalya’dan izmir’e doğru da ilerlemeye başlamıştı. yunanistan, kulis arkasında ingiltere’nin teşvikiyle bir an önce izmir’e asker çıkarıp, toprakları garanti altına almaya karar verdi. çünkü italya burayı ele geçirirse geri almanın neredeyse imkansız olduğu aşikardır tabii yine de çıkarmayı haklı göstermek için öncelikle fransızların ve abd’nin ikna edilmesi lazımdı. ikna yolu için elbette “özellikle aydın ili çevresinde rumlara yönelik katliamların olabileceği endişesi” öne sürülmüştür.

italya peki hayır dememiş midir bu duruma? bu yine başka bir konu ama kısaca genel olarak durumu şöyle özetleyelim: paris barış konferansı, italya için tam bir fiyasko olmuştur. dönemin italyan başbakanı ingilizce bilmiyordu ve tüm görüşmelere yanında kökeni protestan bir ingiliz olan dışişleri bakanı ile birlikte giriyordu. italya büyük kazanımlarla dönmeyi bekliyordu çünkü kendilerinin bir anda taraf değiştirip itilaf devletleri yanında savaşa girmelerinin, savaşın kazanılmasında büyük bir payı olduğunu düşünüyorlardı. yine tüm savaş sürecinde 700 bin askerini kaybetmiş bir devletti italya (yunanistan’ın 5.000 olduğunu hatırlatalım yine). lakin beklentileri imzalanan antlaşmalar ile hiç karşılanmamıştır. bırakın anadolu üzerindeki toprakları, genel olarak avusturya-macaristan’ın sahip olduğu kendi sınırına yakın bazı yerleri bile alamamıştı. ayrıca afrika’da da koloni beklentileri vardı ama bunları da elde etmeyi başaramamıştı. başbakan orlando, gelen eleştiriler üzerine istifa etmek zorunda kaldı. sonuç olarak bu durum italya içerisindeki milliyetçi ve faşist takımının kullandığı bir argüman olmuş ve itilaf devletleri tarafından ihanete uğradıkları söylemini, kendi iktidarlarını ve ideolojilerini oluşturmak ve güçlendirmek için oldukça sık kullanmışlardır. italya’nın önce iç politikasını sonra da tüm avrupa’yı oldukça meşgul edecek bu gelişmelerin türkiye açısından, italya’nın kısa sürede anadolu’da yeniden tavrını değiştirip, itilaf devletlerini yarı yolda bırakmalarına ve savaşsız bir şekilde ankara hükümeti ile anlaşıp sessiz sedasız anadolu’dan çekilmelerine ve böylece yazımızın asıl konusu olan yunanistan ve küçük asya felaketine dolaylı bir etkisi olmuştur.

izmir’in işgali

sonuç olarak fransız ve ingiliz zırhlılarının yardımıyla 15 mayıs günü izmir’e 15 bin asker ile çıkarma yapılmıştır. bu o zaman için megali idea’nın gerçekleşmesine yönelik büyük bir adım olarak görülürken bugünden baktığımızda küçük asya felaketi’nin resmi başlangıcıdır da diyebiliriz.

çıkarma öncesinde 11 mayıs’ta kavala’dan hareket edecek yunan askerlerine nereye gidecekleri söylenmemiş sadece, “nereye gidiyor olursak olalım şunu bilin ki yabancı esaretindeki yurttaşlarımızı kurtarmaya gidiyoruz. gittiğimiz yerde kendi yurttaşlarımızdan başka türklere, yahudilere ve batılılara denk geleceğiz ve herkese eşit davranacağız. çok yakın bir zamanda onlar da bizim kardeşlerimiz olacaklardır, eğer gerçek birer yunan olabilirlerse”
nasıl yani? gerçek bir yunan olabilirse? burada anlatılmak istenen bu toprakların en nihayetinde yunanistan’ın olacağı ve bu topraklarda yaşayan müslüman ve yahudilerin de dolayısıyla yunan vatandaşı olacağıdır. yunanistan vatandaşı olmak yunan olmak anlamına da geliyordu. çünkü ulus devlet bunu gerektiriyordu. bu ince ayrım daha sonradan yunanistan içerisindeki azınlıklar için bir sorun haline gelmiştir. ve elbette bulgaristan içerisindeki azınlıklar içinde. ve romanya’da ve macaristan’da.. ve –hala- türkiye’de.

iyi bir vatandaş olmaları ile iyi bir yunan olmaları eşanlamlıydı evet ama azınlıkların iyi bir vatandaş olurken iyi bir yunan olamayacakları dolayısıyla iyi bir vatandaş da olamayacakları konusundaki şüphe ve güvensizlikler en sonunda lozan barış antlaşması’nda türkiye ile yunanistan arasında nüfus mübadelesinin yapılmasına neden olmuştur. yani izmir’e giderken askerlere verilen bu nutuk dört sene sonra kendilerine kesilen bir faturaya dönüşmüştür.
ayrıca eşit davranma konusunda yunan ordusu daha ilk günden hiç de başarılı olamamıştır. 14 mayıs günü izmir’deki yunan konsolosluğu ertesi gün yunan ordusunun şehre çıkacağını halka bildirmiştir. elbette bu şehirdeki rumların çok büyük bir kesimi için kutlama anlamına geliyordu. ertesi gün kurtarıcılarını karşılamak için rumlar organize olmaya ve eğlenmeye başlamışlardı. şehrin yahudileri, yüzlerce yıldır avrupa’nın çeşitli yerlerinde olduğu gibi burada da giden geleni aratabilir tavrıyla “hadi bakalım hakkımızda hayırlısı” diyerek sessiz kalırken, türkler kendi mahallelerine çekilmiş gece boyu kandillerini yakıp davullar çalarak durumu çaresizce protesto etmişlerdir.

ve 15 mayıs günü sabahın erken saatlerinde yunan ordusu izmir’e çıkarma yaptı. üst düzey askeri yetkililerden önce düşük rütbeli subaylarla yunan askerleri, tüm liman ve kordon boyu asılmış yunan bayraklarıyla süslenmiş izmir’e çıkarken, hem izmir başrahibi tarafından kutsanıyorlardı hem de iletişim ve lojistik hataları yaparak şehrin sokaklarında kayboluyorlar, gitmeleri gereken yerlerden farklı yerlere doğru savruluyorlardı. bu yanlışlıktan ötürü bir yunan taburu yanlışlıkla osmanlı karakolunun önüne gelmiş ve kimin yaptığı bilinmez (biz de hasan tahsin denir ama bu ilk kurşunun onun tarafından sıkılmış olduğu hikayesi üzerinde şüpheler vardır) bir kurşunun yunan taburuna sıkılması üzerine, türk karakolu yunan askerlerince taranmıştır. karakoldaki türkler, yaylım ateşi karşısında teslim olmak zorunda kalmış ve esir alınmışlardır. hemen liman tarafına, bir gemide hapis edilmek üzere, silahları alınmış bir şekilde götürülen bu türk esirler herkesin gözü önünde, “çok yaşa yunanistan” “çok yaşa venizelos” diye bağırmaya zorlanmış, bir çoğu boğulması için denize atılmıştır. yine bir türk subayı sırf yürürken sendeleyip düştüğü için bir yunan askeri tarafından dipçikle kafasına vurulmuş ve yerde yatarken başına bir kurşun sıkılarak infaz edilmiştir.

o gün ve hemen ertesinde yunan ordusu aydın ve çeşme’ye doğru harekete geçmiş ve buraları da işgal etmiştir. izmir içerisinde ise hem yahudilere hem de türklere karşı tacizler ve saldırılar yaşanmıştır. daha en başından yunan ordusunun bu tavrı üzerine ingiltere araya girmiş ve sert bir şekilde venizelos’a durumu kontrol altına alması için ultimatom vermiştir. bir yunan komisyonu durumu araştırmış ve 15 mayıstan haziran sonuna kadar geçen sürede 2 yunan askerinin, 1oo rum sivilin ve 400 türk sivilin öldüğünü tespit etmiştir. abd’li bir subay ölen türk sayısının 1000 olduğunu dile getirmektedir. 

mayıs 1919 yılından sevr antlaşmasının imzalandığı ağustos 1920 yılına geçen süre içerisinde yunan ordusu izmir’in güvenliğini sağlayabilmek için anadolu’nun içerilerine doğru alaşehir ve balıkesir ve bursa’yı da alacak şekilde işgal hareketine devam etmiştir. yine trakya içerisinde de artık yunan ordusu vardı. sadece çatalca hattında tutulmuşlardı ve istanbul’a giriş yapmalarına izin verilmiyordu.

sevres antlaşması

itilaf devletleri osmanlı ile imzalanacak barış antlaşması ile ardı ardına konferanslar düzenliyordu. bir türlü nihai antlaşma metni üzerinde bir karara varamamışlardı. bu arada mayıs 1919 yılında mustafa kemal samsun’a çıkmış ve kısa bir süre içerisinde bir bağımsızlık harekatı başlatmıştı. ne itilaf devletleri ne de yunanistan bu harekatı çok korkutucu bulmuyordu. sonuç olarak orduları dağıtılmış ve silahlarına el konulmuş bir ülkeden ne kadar büyük direniş bekleyebilirlerdi ki?

yine de bu bağımsızlık hareketi, anadolu’nun ve büyük şehirlerin farklı yerlerinde ama oldukça cılız olan türk direnişini ve kurtuluş ülküsünü harekete geçirdiği ve bunun etkisiyle son kez toplanan istanbul’daki meclis-i mebusan’ın misak-i milli’yi kabul etmesi, itilaf devletlerini harekete geçirmiş, istanbul resmen işgal edilmiş ve meclis dağıtılmıştır. buna istinaden 23 nisan’da ankara’da bmm açılmış ve ülkenin –artık geriye ne kaldıysa- resmi temsilcisi olduğunu dünyaya ilan etmiştir. 

antlaşmanın artık daha fazla ertelenemezdi ve bir an önce hazırlanıp türk bağımsızlık hareketi güçlenmeden nihayete kavuşması gerekiyordu. ağustos ayında paris yakınlarında sevr’de bir porselen fabrikasında osmanlı devleti ile barış antlaşması imzalandı. şimdi tüm yazar kimliğimden sıyrılıp leş sokak insanı kimliğime bir an için bürünmek istiyorum: lozan barış antlaşması’na burun kıvıranların götüne sevres antlaşmasını kıvırıp sokmak lazım. daha başka bir şey söyleyemeyeceğim. antlaşmanın bizi asıl ilgilendiren kısmına, yunanistan ile olan maddelerine genel olarak bakalım.

yunanistan, trakya topraklarını ele geçirdi. çatalca hattına kadar olan yerler artık yunanistan’a aitti. 

gökçeada ve bozcada yine yunanistan’a verilmişti. bununla birlikte marmara denizindeki tüm adaların (avşa’dan büyükada’ya) hepsi yine yunanistan’ın egemenliğinde olacaktı.
izmir için ise şöyle bir karar alınmıştı. izmir’de hal-i hazırdaki yunan ordusunun varlığı devam edecekti. egemenlik hakkı osmanlı’da olmak üzere yönetim hakkı kurulacak bir yerel parlamentoya devredilecekti. 5 sene sonra yapılacak bir plebisit ile şehir isterse yunanistan’a bağlanabilecekti.

karadeniz üzerinde yunanistan’ın herhangi bir hakkı öngörülmüyordu.

istanbul, osmanlı hükümetin ve padişaha bırakılmıştı. yani padişahın burada yaşamaya devam etmesine izin veriyordu. şimdilik yunanistan’a bırakılması söz konusu değildi. ama yunanistan zaten çatalca’ya kadar sınırını genişlettiği için istanbul’un ensesindeydi artık.

sevres’te imzalanan antlaşmanın ardından artık ülkelerin bu antlaşmayı onaylaması gerekiyordu. istanbul’da meclis olmadığı için antlaşma padişah vı. mehmet’in kucağına konuldu. ankara’daki meclis ise bu antlaşmanın onaylanmasının hiçbir şekilde mümkün olmadığını zaten dile getirmişti. bu sırada itilaf devletlerinden açık bir şekilde yandaş olan damat ferit’in hükümeti gitmiş yerine ahmet tevfik paşa sadrazam olmuştu. ahmet tevfik paşa aslında paris’te düzenlenen konferanslara osmanlı delegesinin başı olarak katılmış ve hazırlanan antlaşmaya karşı gelmişti. dolayısıyla geri çağrılmış ve damat ferit’in gönderdiği başka bir delege antlaşmayı imzalamıştı. zaten antlaşmaya karşı olan ahmet tevfik paşa şimdi sadrazamlığında antlaşmanın onaylanabilmesi için ulusal bir bütünlüğün olması gerektiğinin altını çizmişti. ingilizler tarafından kapatılan meclisin çoğu üyesi artık ankara’daki meclisteydi. yani dolayısıyla ahmet tevfik paşa onay için ankara’nın da işin içinde olması gerektiğini söylüyordu. ama ankara’daki meclis elbette ingiltere tarafından kabul edilen bir kurum değildi. aslında ingiltere, misaki-i milli kararını alan istanbul’daki meclis-i mebusan’ı “bu küstahlara günlerini gösterelim” diye kapatarak bir nevi kendi ayağına sıkmış oluyordu. istanbul’da olan bir meclisin üzerinde baskı belki kurulabilirdi ama ankara’daki bu oluşuma sözlerini geçirebilmelerinin bir imkanı yoktu. eh ya da aslında bir seçenek vardı. yunanistan’a yürü ya kulum demek.

böylece yunan ordusu, sevres antlaşmasını kabul ettirebilmek için anadolu’nun içlerine dolu harekete geçti. peki izmir’i bile doğrudan yunanistan’a bırakmayan, padişahı istanbul’dan kovmayan, pontus üzerinde yunanistan’ı bir seçenek olan görmeyen bu antlaşma için yunanistan kendini niye yoruyordu?

aslında cevap çok basit. özellikle fransa ve italya’nın çok tepkisini çekmemek için antlaşmada yunanistan’a görece çok şey bırakılmamıştı ama pek çok boş alan da vardı. 5 sene sonra izmir’de yapılacak olan halk oylamasının sonucunun şimdiden ne olacağı barizdi. istanbul için böyle bir madde yoktu ama rusya karşısında bu şehrin ne olacağı ve ne olması gerektiği herkesin kafasında hala büyük bir soru işaretiydi. evet padişah hala şehirdeydi ve boğazların yönetimi için kurulacak komisyonda bir türk üye de olacaktı ama ordusu jandarma düzeyine indirilmiş ve donanması çocuk oyuncağı bırakılmış osmanlı’nın istanbul’u korumaya gücü olmayacaktı. zaten antlaşmaya göre böyle bir hakkı da yoktu. mondros ateşkes antlaşması’nın imzalanmasından sonra şehre yerleşen işgal kuvvetleri daha ilk günden türkleri ikinci sınıf vatandaş durumuna düşürmüştü. türklere ve özellikle türk askerlerine yönelik zaman içerisinde pek çok aşağılayıcı ve bıktırıcı eylemler olmuştu. ayrıca türklerin, hristiyanlara göre kendi dinlerinden olmayan bir iktidar altında yaşamaktansa göç etme eğilimlerinin daha yüksek olduğu yüzyıllardır osmanlı’nın her toprak kaybedişinde gözlemlenen bir olguydu. tabii istanbul’da bir araya gelmiş türk aydınları ve entelektüelleri bu duruma karşı çıkacaklar ve seslerini duyurmaya çalışacaklardı belki; ama karşı tarafın söylemlerinin her zaman için dünya kamuoyunda nasıl da daha sistematik bir şekilde dile getirildiğini ve bununla mücadele edilip edilemeyeceği şüphelidir. tüm bu açılardan bakıldığında, tarihi referanslar da zaten yunanistan’dan yanayken, istanbul’un akıbetinin de eninde sonunda izmir gibi olacağını düşünmemek için ortada bir neden yoktu. ankara’daki asi hükümeti yola getirmek için harekete geçen yunan ordusunu megali idea sevdası da ayruca tetikliyor olmalıydı. yunan ordusu sadece büyük devletlere hizmet etmiyor, aynı zamanda milli ülküsünü de yerine getiriyordu. türk ordusu – kazım karabekir’in kumandasında ki doğu ordusunu saymazsak- hala profesyonel bir ordudan daha çok milis kuvvet görünümündeydi ve can sıksa da baş ağrıtmıyordu. aslında iyice gözlemleyebilenler için tek sıkıntı yunanistan’ın kendi içerisinde olan bölünmeydi.

lakin şimdilik yunanistan içerisinde işler yolunda gözüküyordu. asi ve almancı kral ülkeden gönderilmiş ve yerini kukla durumundaki ikinci oğluna bırakmıştı. venizelos tek başına iktidardaydı ve hiç olmadığı kadar güçlü görünüyordu. yine de 1917 yılında ülkenin kuzeyden ittifak güneyden ise itilaf devletleri tarafından işgal edilmesine neden olan kutuplaşma tamamen sönmüş değildi. paris barış konferası’nda ülkesini temsil etmek için neredeyse iki senedir fransa’da olan venizelos, ülkesinde kendisine yönelik sevgiye bir de burada kazandığı uluslar arası itibarı eklemişti. amerikan başkanı wilson, en çok onunla sohbet etmekten hoşlanıyordu. basının da kendisine ilgisi büyüktü ve onu genç 20. yüzyılın en dahi politikacısı olarak görüyorlardı –ki venizelos anadolu’da kazandığı topraklar gibi bu ünvanı da kısa süre içerisinde mustafa kemal’a devredecekti. ağustos 1920 tarihinde her şey venizelos için büyük bir galibiyetti. önce bulgaristan ile neuilly barış antlaşmasıyla yunanistan batı trakya’yı alıyor ve buulgaristan’ın ege ile olan bağlantısını sonsuza kadar kesmiş oluyordu. sevres antlaşmasının kazançlarını zaten saymıştık. 

(burada itilaf devletlerinin osmanlı’ya olan yaklaşımını bir de şu şekilde anlatalım. savaş sonunda almanya, avusturya ve macaristan –artık ikisi ayrı devletler olduğu için ayrı iki antlaşma imzalamışlardır- bulgaristan ve osmanlı devleti’yle barış antlaşmaları imzalandı. her biri paris’in yakın bir çevresinde farklı yerlerde imzalanmış bu antlaşmalara bakarsak, her bir ülke için saray ve şatolar ayarlanırken, osmanlı devleti antlaşmasını bir porselen fabrikasında imzalamıştır)

her şey mükemmel görünüyordu. yunanistan için bayram zamanıydı. ama o da ne? atina’da sayıları hiç de azımsanamayacak kadar çok olan bir topluluk toplanmış ve “ve da feyume” diye bağırıyorlardı; yani “onları istemiyoruz”. onlardan kasıt sevres antlaşması ile elde edilen topraklardı. ilginç değil mi? aynı zamanda tahttan indirilip sürgüne gönderilmiş eski krallarının da ismini bağırıyorlar ve onun için çok yaşa diyorlardı. şu tarihi efsanelerine göre konstantinopolis’i geri alacak kralları!

peki bunun altında yatan gerçek neydi? günümüz açısından bakınca bile, neredeyse altın tepsi ile önlerine sunulmuş eski bizans topraklarını istemeyecek bir yunan vatandaşının olabileceğini –pek tabii çoğunlukla da kendi yargılarımızla- düşünebilmemiz çok mümkün gözükmüyor. o zaman bu öfkenin ve reddin sebebi neydi!

venizelos’un kendisi! yunanistan, ulusal bölünme konusunda öyle bir kutuplaşmaya girmişti ki, bu iki kutbun safları birbirlerini kolay kolay affedemiyorlardı.

Venizelos

venizelos

venizelos’un eli aslında dünya savaşı esnasında oldukça güçlüydü. yunanistan’ın eline bir kere daha topraklarını genişletebilmesi ve megali idea’sına kavuşabilmesi için fırsat geçmişti. ama kral bir türlü harekete geçmiyordu. venizelos, kendi sonunu getiren adımı işte tam da burada attı. demokrasiyi bir tramvaya benzetti ve kendi istediklerini elde edebilmek için istediği durakta bir anda tramvaydan atladı ve peşinde de yabancı (batılı) ülkelerin askerlerini beraberinde getirdi. kral, belki alman yanlısıydı belki ülkeyi ekonomik olarak felakete sürükleyecek bir savaşı istemiyordu, sebep ne olursa olsun; anayasa savaş konusunda son kararı krala bırakıyordu. venizelos ise aslında –kendince- ülkesinin yararı için –kimilerince ise kendi kişisel kavgasını kazanabilmek için- kendi vatanını (bizzat davet ederek) yabancı güçlere işgal ettirdi. almanya ve bulgaristan’ı tehlike olarak gösterirken, ingiliz ve fransız askerleri selanik’i işgal ettiler. bağımsız bir ülkenin bu şekilde en önemli ikinci şehrinin güya ülkenin yararına bile olsa işgal edilmesi, megali idea’yı gerçekleştirelim derken ulusal gururun yüzüne atılmış büyük bir tokat oldu. savaşa girmek yunanistan’ın yararına olabilirdi ama zorlanarak savaşa sokulmak ayrı bir vakaydı. bir de durum selanik’in işgali ile kalmamış, fransa, kralı ikna etmek için “ya kabul edersin ya atina’yı bombalarım” diye tehditte bulunmuş ve hatta atina’ya asker bile çıkarmıştı. kral ülkesinden kendi halkı değil yabancı ülkelerin zorlamasıyla kovulmuştu. üstelik küstahlık burada da bitmemiş, veliahtın taht hakkı bile makul görülmemiş onun yerine ikinci evlat alexander tahtta çıkarılmıştı. sonuçta yunanistan’ın savaşa girmesi, abd gibi kendi özgür iradesiyle değil, büyük devletler tarafından tokatlanarak olmuştu. pek çok yunan vatandaşı bu aşağılanmayı unutmamıştı. anadolu rumları ve yunanlar arasındaki görüş farklılığı da burada başlıyordu. rumlar için ne olursa olsun, hangi taklalar atılırsa atılsın sonuçta osmanlı’dan kurtulabilecekler ve megali idea’yı gerçekleştirebileceklerse her şey makuldu. ama onlar henüz vatandaş değillerdi. yunanistan kurulalı artık neredeyse yüz yıl olmuştu ve yunanların ulusal devlet ve milliyetçilik bilinçleri anadolu rumlarının yaklaşımlarından çok daha farklıydı. elbette megali idea’nın gerçekleşmesini onlar da isterdi ama bu şekilde aşağılanarak değil. venizelos ülkelerine ihanet etmişti. ve artık sadece beş yıl öncesinin royalistlerinin değil kendi seçmeninin de böyle düşündüğünü çok kısa bir süre sonra venizelos’un kendisi de -kendi ülkesinde- anlayacaktı.

kendi ülkesinde diyorum çünkü venizelos’a ilk uyarı atışı paris’te gerçekleşti. hem de neredeyse canını alacak bir uyarı atışıydı bu. artık zaferini kazanmış, ülkesine dönmek üzere tren garında beklerken (o dönemlerde sivil havacılığın olmadığını, sayın venizelos’un ülkesine dönmek için önce trenle paris’ten marsilya’ya gitmesi gerektiğini, ordan da bir gemi yolculuğu ile atina’ya dönebileceğini nedense eklemek istedim) iki kral yanlısı yunan, kendisine bir suikast girişiminde bulundular. neyse ki suikast başarılı olmadı. ama haber atina’ya ulaştığında venizelostçular ortalığı ayağa kaldırdılar ve royalist olduğuna inandıkları kişilere saldırıp dükkanlarını yağmaladılar. ulusal bölünme sürekli bir intikam duygusuyla devam ediyordu. bu arada venizelos da atina’ya döndü. bir ulusal kahraman olarak döndü. sokaklara dökülmüş binlerce insan ve mavi-beyaz yunan bayrakları, tezahüratlar, sevgi gösteriler arasında venizelos bir kahramandı. ülkesini iki kıtaya ve beş denize kavuşturmuştu.

1920 yılı yazı işte böylece bitmiş oldu. aslında bitmiş olan sadece yaz değildi. yunanistan’ın yazı da bitmek üzereydi.

maymunun ısırığı

ekim ayında ingiltere’nin yine kulağına fısıldamasıyla yunan orduları bir kere daha harekete geçtiler. bir an önce ankara’ya ulaşıp sevres antlaşmasını dikte ettirmek istiyorlardı. işte tam da bu sırada hiç beklenmeyen bir şey oldu. kral öldü! hem de henüz 27 yaşındayken. babası sürgüne gönderilip abisi de tam babasının oğlu olduğu için taht hakkı elinden alındığından bir anda kral olan genç alexander, günlerini venizelos hükümetinin baskısıyla sarayında bir esir olarak geçiriyordu. hem tahtı kabul ettiği için ailesi tarafından neredeyse aforoz edilmişti (aslında kabul etmek zorunda kalmıştı tahtı) hem de bir soylu ile değil de kökeni bizim istanbul’un fener mahallesine dayanan avam bir ailenin kızıyla gizlice evlenip büyük bir skandala imza atmasından ötürü halk tarafından da pek sevilmiyordu. zaten genç ve tecrübesizdi. siyasetin al takke ver külah oyunlarına alışık değildi çünkü zaten abisi veliaht olduğundan pek kral olarak da yetiştirilmemişti; sonuçta venizelos ve itilaf devletlerinin bir kuklası haline dönüştü. sarayının bahçesinde 2 ekim’de köpeklerini gezdirirken, sarayın hayvanat bahçesinden bir maymun, köpeklerden birine saldırdı. genç kral, köpeği kurtarayım derken bu sefer maymun onu dizinden derin bir şekilde ısırdı. ne alexander ne de çevresindeki hizmetliler durumu çok ciddiye almadılar. yara temizlendi ama başkaca bir işlem yapılmadı. hemen o akşam kral hastalandı. yüksek ateş ve sepsis nedeniyle yatağından kalkamayacak duruma geldi. doktorlar durumu fark ettiklerinde yapmaları gerekeni yapamadılar çünkü kimse bir kralın bacağını kesme konusunda yeterince cesur değildi. genç kralın durumu gün geçtikçe fenalaştı. artık nöbetler geçiriyordu ve kurtulmasının imkanı kalmamıştı. 25 ekim tarihinde vefat etti.

kral ölünce ertesi gün gazeteler yeni kralın kim olacağını ilan edemediler çünkü kimi kral ilan edeceklerdi? ölen kralın, kabul edilmeyen evliliğinden, kabul edilmeyen bir kız çocuğu vardı ve henüz bir yaşındaydı. onun varis olabilmesi mümkün değildi. baba kral ve büyük abi sürgündeydi. tekrar çağrılmaları için de bir neden yoktu. bunu ne venizelos ne de fransa isterdi. sonuç olarak teklif en küçük erkek kardeş, paul’e gitti. zaten ailesi ile sürgünde olan ve o sırada henüz 19 yaşında olan paul de bu teklifi kabul etmedi.

venizelos için harekete geçme vakti gelmişti. madem yunan tahtına çıkaracak bir kral bulamıyorlar ve eski kral da bir zahmet küçük oğlunu kral olması için göndermiyordu, o zaman rejimi değiştirmekten başka bir çare kalmıyordu. en son seçimlerden bu yana 5 sene geçmişti ve zaten 25 ekim tarihinde bir seçim yapılacaktı. alexander’ın hastalığı ve ölümünden dolayı seçim 14 kasım’a ertelendi. tüm dünya gibi venizelos da büyük bir galibiyet bekliyordu. bu galibiyet kendisine krallığı kaldırma olanağı da verecekti. lakin beklenen olmadı. venizelos seçimi hem de büyük bir farkla kaybetti. hatta kendisi seçime girdiği bölgeden vekil bile seçilemedi. apar topar ertesi gün paris’e kaçtı.

yunanistan, 1913 yılından beri savaşlarla ve iç çalkantılarla uzun bir 7 sene geçirmişti. savaş yorgunluğunu üstlerinden atmak istiyorlardı ama bu küçük asya’da henüz nihayete kavuşmamış bir savaşın devam etmesinden dolayı da bunu yapamıyorlardı. seçimi neden venizelos’un kaybettiği artık aşikardı. ülkeyi yabancı devletlere sattığı, kendi hırsı yüzünden ulusal onuru zedelediği için cevabını almıştı. ama bu aynı zamanda yunan halkının bu yeni savaşı devam ettirmek istemediği anlamına da geliyordu. bu aynı zamanda sürgüne gönderilen kralı halkın geri istediği anlamına da geliyordu. ve bu istek yeni kurulan kral yanlısı hükümet tarafından yerine getirildi. ingiltere ve fransa’nın protestolarına rağmen bir referandum yapıldı ve bu oylamada halkın %99’u evet diyerek eski kralı yeniden tahtta oturttu. i. konstantin’in ikinci saltanatı böylece başlamış oldu. ama o da çok uzun sürmeyecekti.

kralın yeniden tahtta geçmesi hem fransızları hem ingilizleri hem de anadolu rumlarını oldukça öfkelendirdi. özellikle fransa’nın artık, zorla tahttan gönderdiği ve geçmişten hiç de iyi anıları olmayan bu adamı yeniden muhatap görmek konusunda hiç isteği yoktu. bu isteksizliği, ingiltere’nin kendisine danışmadan mondros ateşkesini hazırlamış olmasının verdiği kızgınlık ve savaş sonrası değişen hükümetle oluşan savaş öncesi ülkülere olan yabancılaşma ve savaş karşıtı fransız toplumu da besliyordu. bu koşullar kısa bir süre sonra ankara hükümeti’nin lehine bir sonuç çıkaracaktır.

ülke şimdi yeni bir yöne doğru gidiyordu. ama koşullar hala aynıydı. çok büyük bir ülke olmayan yunanistan’da genç nüfusun neredeyse hepsi ege’nin karşı kıyısında savaşı bekliyorlardı. ekonomi çok kötüydü. işsizlik ve açlık vardı. tarlalar sürülmüyor, sanayi gelişmiyordu. üstelik ülke sürekli olarak askeri harcamalar yüzünden borçlanıyordu. yeni hükümet huzur, istikrar ve refah vaat ediyordu. bunun için savaşın bitirilmesi gerekiyordu.
işte burada belki de en kötü kararı aldılar. ama zaten bu kararı almak zorundaydılar. ok yaydan çıkmıştı bir kere. küçük asya’dan orduların çekilmesi mümkün değildi. evet venizelos bu durumu oluşturmuştu ama bu fransa’nın maraş ve antep’ten çekilmesi gibi bir şey olamazdı. tarih bunu affetmezdi. artık ne olursa olsun bu savaşın, kazanımlarla sonlandırılması lazımdı. böylece hem venizelos’tan kurutulunmuş hem de galibiyetin meyveleri kendi adlarına toplanmış olacaktı. hem şimdilik durum pek de kötü gözükmüyordu. hala daha açık bir savaş durumuna geçememişti ankara. hala düzenli bir türk ordusundan bahsedilemezdi. dolayısıyla kral ve yeni hükümet savaşın devamına karar verdiler.

ama bu sırada yeni hükümet devlet idaresindeki venizelosçuları ayıklarken ordu da yenileniyordu. venizelosçu pek çok subay ve komutan ya kendiliğinden istifa ettiler ya da görevden alındılar. bununla birlikte dokunulmayanlar da oldu. alt kademe subaylar ise bu temizleme harekatından muaf tutuldular. ordu içerisine de yansımış olan bu ulusal bölünme vakaları ve taraf tutmalar, yunan ordusunun komutasını, ast-üst ilişkilerini ve daha da önemlisi morallerini ve savaşma isteklerini oldukça olumsuz bir şekilde etkileyecekti. bu esnada kralın dönüşünü kabul edemeyen kimi venizelosçu üst düzey subaylardan bazıları konstantinopolis’e kaçarak burada demokratik savunma isimli bir örgüt kurmuşlar ve atina’ya karşı propagandaya başlamışlardı.

ordular ilk hedefiniz ankara’dır 

ve yeni düzen, hedefe ulaşmak için kaldığı yerden ordularını harekete geçirdi. ocak ayının ilk haftasında yunan ordusu, bursa’dan eskişeher’e doğru ilerliyordu. ismet paşa’ya soy adını hediye eden inönü mevkinde iki ordu karşı karşıya geldi ve küçük çaplı bir savaş olsa da türk ordusu ilk defa olarak kendini açık bir muharebede gösterdi ve ilk muharebesinde de başarıya ulaşıp yunan ilerleyişini durdurdu. bu yeni hükümet için ufak bir engel olarak görüldü. kendi basınlarında başarısızlığın yazılmasına izin vermediler. ankara hükümeti için de savaşı kazandıracak bir muharebe değildi kesinlikle. ama pek çok başka şey kazandırdı.

mart ayında sovyet rusya ile moskova antlaşması imzalandı. henüz ne türkiye cumhuriyet’i kurulmuştu (kağıt üstünde istanbul hükümeti hala resmi temsilci kabul ediliyordu) ne de lenin hükümeti henüz tam anlamıyla sovyetler birliği haline gelmişti. yani bu antlaşma iki devrimci hükümet arasında imzalanmış bir antlaşmadı. yine de rusya gibi büyük bir gücün o sırada yönetimi elinde bulunduran en güçlü partisinin ankara hükümeti’nin misak-i milli şartını kabul etmesi çok önemli bir prestijdi. antlaşmayla türkiye’nin şu anki doğu sınırları belirlenmiş oldu. çarlık rusyası ve osmanlı imparatorluğu arasında imzalanmış tüm eski antlaşmaların geçersiz olduğu ilan edildi. sovyet rusya ve ankara hükümeti dünyaya sevres antlaşmasının öngördüğü doğu sınırlarını ve abd’nin yargısına bırakılmış ermenistan sınırlarını tanımadıklarını ilan etmiş oldular (-ki sevres antlaşmasına abd dahil olmak istememiş, abd başkanına bırakılan ermenistan sınırlarını belirleme maddesini de uygulamayı reddetmiştir). yıllarca osmanlı devleti içerisinde bir yunanistan yaratmak için uğraşan rusya, şimdi batılı devletlerin korumasındaki yunanistan’a karşı ankara hükümetiyle anlaşıyor ve üstelik para ve silah yardımında bulunmayı da taahhüt ediyordu. yine ilk inönü zaferinin hemen ardından mecliste bir birlik oluşabilmiş ve 1921 anayasası diye bildiğimiz (-ki aslında terimsel olarak tam bir anayasa diyemeyiz) teşkilat-ı esasiye kabul edilmiştir.

öncelikle yunan hükümetinin değişmesi, itilaf devletlerini endişelendirmişti. yunan orduları beklendiği gibi anında türk direnişini kıramamıştı ve yol yakınken belki de diplomasi yolu denenmeliydi. londra’da şubat ayında hemen yeni bir konferans düzenlendi. sevres antlaşmasının revize edileceği sözü verildi ama ankara’ya sunulan tek şey bazı ekonomik feragatlarda bulunmak ve ordu kapasitesini 85.000 kişiye çıkarmalarına izin vermek oldu (sevres antlaşmasında savaş sonrasında osmanlı’nın ordusunun 50.700 kişi ile sınırlandırılması şartı vardı). ankara, teklifi reddetti elbette. konferansta türk tarafına taviz verilmesini istemeyen bir diğer taraf yunanistan’dı. onlar da bu teklifleri reddettiler. hem yeni kurulan hükümet daha ilk aylarından türklere taviz veren taraf olmak istemiyor hem de savaşı kazanacaklarına inanıyorlardı. rasyonel açıdan bakınca, hala kazanmamaları için de bir neden yok gibiydi.

bu doğrultuda yunanistan yeniden harekete ve geçti. yine aynı yerde inönü’de iki ordu karşılaştı. zafer yine türklerin oldu. 

nisan ayında gerçekleşen bu savaşın ardından artık yunanistan, savaşa kesin bir son vermek amacıyla ilk iki muharebenin ordularından (inönü muharebeleri) çok daha büyük bir kuvvetle ankara üzerine harekete geçtiler. birinci inönü savaşında yunan askeri kuvveti 18 binken, ikincisinde bu sayı 30 bindi. şu anda harekete geçen kuvvet ise 110 bini bulmuştu. bu sırada hem ankara meclis içinde birliğini oluşturmuş, uluslar arası prestijini güçlendirmiş ve hem artık ipleri türkler lehine oldukça gevşetmiş olan fransız ve italyanların gözlerini kapamasıyla istanbul ve anadolunun çeşitli yerlerinden hem de moskova antlaşmasıyla rusya’dan gelen teçhizat ve silahlarla türk ordusu da oldukça güçlenmişti ama yine de ingiltere’nin desteklediği yunan ordusu hala daha güçlüydü.

ankara’ya ulaşabilmesi için yunan ordusunun ilk hedefi eskişehir, kütahya ve afyonkarahisar’ı almaktı. burası aslında olup bitenleri anlayabilmek için bile bir ipucu veriyor. uzun süredir hem yunanistan hem de dünyada genel olarak düşünce türk direnişinin çok kısa sürede kırılacağı ve yunan ordusunun ankara’yı ele geçireceğiydi. lakin cephe uzun süredir olduğu yerde kalmış ve yunan ordusu bir türlü bursa’nın doğusunda istedikleri mevkileri elde edememişlerdi. yunanistan içerisinde herkes sessizdi. venizeloşçular hem seçimde yaşadıkları galibiyetten hem de savaşı başlatmış olmalarından dolayı suskundu. yine de ilerleme kaydedilememesinin nedenini taraftarlarının beceriksizliği olarak görüyorlardı. kral ve destekçisi hükümet ise ne yapacaklarını bilemiyorlardı. savaşa karşı olmalarına rağmen sürdürmek zorunda kalmışlardı. bu arada diplomatik olarak ingiltere haricinde artık kendilerini destekleyen hiçbir ülke yoktu. bir sorun yokmuş olarak savaşın gidişatını göstermek istiyorlardı. gerçekte ise bir sorun olup olmadığını zaten analiz edemiyorlardı.

sakarya 

bu şartlar altında bizde literatüre kütahya-eskişehir muharebeleri diye başlayan muharebeler başladı. kesin bir galibiyet bekleyen yunan tarafı ibret-i alem olsun ve tarihe geçsin diye yaşlı ve hasta kral konstantin’i de savaş cephesine getirdi. bir yunan kralı –eğer ki bir de bizans imparatorluğunun ardılı olarak da görülürse- çok uzun yüzyıllar sonunda bu topraklar üzerinde bir fatih olarak mı yürüyordu? kral yaşlı ve hastaydı. gittiği her yerde önceden organize edilmiş gösterilerle karşılanıyordu ama yine de ulusal bölünmenin etkisiyle pek çok anadolu rum’u kendilerini istemediklerine inandıkları bu “danimarkalıyı” görmek için evlerinden dışarı çıkmamıştı. “bizans’a ve ankara’ya” tezahüratları vardı ama yer gök sallanmıyordu ve bu tezahüratlar arasında gerçeği görebilen itilaf devletleri yunanistan’a savaşı bitirmek için izmir’in türklere teslim edilmesini önderdiler. kral izmir’e gelmeden önce ülkede seferberlik ilan etmiş ve tüm kaynaklarını savaşa aktarmıştı; yunanistan açısından bu teklifin kabul edilebilmesi mümkün değildi. bu ayrıca yeniden venizelosçulara tüm güçlerini geri vermek demek olacaktı. batılı devletlerin hepsi artık ortada kalmıştı. bu savaşın bir an önce sonuçlanmasını ve doğu sorunun artık sona ermesini diliyorlardı. yunanistan eskisi kadar tüm dünyayı arkasında hissedemiyordu; zaten londra konferansına çağrılan ankara hükümeti, demek ki bir takım isyancı olmaktan çıkmış ve resmen tanınmış olmuştu.

yine de krallarının varlığı ile neşelenen ve morali yerine gelen yunan ordusu en sonunda istediği başarıyı elde ediyordu. önce kütahya ardından afyon ve en nihayetinde eskişehir ele geçirildi. türk ordusunun her cephede direnişi kırılmış ve ankara’ya doğru püskürtülmüştü. savaşın sesi artık ankara’dan bile duyuluyordu (burada genel olarak gözlemlediğin bir yanlışı düzeltmek isterim. çok kısa bir süre sonra yaşanacak olan sakarya muharebesinin ismi günümüzdeki sakarya şehrinden değil sakarya nehrinden gelmektedir. savaş sakarya nehrinin güney taraflarında olmuştur ve tam olarak gerçekleştiği yer günümüzün polatlı’sıdır. polatlı bildiğiniz gibi ankara’nın ilçelerinden biridir. yani yunan ordusu artık ankara’nın hemen yanı başındadır). yine de türk ordusu tam bir bozguna uğramadan düzenli bir şekilde sakarya nehrinin doğusuna çekilmeyi başardı. yunanistan basını ayağa kalkmıştı. savaş büyük bir başarı olarak gösteriliyordu; evet öyleydi ama nihayetine de ulaşamamıştı. atina basınında ankara düştü, mustafa kemal esir alındı, türk hükümeti sivas’a kaçtı gibi yalan haberler gerçeklerle birlikte servis ediliyordu. türk ordusu sakarya’nın gerisine çekilmişti. bir yenilgi vardı ama aynı zamanda askeri bir strateji de söz konusuydu. şimdi yunan komutası kendi içinde tartışmaya başlamıştı. elde edilenler yeterli miydi yoksa türk ordusu tamamen yok mu edilmeliydi? türk tarafı istanbul’a ardı ardına telgraflar gönderiyorlar ve tüm dünyaya savaşı bırakmadıklarını açık açık dile getiriyorlardı.

hızlıca alınması gereken karar yunan ordusu ve hükümeti arasında tartışılır oldu. komutanlar, özellikle de metaxas (-ki kendisi yunan siyaset tarihinin önemli isimlerinden biri olacaktır) kesinlikle saldırılmaması gerektiğini düşünüyordu. metaxas gibi düşünenler ordunun güçsüz olduğunu, daha çok askeri malzeme ve teçhizata ihtiyacın olduğunu, şu anki kazanımın yeterli olduğunu ve eğer ki tam da şu anda anadolu’nun içerisinde üç önemli şehir de ele geçirilmişken güçlü bir savunma hattı kurulursa türk ordusunun asla bu savunmayı kıramayacağını ve sonuç olarak uzun vadede türklerin başarısız olacaklarını düşünüyordu. karşı taraf ise (-ki bu tarafı özellikle kral yanlıları oluşturuyordu) hazır yenilgiye uğramış ve ağır kayıplar vermişken, son güçleriyle (zayıf olduklarını düşündükleri) türk ordusuna son bir kere daha saldırıp son savunmayı kırmayı ve ankara’yı ele geçirerek bu savaşı kısa vadede sonlandırıp büyük bir zafer elde etmeyi arzu ediyorlardı. belki bu iki kutup arasında dengeyi kuracak ve en doğru kararı alacak kişi olan kral konstantin ise bir gün bu tarafı diğer gün diğer tarafı destekliyordu ve en sonunda karar konusunda inisiyatif ortaya koymayacağını ve alınacak her türlü kararı destekleyeceğini söyleyerek aradan çekildi. kim ne derse bir diğeri onun asıl başarısızlığı isteyen olduğunu ileri sürüyordu. ulusal bölünme ordu ve hükümet içinde karşılıklı suçlamalarla alınması gereken kararı her gün erteliyordu. bu şekilde tam bir ay geçti. bu süre zarfında sakarya’nın doğusunda türk ordusu kendini toplayacak zamanı bulmuştu. nihayetinde ikinci grubun kararı onandı ve yunan ordusu, türk ordusunun üzerine doğru harekete geçti. metaxas haklı çıkacaktı.

21 gün süren sakarya savaşı’nın kazanılması bizler için tarihimizin en gurur verici anların biridir. savaş öncesinde isyancı türk ordusunu nasıl ezeceklerini ve savaşı kazanacaklarını tüm dünyaya göstermek için dünya basınını ve yabancı devlet diplomatlarını da cepheye davet eden yunanistan için ise yaşadıkları bu büyük bozgun; böylece sadece tüm dünyanın da şahit olduğu, bir utanç kaynağı olarak tarihe geçti.

savunma 

artık küçük asya’da durum baştan aşağıya değişmiş oldu. yunan ordusunun artık bir kere daha saldıraya geçme ihtimali kalmamıştı. zaten her bir hareket öncesinde ingiltere’den alınan kredilerle ülke büyük bir borçlanmanın altına girmişti. sakarya muharebesinden sonra büyük kayıplar verilmişti. dolayısıyla ne maddi olarak ne de insan kaynağı olarak ileriye atılmanın ve silah zoruyla sevres antlaşmasının onaylanmasının mümkün olmayacağını herkes biliyordu. 1921 yılında londra konferansı esnasında italyan temsilcisi (aynı zamanda istanbul’da büyükelçiydi) yunan heyetine şu soruyu sormuştu: anadolu’nun içlerine doğru ilerliyorsunuz ve cesursunuz ama zamanında rusya içerisine ilerleyen napolyon’un başına gelenlerin sizin de başınıza gelebileceğinizden endişe etmiyor musunuz? yunan heyeti küçük asya’nın bir rusya olmadığını söylemişti. çok daha küçük bir coğrafyaydı. oysa yunanistan da napolyon’un fransası ve ordusuna oranla çok daha küçüktü. dolayısıyla belki de eşdeğer bir durum vardı. bu durumun altını bu sefer de söz alan fransız temsilcisi çizmiş ve tüm anadolu’yu fethedebilmek için sizin sahip olduğunuzdan çok daha büyük bir orduya ve olanaklara sahip olunması gerekmektedir demişti. türklerin küçümsenmemesi gerektiği, 60 bine yakın sayısıyla fransa ordusu’nun o anda kilikya bölgesinde (maraş ve antep savunmaları) türklerle mücadele etmekte zorlandığını dile getirmiştir. özgüvenlerinden taviz vermek istemeyen yunan temsilcisi yunan ordusunun fransız ordusu olmadığını dile getirmiştir.

zamanında yunan tarafına gayet haklı sorular yöneltmiş olan fransa ve italya için daha fazla bu kaosun ortasında olmaya gerek kalmamıştı. sakarya savaşı artık her şeyin kesin sonucunu ortaya koymaktaydı. zaten ta ilk baştan, mondros mütarekesinin imzalandığı andan itibaren ingiltere, osmanlı konusunda fransa’yı kaybetmiş, birlikte süreci devam ettirmiş olsalar da fransa hep daha çekingen ve isteksiz bir tavır takınmışlardı. kilikya bölgesinde karşılaştıkları direniş ve başarısızlıkla birlikte resmen yeni türk hükümetini tanıdılar, sevres antlaşması’nı hiçe sayıp yeni bir antlaşmaya imza attılar: ankara antlaşması ile fransa, misak-i milli sınırlarını kabul edip ülkemizin şu anki suriye sınırını kabul ederek güneye çekilmişlerdir (hatay hariç).

italya ise bir işgalci kuvvet olmasına her zaman için hem istanbul hükümetiyle hem de ankara hükümetiyle arasını iyi tutmaya çalıştı. işgal boyunca da ne türk ordusuyla ya da milisleriyle bir çatışmaya girdi ne de işgal ettiği bölgelerde (sanırım şehit edilen bir türk sivil haricinde) halka karşı silahlı ya da psikolojik bir baskıda bulundu. tüm süreç boyunca türk direnişinin kendi limanlarını ve iletişim hatlarını kullanmasına bile izin verdiler. iyi polisi oynayarak, türk tarafından olabildiğince çok imtiyaz almak peşinde olan italya, sakarya savaşı’ndan önce ege’nin güneyinde olan askerlerini ve antalya’yı sessizce terk ederek sahneden çekilmişti. italya’nın kurtuluş savaşı esnasındaki göstermiş olduğu bu pasif tavrından ötürü ismi bizim kitaplarımızda pek geçmemektedir. oysa bu süreç içerisinde anadolu’da italya’nın yaşadıklarının kendi iç siyasetlerinde oldukça ilginç sonuçları olmuştur. savaşı sona erdiren lozan barış konferansı başladığında artık italya’da faşist bir hükümet vardı. italya, ingilizlerin akdeniz’de kendilerine oynadıkları oyunu ve yunanistan’ın buradaki etkisini unutmadılar. lozan’da, daha önceden rodos haricinde yunanistan’a bıraktıkları 12 adaları geri aldılar ve ikinci dünya savaşı’nda yunanistan’ın üstüne bir kabus gibi çöktüler (çökemediler aslında, en sonunda italya adına alman orduları bu işi başardı). 

sakarya sonrası artık yunanistan, çok da geç kalmış olsa, savunma pozisyonunu almıştı. bu arada komutanlardan biri azlediliyor yerine bir başkası geliyordu. hem moral bozukluğu hem karşılıklı paranoya var olan durumu daha da kötü hale getirmekteydi. ulusal bölünme yeniden görevini yerine getiriyor ve zaten pamuk ipliğine bağlı birlik parçalanmaya doğru gidiyordu. atina’da da durum ordunun halinden daha iyi değildi. hiçbir hükümet güvenoyu alamıyordu. kral taraftarlarını artık sadece venizelosçular suçlamıyordu. onlar da kendi aralarında bölünmüştü. venizelos seçimleri kaybedip ülkeyi terk ettikten sonra, yeni kurulan hükümet hem eski kralı çağırıyor hem de küçük asya savaşı hakkındaki fikirlerini açık açık sunuyordu: böyle bir savaş istemiyorlardı, anadolu’yu alıp bir sömürge haline getirmek istemiyorlardı. bunu çok ilerici bir dünya görüşüne sahip olduklarından dolayı değil rasyonel olduklarından ötürü öne sürüyorlardı. yunanistan’ın doğuya doğru uzanan ve içerisinde milyonlarca yabancı uyruğu olacak toprakları yönetecek gücü yoktu. şu ana kadar yunanistan zorla ve venizelos’un hırsıyla ingiltere’nin emir subayı olmuştu. bunun yerine “küçük ama onurlu bir yunanistan” evlaydı. lakin bu bir hükümet programı olamadı. savaşa devam edildi. dolayısıyla kral taraftarları savaşı kimi devam ettirdiği konusunda da birbirlerine düşmüşlerdi. ingiltere, savaşı kazanamayacağı kesinleşen yunanistan’a artık kredi vermeye de yanaşmıyordu. yunanistan, gittikçe kuvvetlenmiş bir türk ordusu karşısında küçük asya’da her an yutulmayı bekleyen bir durumda çaresiz ve artık anakarada memurlarının maaşını bile ödeyemeyecek kadar fakir kalmıştı. maliye bakanı, halkın banknotları ikiye yırtıp yarı yarı kullanmalarını önerecek kadar akıldışı çözümler sunmaktan öte bir şey yapamıyordu.

konstantinopolis’in işgali 

peki ne yapılabilirdi?

sakarya savaşı sonrasında türk tarafında son saldırı için hazırlıklar yapıldığı biliniyordu. rusya’dan ciddi bir para ve silah yardımı alınmıştı. doğu’da türk ordusu ermenistan’a kendi koşullarını kabul ettirdikleri yeni bir antlaşmayla sorunu çözmüş, fransızlar ve italyanlar anadolu’dan çekilmişti. türkler bir kabus gibi yunan ordusunun üstüne çökmeye hazırdı. yunanistan’ın elinde artık yeni bir koz olmalıydı. yeni ve güçlü bir koz. o zamana kadar pek de düşünülmemiş bir fikir bir anda tek kurtarıcı çözüm olarak belirdi: istanbul’u işgal etmek!

evet savaş ankara hükümeti ile yapılıyordu ama sevres’i imzalamış olan istanbul hükümetiydi. yunanistan için ankara ve türk ordusu hala isyancıydı. diplomatik bir ilişki kurulmamıştı. zaten ortadan kaldırılması için itilaf devletlerinin isteğini, yunanistan tüm kaynaklarını kullanarak yerine getirmeye çalışmıştı ama madem sonuç bu olmuştu, madem ankara cezalandırılamıyordu, o zaman istanbul cezalandırılmalıydı. şimdiye kadar istanbul’un kendi isyancılarına karşı yapması gerekeni yunanistan üstelik büyük bedellerle yerine getirmeye çalışmıştı. bu esnada istanbul hükümeti hatta el altından anadolu’ya gönderilen yardımları engelleyemiyordu. artık buna bir son vermek gerekiyordu. istanbul işgal edilebilirdi/ edilmeliydi. eğer istanbul resmen yunanistan’ın eline geçerse, ankara uygun bir antlaşma yapılması için yola getirilebilirdi. üstelik küçük asya üzerinde hareket edebilirdi türk ordusu ama coğrafi olarak anadolu’dan ayrılmış istanbul ve trakya’ya geçebilmesi ve savaşabilmesi hiç de kolay olmayacaktı. üstelik elinde hiçbir donanmasının da olmadığı düşünülürse… istanbul ele geçirildikten sonra yunanistan lehine türk hükümeti ile iyi bir sonuç elde edilebilirdi. hatta varsın durmasınlar saldırsınlar. “stampol” yunanistan’ın olacaksa smryna çok da büyük bir kayıp olarak görülemezdi. bu en büyük başarı olurdu. bu can çekişmekte olan türk savaşı’nı kurtarmanın tek yoluydu artık. bu öyle büyük bir hediye öyle büyük bir başarı olurdu ki iç siyasette hiç kimse onlara anadolu’da kaybedilen toprakların hesabını soramaz, verilen kayıplar da büyük ve kutsal bir kazanım yolunda hayatlarını kaybetmiş azizler olurlardı.

peki nasıl yapılmalıydı?

var olan durum içerisinde böylesine bir hareketi hiçbir ülkenin kabul etmesi zaten mümkün değildi. dolayısıyla işi bir oldu-bittiye getirmek lazımdı. hali hazırda trakya’da bulunan yunan ordusu, istanbul’daki işgal kuvvetlerinin sayısı düşünülürse çok rahatlıkla bu operasyonu yerine getirebilirdi. lakin bu da –savaş ilan etmeksizin istanbul’a saldırmak- büyük olasılıkla şehirde bulunan ingiliz ve fransız kuvvetleriyle çatışmaların olmasına neden olacaktı. bu durumda yunanistan sadece türkler ile değil aynı zamanda ingiltere ve fransa ile de bir savaş içerisine girecekti ve bunun sonuçlarının felaket olacağı kesindi. üstelik şehirdeki müslümanlar da yunan ordusunu gördükleri anda çatışmaya girecekler, orduya karşı gelemiyorlarsa, rum azınlığa karşı gelecekler bu da şehrin içinde çok kanlı bir iç savaşa neden olacaktı.

dolayısıyla oldu-bitti fikri, ordu içerisinden kimi generallerin hangi akla hizmet desteklemelerine rağmen masadan kaldırıldı. o zaman gözdağı vererek bunu gerçekleştirmeye karar verdiler. küçük asya’da türk ordusuna karşı kurulmuş savunma cephesinden 21 bin asker trakya’ya geçirildi. bu artık açık açık işgalin geldiğini gösteriyordu. bu yapılarak, yunanistan itilaf devletlerine son bir yardım çağrısı konusunda baskı yapmaya başladı. sevres antlaşmasının uygulanması için onların istekleri doğrultusunda bu savaşa girmişlerdi. şimdi ise hepsi tarafından terk edilmişlerdi. ya ciddi bir şekilde duruma ağırlıklarını koyarlardı ya da istanbul, yunanistan tarafından işgal edilecekti. fransa ve italya’nın bu çağrıya yine nasıl karşılık verdiğini kestirmek zor değil. özellikle fransa, zaten savaştan ve masraflarından ankara antlaşması ile kaçmıştı. yeni bir savaş mümkün değildi. üstelik kral konstantin’in davasına da kesinlikle destek vermeyecekleri gibi, böyle bir eylem karşısında yunanistan’ı cezalandıracaklarını gayet nazik bir şekilde dile getirdiler. ingiltere, hala görece yunanistan’ı destekliyordu. ama böylesine bir hamlede onların arkasında durabilmeleri mümkün değildi. üstelik masada olmasa bile artık sovyet rusya’nın gölgesi de boğazın üzerindeydi. özgüveni yerine gelmiş olan rusya, ingiltere’nin oyuncağı bir yunanistan’ın boğazlara hakim olmasına, artık kendi yandaşı olarak gördüğü türkiye için ve tabii kendi için asla izin vermezdi. aynı rusya, birinci dünya savaşı esnasında yine boğazları ele geçirebileceğine inandığı için itilaf devletleri arasında yunanistan’ın savaşa girmesine karşı olan tek itilaf devletiydi ve onun devrimle savaş dışı kalmasıyla ingiltere ve fransa, yunanistan’ı zorla savaşa sokma konusunda çok daha rahat hareket eder hale gelmişlerdi.

peki ingiltere, ankara hükümetini yola getirmek için askeri olarak devreye girer miydi? ingiliz kamuoyu, büyük savaştan sonra artık ne tek bir evladını ne de tek bir şilinini bile harcamayı kesinlikle istemiyordu. savaş karşıtlığı öyle bir noktadaydı ki david lloyd george bırakın yunanistan için savaşa girmeyi, izmir’den son yunan birlikleri ayrılıp boğazlar türk ordusunun önündeki bir sonraki hedef haline geldiğinde, burayı korumak için bir askeri savunmanın gerçekleştirilmesi konusunda bile ülkesini ikna edemeyecekti. bkz çanak krizi tek yapabildikleri şu anda böylesine bir eylemin gerçekleşmemesi için yunan tarafını sakinleştirmeye çalışmaktı. yunanistan ise ardı arkasına işgal için ultimatomlar veriyordu ki... kendilerini çok belli etmişlerdi, belki de artık çok geçti.

ordular ilk hedefiniz akdeniz’dir 

26 ağustos’ta türk orduları taarruza geçti.

bu son taarruzun savaş ayrıntılarını da vermeyeceğim ama malumunuz yunan savunması çok kısa bir süre içerisinde çöktü. zaten 21 bin askerini trakya’ya nakletmiş ve savunmasını iyice zayıflatmıştı. önce 30 ağustos tarihinde dumlupınar’da büyük bir yenilgi yaşandı ardından da telaş içerisinde yunan ordusunu kaçmaya başladı.

bu kaçış esnasında yaşananlar, yunan ordusunun bıraktıkları şehirleri yok etme politikası, yalova’da yaşanan türklere yönelik katliamlar, izmir’den apar topar kaçış, 9 eylül tarihi ve ardından büyük izmir yangını. bunların hepsi bir bu kadar yazı olacağından, ben bu sıcak savaşın artık 18 eylül’de çeşme ve biga’dan, 20 eylül’de de erdek’ten son yunan askerlerinin anadolu’yu terk etmesiyle sona bulduğunu söylemekle yetineyim.

çanak krizi nedeniyle ateşkesin imzalanması 13 kasım’a kadar uzadı. mudanya’da imzalanan ateşkese müteakip trakya’daki yunan birlikleri de 15 gün içinde meriç’in batısına geçince, yunanistan’ın esir düşmüş askerleri ve subayları hariç misak-i milli içerisinde hiçbir askeri kalmamış oldu.

savaşın nasıl başladığı ve nasıl kaybedildiği bol bol anlatıldı sanırım. üç ay içerisinde kazanacaklarını düşündükleri bir savaş yıllarca sürdü ve bizim için bir kurtuluş olurken, yunanistan için bir felaket haline geldi.

peki sonuçları ne oldu?

tahmin edersiniz ki elbette hükümet anında düştü. 9 eylül’de izmir’e türk askerlerinin girmesinden iki gün sonra 11 eylül’de ordu içerisindeki venizelosçu subaylarca sakız adasında bir ayaklanma başladı, kralın ve hükümetinin bu isyana karşı koyacak ne gücü ne de yüzü kalmıştı artık. isyan hemen ertesi gün izmir’den kaçıp yunan ordusunun sığındığı diğer adalara yayıldı. ordu gemilerle atina üzerine doğru yola çıkmadan önce bir uçak şehre isyancıların kralın tahttan feragat etmesini, parlamentonun dağıtılmasını ve hükümetin isyancılara devredilip acil bir şekilde batı trakya’da yeni bir cephenin oluşturulması taleplerini bildiren broşürleri dağıtmaya başladı.

kral 14 eylül’de tahttan çekildi ve hemen ardından sürgüne gittiği italya’da dört ay sonra isminin efsanesiyle birlikte öldü, 15 eylül’de oğlu tahta geçti, yeni bir hükümet kuruldu. yunanistan için savaşın devam ettirilmesi mümkün değildi. asıl korku şaha kalkmış türk ordusunun meriç’i geçip selanik’e doğru yürümesiydi. bu türk tarafınca çok haklı sebeplerce yapılmadı tabii. yine de yunanistan başlarına gelen felaketin daha da büyüyerek devam edeceği kabusunu bir süre daha yaşamak zorunda kaldı.

yeni kurulan hükümet savaşın sorumlularını cezalandırmak için hızlıca bir yargılama sürecine girdi. altılar davası olarak tarihe geçmiş olan bu yargılama sonucunda bir önceki hükümetten başbakan da dahil olmak üzere 5 isim ve büyük taarruz esnasında orduların başında olan bir general, eski kralı yeniden tahtta oturtmaktan, itilaf devletlerinin desteklerini kaybeden ve yalnızlaştıran politikalardan, savaş esnasında yürütülen stratejiler ve alınan yanlış kararlardan, ulusal değerlerin alçaltılması ve ulusal çıkarların heba edilmesinden dolayı hızlıca yargılanıp haklarında hızlıca idam kararı alınmış ve alınan bu kararlar da hızlıca yerine getirilmiştir. mahkemenin idam kararı yeni hükümetin başbakanının önüne geldiğinde, kendisi imzayı yeni kral george adına değil devrim adına imzalamıştır.

bu mahkemede aslında yargılanan kişilerin sayısı dokuzdur ama sadece altısı idam edildiği için ismi bu şekilde kalmıştır. hakkında idam kararı alınmış bir kişi daha vardı o da anadolu’daki savaşta görece bir rol almış olam kral konstantin’in kardeşi prens andrew’dir. mahkeme hakkında alınan idam kararını, büyük olasılıkla kökeni ve akrabalıklarıyla avrupa’nın tüm kraliyet aileleri ile bir şekilde kuzen çıkacak böylesine bir soyluyu idam edip tepkileri üzerine çekmemek için ama kağıt üzerindeyse savaş konusundaki tecrübesizliği öne sürürek kaldırmış ve ömür boyu yunanistan’dan sürgün kararına çevirerek değiştirmiştir. bu prens andrew’in oğlu ise geçen haftalarda 97 yaşında hayatını kaybeden prince philip’tir. evet ingiltere kraliçesi ii. elizabeth’in kocası edinburgh dükü prens philip.

kraliyetin yunanistan içerisindeki varlığı da hiçbir zaman tutarlı bir şekilde devam etmemiş, sürekli olarak bir tahttan çekilme, sürgüne gitme, yeniden geri gelme olaylarıyla en son 1973 yılında düzenlenen bir referandumla nihayetine kavuşmuş ve yunanistan bir cumhuriyet haline gelmiştir (şu an bizim haber bültenlerimiz atina’dan bildirirken gösterdikleri parlamento binası kraliyet ailesinin ilk sarayıdır aslında).

sonuç

ulusal bölünme, yunan siyasi tarihinde bir karabasan olarak daha çok uzun yıllar boyunca devam etti. savaşın başarısızlığı ve nedenleri konusunda taraflar yıllarca birbirlerini lanetlemeye devam ettiler. ikinci dünya savaşı esnasında aynı nedenler yunanistan’ı yine bir iç savaşa sürüklemiş ve almanya’nın işgaliyle çok daha acı günlerin yaşanmasına neden olmuştur.

yunanistan, zaten zor durumda olan ekonomisini, bu savaştan sonra hiç toplayamadı. hiç toplayamadı derken ciddi anlamda diyorum. 10 yıl önce yaşadıkları ekonomik krizin nedenleri tartışılırken, ekonomi tarihi içerisinde, hala bu dönemi işaret eden pek çok yunan uzman vardı. üstelik, türkiye ile olan şüphelerin ve paranoyanın asla bitmemiş olması ve günümüzde de hala devam eden ağır askeri harcamaların devam ettiğinin de altını çizelim.

savaşı sonlandıran lozan barış antlaşması ile günümüz sınırları çizildi. lozan’da ayrıca ek bir mutabakata da türkiye ve yunanistan imza atmışlardır. iki ülke arasında nüfus mübadelesini öngören bu anlaşmayla, batı trakya haricinde yunanistan sınırları içerisinde bulunan (on iki adalar hariç çünkü lozan ile birlikte yunanistan, çok kısa bir süre için elinde tuttuğu bu adaları italya’ya yeniden geri vermiştir) 500 bin müslüman türkiye’ye, türkiye sınırları içerisindeki bir buçuk milyon ortodoks rum ise (istanbul ve gökçeada/bozcaada rumları hariç) yunanistan’a göç ettirilmiştir.

kimileri megali idea’nın 9 eylül’de türk ordularının izmir’e girmesiyle tarihe gömüldüğünü söylemektedir. ülküleri savaşlarda alınan mağlubiyetler ne kadar yok eder ya da kazanılan savaşlar ne kadar besler emin değilim ama megali idea’yı asıl yüreklerden silen bu mübadele olmuştur. hayır anadolu topraklarında artık ege’nin iki kısıyını birleştirecek bir büyük bizans’ın varlığını gerçek kılacak tek bir yunanın kalmamasıyla ilgili değildi bu. anadolu’dan gelen kendi soydaşlarını, yunan halkının hiç de kucaklamaya gönüllü olmamasıydı asıl neden. bu iki halk, belki birbirlerinden uzakken birlikte olmayı hayal etmiş olabilirlerdi ama birbirlerine yabancılardı. anadolu rumları kendilerini artık evsiz ve yurtsuz hissediyorlardı, anakaradaki yunanalar ise bu yeni gelenlerin kendi üstlerinde büyük bir yük olduğunu düşünüyorlardı. zaten kendilerinin yiyecek ekmekleri yoktu. yemişim soydaşlığı. küçük ve onurlu bir yunanistan’ı bu yüzden istemişlerdi. savaş çığırtkanlığı yapan bu anadolu rumları kendilerini bir felakete sürüklemiş, bir de şimdi kendi üstlerine kalmışlardı. üstelik ne kadar da farklı adetleri, gelenekleri, tavırları vardı. bunlar turkopulostu. yani türk dölü. megali idea kaybedilen topraklarla değil, bir olan soydaşların birbirlerine bir olmayan tavırları ile yok olmuş oldu. 

lakin mübadele ile iki ülke en sonunda büyük oranda arzu ettikleri ulus devleti oluşturmuş oluyorlardı. bu ulus devletler bir süre barış içerisinde yaşadılar ve birbirlerine karşı oldukça nazik davrandılar. zaten her ikisinin de gerçekleştirmek istedikleri başka idealleri ve arzuları vardı artık. hatta venizelos, atatürk’ü nobel barış ödülüne bile aday gösterdi. bu karşılıklı nezaket dönemi ikinci dünya savaşından sonra kıbrıs sorunuyla sona erdi. ve ardından günümüzde hala tartıştığımız pek çok sorun ardı ardına sıralanmaya başladı. ege, adalar, azınlıklar, petrol vb. her iki ülke ayrıca kendi içinde de arzu ettikleri huzura bir türlü ulaşamamıştır. her iki ülke de sürekli askeri darbeler, sürekli çöken hükümetler, kutuplaşan keskin siyasi partiler ve ekonomik krizlerle dolu bir yüz yıl yaşamıştır.

asıl sorun gerçekten lanse edildiği ve bizim de çoğunlukla inandığımız gibi geçmişi çok eskilere dayanan ve asla bir araya gelemeyecek bu ilk halk arasında mıdır? aç gözlü ve ihtiraslı siyasetçiler midir asıl sorun? yoksa batılı ülkelerin sürekli olarak müdahalesi ve kendi çıkarları için bu iki ülkeyi bir o yana bir bu yana destekçi olarak karşı karşıya getirmesidir? yunanistan şımartılan çocuk, türkiye cezalandırılan çocuk mudur? çünkü yunanistan da pek çok kişi de bunun tam tersine inanıyor. tüm bu soruların cevapları elbette farklı farklı olacaktır.

benim bir görüşüm var. ama artık yazmaya mecalim kalmadı dostlar!
;)