SİNEMA 12 Mayıs 2021
22,6b OKUNMA     515 PAYLAŞIM

Western Bir NBC Filmi: The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford

Adeta Nuri Bilge Ceylan western çekerse nasıl bir şey ortaya çıkar sorusunun cevabı olan 2007 tarihli The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford'un (Korkak Robert Ford'un Jesse James Suikastı) açıklayıcı bir incelemesi.
Uyarı: Spoiler içerir ancak filmin ismi düşünülürse bu ne kadar spoiler olur, bilemiyoruz.


Song for Jesse


film başlar... öncelikle zihinde beklenen şey; görsel güzelliğin ses güzelliğiyle birleştirileceği ve brad pitt, casey affleck gibi oyuncuların yakın çekimlerde hoş fotoğraflar vereceği, birkaç sarsıcı aşk meşk hikayesinin de yer aldığı, madem western biraz da aksiyon katalım denileceği bir filmdir.

casey affleck, o yıpranmış takımı ve şapkasıyla çok dikkatli çizilmiş bir "kaybeden" olarak belirir sahnede. önce jesse james'i izler. sonra frank james'e gidip çetenin içinde yer almak istediğini, en "ezik" haliyle anlatır. ardından yüz bulamayınca jesse james'e gidip maruzatını sunacakken, çeteye kabul edilir. o geceki soygun sahnesi, çetenin son işidir aynı zamanda.

akabinde brad pitt belirir, abisi frank'in evi terk edişinin getirdiği "sinirle karışık hüzün" yüzüne yansır. içinde yaşadığı bütün çekişmeler vücut dilinde haykırmaktadır. brad pitt, artık jesse james olmuştur. oyunculuk değil bu galiba, başka bir şey...

sonra bu ikilinin mücadelesine tanık oluruz. ve diğer karakterlerin bu mücadelede konumlarına. jesse james'in hayranlık uyandıran zekasını görürken, bir "efsane"nin zaaflarına da şahit oluruz. birini öldürürken aslında ne kadar zorlandığını, birine zarar vermeyi pürüzsüz bir şiddetle arzulamadığını, pişmanlıklarını... gözlerini çok sık kırpmasını gerektiren hastalığı bir yana, her an dikkatli olmasını gerektiren konumu, ona "yüklenebileceğinden fazlasını vermektedir".


atına sarılıp ağlayan kovboy, bundan önce western filmlerinde "en asil duyguların insanı" olarak öne çıkarken, burada bir efsanenin yıkılışını simgeliyor. zaten bu bir "western filmi" de değil. olsa olsa, western doğasında çıkılan bir "insana yolculuk". tıpkı oğuz atay romanları gibi uzun ve hastalıklı bir yolculuk.

bir yandan efsane çökerken, diğer yandan da jesse james'i idol olarak seçmiş ve onunla ilgili "inşa edilmiş bir söylemin" içine doğmuş olan robert ford gerçekleri anlamaya başlıyor. daha doğrusu, jesse james o kadar akıllı ki, robert ford'un içinde beliren yanlış imajla oynuyor. ve filmin bence en can alıcı repliği burada ediliyor: "tam olarak ayırt edemedim, bana mı benzemek istiyorsun, yoksa ben mi olmak istiyorsun?"

jesse james'e benzemek, her zaman onun yanında olup, onu taklit etmektir. american gangster'ın frank lucas'ı gibi, bir mafya babasının şoförü olup onu bilfiil taklit etmektir. oysa jesse james olmak için onu öldürmesi gerekecektir. idolle hayran arasındaki bu oedipus kompleksi açısından muhteşem bir çabayla karşı karşıya kalıyoruz işte. jesse james ile robert ford'un arasında "ikisinden birinin ölümüyle" neticelenecek bir savaş beliriyor. o yüzden oyunculuklar önemli.

burada yönetmen andrew dominik'ten bahsetmek gerekecek işte

öyle güzel sahneler tasarlamış ve öyle şahane görüntüler çıkarmış ki, bu ikili arasındaki savaşın tam ortasında göze batacak hiçbir tuhaf ayrıntı olmadan yer alabiliyor izleyici. sinemanın bir büyü olmasını sağlayan ve insanları beyaz perdede köle/efendi ikilemine sürükleyen bu hali, işte andrew dominik'in maharetli objektifinde had safhaya çıkmış. ne jesse james ne de robert ford hakkında en ufak bir taraf belirlemeden, böyle bir anlatım yapabilmek olağandışı bir yeteneğe çıkar.

genelde insanlar, filmin son otuz dakikasını övüyorlar. ondan öncesinin sıkıcı ve ağır olduğundan dem vuruyorlar. oysa ki, filmin ortasındaki yemek sahnesini unutuyorlar. "son yemek"e bir gönderme içeriyor mu emin değilim, ancak bu yemek çete'nin son yemeği oluyor sanki. jesse james'in robert ford'u çileden çıkartıp, kendisine düşman ettiği sahne, zorlama gülüşlerin gerçekçiliği ve diyalogların etkileyici dizilimi, zihni bütünüyle dolduran bir bölüm koyuyor ortaya.


robert ford'un "erkekçe olmayan yöntemlerle" jesse james'i öldürmeye niyetlenmesi ve çeteyi valiye ihbar etmesi de, onun bütün zaaflarını bir paket halinde sunan sahneyi ortaya çıkarıyor. o sahneden sonra, "benim başka çarem yok" konuşması da robert ford'la jesse james'i bütün yönlerden karşı karşıya getiriyor. gerçekten bir şeyi isteyenin, gerçekten ona ulaşabilmesinin hikayesini anlatıyor bir şekilde.

"western" doğasından mıdır nedir, filmde neredeyse hiç kadın yok. bütünüyle bir "erkeklerin savaşı". jesse james'in karısı ve robert ford'un ablası, sadece ev kadını portresi sunuyorlar ve karakter olarak ortada yoklar. hatta yüzleri bile gölgeli. öyle ki, jesse james "kadınına" karşı çok iyi bir erkek olarak ortaya çıksa da, "kadını" ona hiçbir soru sormadan yaşamaya devam ediyorlar. öldüğü sahnedeki oyunculuk şahaneydi fakat. kadın gerçekten de kocası ölmüş bir kadın gibiydi.

[soru: anlatımın gerçekçiliği her anlamda başarı mıdır?]

filmin son yarım saati gerçekten de bir başyapıt

jesse james'in evinde, "he's just a human being" diye haykıran robert ford'un, plan üstüne plan yapması bir yana, jesse james'in bu cinayete/suikaste koşarak gitmesi, iki kardeşle uzunca bir süre oynayıp sonra da kendini ölüme bırakması hem hikayenin orjinalliğini, hem de filmin kalitesini yükseltmiş durumda. kendi katiline silah hediye eden adam, bir trajedinin ortasındadır muhakkak, ancak brütüs'e hançer hediye eden sezar düşündünüz mü hiç? hem de bir gün kendisine saplayacağını bilerek.

jesse james'in adeta robert ford'la dans ederek oynadığı final sahnesinde, ölümün şiddetini muazzam bir görsellikle veren yönetmenin ellerinden öpmek lazım. jesse james'in ölümünden sonra "yüceltilmesini" anlattığı sahnelerde, o fotoğraflar ve ölü bedenin teşhiri gerçekten inanılmazdı.

işte robert ford taraftarları için film burada başlıyor. jesse james'i öldürdüğü için tüm ülkede tanınmaya başlayan robert ford, tiyatro sahnesinde bu "ihaneti" 800 kez tekrarlar. ve ağabeyi artık bu duruma dayanamayarak intihar eder. ancak tiyatro sahnesinde herkesin gözü önünde kahramanlığını ilan eden bu genç, "beni alkışlayacaklarını sandım ama alkışlamadılar" diyecektir nihayetinde. bunu ihanet olarak görenler karşısında, anlamsızca yaşamaya devam eder.

casey affleck'in ezik ve sünepe halleri bir yana, bu son bölümde gerçekten olgunlaşmış ve kendini bulmuş hali apayrı incelenmeli. özellikle sevdiği kadınla fotoğraf çektirirken yüzünün aldığı hal, ne denli acı çektiğini birebir yansıtıyor. film bittiğinde bu iki karakterle ilgili kafamda her şeyin oturduğunu hissetmişsem, demek ki ortada gerçekten de alkışlanması gereken bir iş var.

bu ikili arasındaki mücadele bir yana, amerikan halkının jesse james'i göklere çıkarıp, robert ford'u yerin dibine batırması, filmin cevapsız bıraktığı -çok da iyi ettiği- önemli bir soru. neden? aslında nedenleri filmin içinde var az çok ancak sanki "robert ford bunu hak etti" dedirtiyor. hak ettiği için mi nefret ediyorlar yani? onu daha derin düşünmek gerekir.


filmin her aşamasında bir "ben ve öteki" mefhumu incelenebileceğini belirtmek isterim ayrıca

jesse james ve robert ford arasındaki ötekilik, her iki açıdan da olağanüstü güzel resmedilmiş. robert ford'un tam bir jesse james "değili" olması yanında, diğer karakterlerin jesse james'e koşulsuz bağlılıkları bir nefret/aşk ikilemi içinde ilişkilerini sürdürmelerini sağlıyor.

filmin son sahnesi, robert ford'un hüzünlü gözlerinin kendisini öldürecek silaha döndüğü sahne, akıp giden değil de durup sonsuzluğa karışan o sahne, modern sinemasının bir başyapıtının daha tarihte yerini aldığını muştulayan o muhteşem resim... yönetmenin daha ikinci filminde ölümsüzlüğe erdiğinin resmi.

nick cave bu filme çok şey katmış. müzikleri olmasa, bu kadar etkili olmayacaktır muhakkak. özellikle "song for jesse" ve "song for bob" karakterleri bir de notalarda görün demeye getirmiş resmen. o tekinsiz karakteriyle jesse james, kendi müziğinde hayat bulurken, melankolik ve güvensiz robert ford, kendi müziğinde insanları karanlığa gömüyor.

[hadi itiraf edelim, yönetmen robert ford'u az da olsa yerine koyamaya çalışmış.]

2 saat 40 dakikalık bir filmin, bu kadar çok ayrıntıyla zihnimde yer edebilmesi, hem oyunculuğu, hem yönetmenliği, hem hikayeyi hem de müzikleri üst seviye yapar sanırım. dört başı mamur ve neredeyse kusursuz bir film olarak, sinema tarihinde yerini almıştır hasılı. kusuru varsa da "kusur benim imzamdır" deyiversin andrew dominik, brad pitt ve dahi casey affleck.

Song for Bob