Antisemitizm İddiasıyla Zamanında Epey Tartışma Yaratan Film: The Passion of the Christ
the passion of the christ: sürreal bir başyapıt
insanlık tarihi boyunca homo sapiens’in aynı zamanda homo religiosus olduğunu düşünen bir sinemasever olarak dinsel temalı filmlere ayrı bir sempati beslerim. isa’nın yaşamını konu alan gelmiş geçmiş en büyük iki filmin pier paolo passolini’nin 1964 yapımı “the gospel according to st. matthew” ile franco zeffirelli’nin 1977 yapımı “jesus of nazareth” olduğu bilinir.
pasolini'nin izinden giderek film setini italya’nın güneyinde matera’da kuran mel gibson’un filmi caravaggio tablolarından birini andıran bir sahneyle başlıyor. nasıralı isa’nın, yakın arkadaşlarının deyimiyle yeshua’nın, gethsemane bahçesinde ayakta dua ederken titrediğini görüyorsunuz. ibranice dua ediyor diye düşünürken havarileriyle olan diyalogda kullanılan dilin aramiçe olduğunu anlıyorsunuz. judas’ın sanhedrin’de başhaham caiaphas’la diyaloğunda “tlatın k’safayya” (otuz gümüş) geçince aramiçe’nin arapça’ya ne denli yakın olduğuna şaşırıyorsunuz. aramiçe diyalogların %60’ini anladım desem abartmış olmam. günümüz ibranicesi de arapça’ya benziyor ama bu denli bir yakınlık söz konusu değil. filmde romalılar italyancaya çok daha yakın latince konuşuyorlar. böylesine iki ölü dil üzerine filmi kurgulamak, dönem dönem bilerek altyazı vermemek, hatta romalı askerlerle judea halkının bir arada yaşamaktan kaynaklanan temel sözcükleri her iki dilde geçişli kullanmak filme olağanüstü bir özgünlük kazandırmış, sanki zaman geriye dönmüş de ikibin yıl öncesinin judea’sında yaşıyorsunuz. buna dilin yanısıra kostümlerin otantikliği de katkı sağlıyor.
filmin bir diğer ayırt edici yönü baştan sona adeta görkemli bir tablo niteliğinde sahneler içermesi. filmi izledikten günler sonra bile o görsel zenginlik zihninizde canlanmaya devam ediyor. anlaşılan gibson filmi çekmeden önce görüntü yönetmeni caleb deschanel ile birlikte caravaggio, masaccıo, piero della francesca ve mantegna’nın tüm isa tablolarını incelemiş.
gospellerde anlatılanları bilmeyen bir izleyici için filmde isa’nın kim olduğu ve öğretisi tam olarak anlaşılmayabilir. tıpkı abd’nin güney’ini bilmeden, yaşamadan faulkner'in romanlarının anlaşılamayacağı gibi. ancak gibson’un amacı isa’nın tüm yaşantısını, ya da hristiyanlığa dair her şeyi aktaran bir dökümanter yapmak değil, son on iki saatte olan biteni ve nedenlerini vurgulamak.
isa’nın yaşadığı dönemde olan bitene ilişkin bilgilerimiz ne yazık ki kesin değil
bu konuda tarihçilerin işlevi bir yerde arkeolojik kazı yapmak gibi bir şey. kat be kat derinlere inildikçe bulunan şeyin sadece yorumların çeşitliliği, bir yerde çok sayıda isa tasvirinin varlığı olduğunu öne sürebiliriz. aslında tarih bilimi nasıralı isa gibi fakir, sıradan, elverişsiz koşullarda yaşamlarını süren ve aynı şekilde ölen milyonlarca insanın eylemlerini kaydetmek için kurgulanmamış. öykünün orta yerinde bilinen şeyler; isa’nın roma imparatorluğunun egemenlik sürdüğü (pax romana), bir kabile kralı olan herod’un judea’sında doğduğu, babasının marangoz olduğu ve halkın gözü önünde çarmıha gerilerek cezalandırıldığıdır. mel gibson filminde işte bu çarmıha gerilişe uzanan son oniki saatin öyküsünü geriye dönüşlerle sunuyor.
tarihçi yazar john dominic crossan’a göre, isa, pax romana’yı barışçı ve şiddet dışı yöntemlerle tehdit eden devrimci bir köylüydü. yahudiliğin içi boşaltılmış öğretilerini, yepyeni bir ilhamla hayata geçirmeye çalışıyordu. nasıralı isa’nın aynı zamanda marangozlukla uğraşan bir sanatkar, mistik, şifacı olduğu, radikal öğretisini köy köy, kasaba kasaba dolaşarak yaymaya çalıştığını da biliyoruz. işte bu öğretinin tam da ortasında tanrının hükümdarlığının yaklaştığı şeklinde eskatalojik görüş vardı. yine isa’nın çölde geçen 40 günlük bir meditasyon dönemi sonrasında tanrının mesagini iletmek üzere döndüğünü biliyoruz. kudüs’teki tapınağı egemenliğinde bulunduran farisilerin isa’nın öğretisini kutsal metinlerde yazılı olanların dışında, marjinal hatta küfre varan bir öğreti olarak değerlendirdiklerini, isa’yı yalancı bir peygamber olarak kabul ettiklerini de biliyoruz. gibson bu bölümle ilgili bilgileri özellikle matta’nın anlattıkları ve katolik mistiklerinin vizyonları, örneğin anne catherine emmerich’in the dolorous passion’da anlattıkları üzerine kurgulamış, aradaki boşlukları da kendi imgelem gücüyle doldurmuş.
filmde isa rolünü james caviezel oynuyor, bunda caviezel’in dindarlığının payı yanısıra gibson’un vermek istediği maskülen, beyaz tenli mavi gözlü anglosakson bir isa tanımına uymasının da payı var. caviezel’in özellikle bahçe sahnesinde isa’nın iç dünyasındaki duygusal karışıklığı çok iyi yansıttığını söyleyebilirim. gerçekte isa’nın kısa boylu ve zayıf çelimsiz olduğu biliniyor, pasolini’nin isa’sının görsel anlamda tablo ve ikonlarda yanısıtılan isa’ya çok benzediğini, zeffirelli’nin isa’sının ise göz rengi dışında yine bu tanıma uyduğunu, caviezel’in oyunculuk performansı açısından robert powell kadar başarılı olduğunu söyleyebiliriz. zeffirelli’nin filmi judas’ın ihanetine farklı bir bakış açısı sunması, barabbas’ı sıradan bir canı yerine romalılara başkaldıran zealotların lideri gibi sunması, sanhedrin’deki hahamlar arasında isa lehine tartışan hahamların varlığı ile daha sıra dışı ve sorgulayıcı görünüyor.
gibson’un danışmanları isa’nın çarmıhını taşıma sahnesinde ve çarmıhın tepesine asılan yazı konusunda çuvallamışlar. zeffirelli çarmıhın sadece yatay kısmını taşıtırken, gibson öndeki iki haydutun çarmıhlarının aksine, isa’ya bütün bir çarmıhı taşıtıyor. gospellarda çarmıhın tepesine asılan levhada latince, yunanca ve aramiçe işlenen suçun yazıldığı anlatılır. zeffirelli sıralamayı aramiçe, latince ve yunanca olarak değiştirmiş, gibson ise “iesvs nazarenvs rex ivdaerum” (nasıralı isa judea’lıların kralı) ve altına aramiçe yazdırmış. hatta ilk cümleyi ikiye böldürmüş. oysa arkeolojik veriler o dönemde romalıların kullandığı “tau” şeklindeki çarmıhın ortasındaki direğin sabit olduğu, levhaya yazılan latince sözcükler arasında boşluk bırakılmadığı, aramiçe tüm cümlenin ise yalnızca 17 harften oluştuğu yönünde. avucun içine çakılan çiviler her üç yönetmenin de ortak hatası, ancak gibson ortadaki direğe eklenen ve çarmıha gerilen kişinin daha kolay boğulmasını sağlayan dayanağı koymayı da ihmal etmiş.
filmin müziklerini pek başarılı bulduğumu söyleyemem. besteci john debney’in peter gabriel’in passion albümünden ne denli esinlendiğini görmek gabriel’in etkisini göstermesi açısından anlamlı.
filmde önceki başucu filmlerinde olmayan yenilikler de var
şeytan rolünü rosalında celentano oynuyor. italyan asıllı oyuncu celantano, il dolce rumore della vita’da lolita’yı oynamıştı. olağanüstü simetrik ve güzel bir yüze sahip olan celantano’nun kasları kazınarak şeytanın cinsiyeti ortada bırakılmış. gibson’a göre şeytan öyle boynuzları olan, çirkin bir yaratık olmamalı, tam tersine insanı baştan çıkaracak bir güzelliği ve argüman yeteneği olmalı, filmde bu başarıyla kotarılmış. dikkatle izlenirse şeytanın gözlerini hiç kırpmadığı da farkedilecektir. gibson ayrıca dublajda erkek sesi kullanarak şeytanın iki cinsiyetliliği imgesini pekiştirmiş..
isa çarmıha gerilirken annesinin önünden kucağında çirkin bir çocukla geçen şeytan imgesi de ilk kez rastlanan çarpıcı bir imge. yeryüzünde kucağında şefkatle çocuğunu taşıyan bir anne kadar güzel bir imge olmasa gerek, oysa şeytan o sahnede meryem’le dalga geçercesine “bak ben kendi çocuğumu koruyabiliyorum” diyor. isa, golgotha’ya götürülürken dördüncü durakta sendeleyip düştüğünde meryem’in geriye dönüşümle çocukluğunu anımsaması, düştüğünde onun dizini okşaması müthiş dokunaklı bir sahne.
kırbaçlandıktan sonra annesi ve mecdelli meryem’in beyaz bezlerle yerdeki kanını temizlemeleri sahnesi de çok etkileyici. aslında bir moğol geleneği olan bu yerde sevilen bir insanın kanını bırakmama geleneği günümüzde filistin’de hala varlığını sürdürüyor. gibson belli sahnelerde bilerek tek sözcük bile kullanmıyor, mecdelli meryem’in (büyüleyici güzelliğiyle monica bellucci) taslanışı sahnesindeki görsel anlatım tek kelimeyle büyüleyici. isa’nın annesi meryem güçlü, inançlı, sevgi dolu bir anne. oğlunu sofraya çağırırken isa’nın yanağına kondurduğu öpücük duygu yüklü, zarif bir sahne. sanırım meryem’e öğretilerinde pek merkezi bir rol vermeyen evangelistler bu filmle meryem’i daha çok sevmeye başlayacaklar. angelopoulos’un ulysses’ gaze filminden anımsadığımız tiyatro kökenli rumen aktör maia morgenstern mükemmel performans çıkarmış.
filmde epeyce sembol var
gethsemane bahçesindeki yılan aldatmacanın, çarmıha gerilen haydutun gözünü oyan akbaba kötülüğün, güvercin barışın simgesi. isa ruhunu teslim ederken gökten bir damla düşüyor, olağanüstü güzel çekilmiş bir sahne. ilk başta yağmur damlası diye düşünürken, filmden çıktıktan sonra yönetmenin buna tanrının gözyaşı anlamını yüklediğini farkediyorsunuz. “eloi, eloi, lema sabachtani!” haykırışına, bir yerde insanlığın tüm günahlarının bedeli olarak isa’nın ölümüne ağlama. kafaları karıştırıcı şiirsel bir sahne.
gibson görsel bir şiirselliğin yanına sarsıcı bir sürrealizmi bilerek eklemiş. flannery o’connor, öyküyü anlatanın işitme engelli okuyucular için bağırması gerektiğinden sözeder. gibson da dine kulaklarını tıkamış günümüz insanına öyküsünü anlatırken çoğu yerde bağırmayı ve etkileyici bir sürrealizmi tercih ediyor. judas’ın kendini aştığı ağacın yanındaki içi kurtlanan, kokuşmuş eşek ceseti gibson’un kullandığı sürreal imgelerden biri. ardı arkası kesilmeyen kırbaçlama sahneleri de öyle. rahatsız edici, zihinlerde kazınan görsel imgeler bütünü. gibson’un amacı da hristiyan doktrininde önemli bir yeri olan isa’nın çilesi’nin görsel detaylarını sürekli anımsamalarını, isa’nın özverisinin asla unutulmamasını (aletheia) sağlamak, bunda başarılı olduğunu söyleyebilirim.
koparılan antisemitizm yaygaralarının yersiz olduğunu düşünüyorum
filmde top yekün museviler değil, tapınağı elinde tutan dinsel otoritenin eleştirisi var, o dönemde sanhedrindeki hahamların ve baş hahamın vali pilate ile uzlaşmak zorunda oldukları göz önünde tutulursa filmde geçenlerin tarihsel olaylara yakın olduğu teslim edilebilir. gibson’un abd’de film endüstrisini egemenlikleri altında tutanları karşısına alışını övgüye ve incelenmeye değer bir sosyal olgu olarak kabul ediyorum. bakalım akademi ödülleri sırasında james caviezel ve maia morgenstern anımsanacaklar mı? caleb deschanel'in aydınlık ve karanlığı dahiyane kullanan sinematografik ustalığının hakkı teslim edilecek mi?
sonuç olarak gibson artıları eksileriyle pasolini'nin filminin ötesinde, zeffirelli’nin ayarında bir başyapıt ortaya koymuş. postmodern seküler dünyamızda giderek unuttuğumuz ancak yaşantılanarak algılanabilen teslimiyet ve çile çekme gibi kavramları, bize görkemli bir caravaggio tablosu boyutunda hatırlatan bir yapıt ortaya koyduğu için gibson’u tebrik ediyorum. gibson, kendilerini iyiliğin temsilcisi olarak atayarak, kötüler kategorisine soktukları insanların üzerine bombalar yağdıran, masum insanların da ölmesini sağlayanların, isa’nın bağışlayıcı ve şiddet içermeyen öğretisine nasıl da ters düştüklerini sergilediği için de ayrıca tebriği hak ediyor.