Arap Alevileri Olarak Bilinen Nusayriler Kimdir?
bir arap alevisi yani bir nusayri olarak ilk elden ve araştırdığımız bize anlatılan doğru kaynaklarla nusayriliğin tarihi hakkında, bu insanlar neye inanıyorlar, neyi savunuyorlar, bu mezhep nasıl ortaya çıktı, nasıl yayıldı bunlara değinip birkaç kelam etmek isterim..
baştan sona nusayrilik hakkında her şey.
öncelikle nusayrilik akdeniz, suriyenin akdenize kıyısı bulunan bölgeleri lübnan gibi yerlerde çok yaygın bir inançtır ancak bu inancın ve bu insanların neden burada yaşadığı hakkında net bir bilgi yok. biri daha baskın olan birkaç görüş var...
bu görüşlerden biri nusayrilerin eti türkü olduğu yönündedir. yine biz küçükken nenelerimiz babannelerimiz bize eti türkü olduğumuzu ve mısırdan geldiğimizi söylerlerdi. aslında türkiyede yaşayan nusayrilerin 1930 lu yıllarda çok popüler olan ama tamamiyle bir tarih kurgusundan ibaret olan bu eti türkü görüşü birçok tarihçi zaten çürütmüştür. ki ninelerimizin de o yıllarda doğduğunu düşünürsek bu görüşü bize anlatmaları çokta yanlış olmayacaktır.. dönemin halkının duyduğu kadarını bildiğini ele alırsak, mısır meselesinin de yarım yamalak bilindiğini söyleyebiliriz.
şimdi diğer bir görüş ise mısır valisi kavalalı mehmet ali paşa nın oğlu ibrahim paşa kumandasındaki birliklerin 1832 - 1840 yıllarında mısırdan getirdiği nusayri akınlarıdır. bu savı destekleyen tezlerden biri, 1749 yılındaki osmanlı vergi kayıtlarıdır. kayıtlar adana’nın güneyinde, bugünlerde alevîlerin yaşadığı mahallelerde bir grup “bahçeciler”i listelemiştir. arap alevilerine fellah denir. fellah arapça çiftçi demektir. bu bahçecilerin fellahlar yani arap alevileri olmaları da mümkündür. william burckhardt barker da, 1851 yılında yayımlanan kilikya adlı kitabında, mersine ait kazanlı mahallesinden bahsederken, 100 adet arap asıllı ailenin yaşadığını kaydetmiştir. bu savı destekleyen ve kaydeden bir çok avrupalı gezgin notu da bulunmaktadır. bu insanların burada yaşamalarının 19. yy ve öncesine dayandırıldığı etkindir.
yine barker, adana ve mersin bölgelerinde yaşayan arap alevilerinin özellikle mersinin eski ova köyü, şimdi merkeze yakın mahallelerinden karaduvar ve kazanlı mahallelerinde yaşayan, 1840 yılı dolaylarındaki nüfus yapısından söz ederken kilikya’da çoğunluğun türkmen olduğu, sonra açık ara ile fellahların geldiği; tarsus nüfusunun o yıllarda 6000 ve bunun üçte birinden fazlasının nusayri (ya da deist) olduğu; ovada 300’den fazla köy bulunduğu, bunların her birinde 200’den fazla kişinin yaşadığı ve bunların sakinlerinin çoğunlukla nusayri olduğu belirtir.
arap alevilerinin yine 18. ve 19. yy da mersin ve adanaya göçlerinin yaşandığını dönemin nüfus kayıtları ile ortaya çıkarmak mümkündür. nusayriler müslüman kategorisinde sayıldığı için hane sayısından çok şehrin nüfus sayısından bir göç yaşandığını anlayabiliriz. adana’da 1872 yılında 5 bin iken 1924 yılında kırları ile birlikte 37 bin; tarsus’ta 1840 dolaylarında 2 binden biraz fazla iken 1920’lerin başında kırları ile birlilkte 30 bin olmuş. 1850’li yıllarda mersin’in tüm nüfusu 2 bin dolayında iken, 1920’li yılların başlarında mersin’deki yalnızca arap alevîsi nüfusu, kırları ile birlikte, 12 bin dolayında olmuş. bu da 19 ve 18. yy da adana ve mersine yoğun bir göç yaşandığını gösterir niteliktedir...
yine ek bir bilgi olarak evliya çelebi 1621 yılında tarsus ve adanaya geldiğinde bu bölgede fellah yani arap alevilerinin de var olduğunu kayıt etmiştir.
akdeniz bölgesinde yaşayan bu saklı halkın, mısırdan geldiğine karşı çok zıt ve şiddetli reddiyeler bulunmaktadır. örneğin ilber ortaylı mersin ve adana da olan arap alevilerinin suriyenin lazkiye kentinden geldiğini belirtir ki, benim de öz dedemin kardeşleri hala lazkiyede yaşamaktadır. kendileri ile konuşur temasımız devam etmektedir. örneğin orta doğu tarihi profesörü ehud r. toledano, arap alevilerinin ibrahim paşanın taşınmasıyla akdeniz bölgesine geldiği fikrini reddederek, nusayrilerin, ağırlıklı olarak lazkiyeve nusayri dağlarından geldiğini beyan eder.
ayrıca bizim konuştuğumuz arapça şivesi lehçesi ağzı suriyenin sahil kesimlerinde yani lazkiye bölgesinde konuşulan arapça ile aynıdır. çukurova'da bulunan ziyaret diye adlandırdığımız türbe diye nitelendirilen ibadet yerlerinin suriyedekiler ile aynı olduğunu da bilmek gerekir...
arap alevilerinin mısırdan geldiği fikri ise, mahariza adındaki bir arap aşiretin islamın ilk yıllarında mısır’a yerleştikten, sonra, önce suriye’ye daha sonra da kilikya bölgesine göç etmiş olmasıyla ilişki kurulduğu düşünülüyor.
peki bu insanlar suriyeden neden buraya göç ettiler... onlarla ilgili görüşler nelerdir.
bir görüş ibrahim paşa’nın çukurova’yı işgalinde tuttuğu yıllarda, pamuk tarımını bildikleri için getirildiklerini belirtir. ancak arap alevîlerin ibrahim paşa ordusunda yer aldıklarına ilişkin bilgiler muğlaktadır. ancak, o bölgede yaşanan nüfus patlaması, gıda ve ekonomik sorunlarla beraber özellikle 1822 yılının ağustos ayında lazkiyede son 500 yılın en büyük depreminin yaşanması insanları göçe zorlamış olabileceği düşünülmektedir. aynı zamanda osmanlı’nın alevîlere uyguladığı bazı ağır vergiler ve abdülhamit dönemindeki asimilasyon politikalarından kaçış yine göçü hızlandıran nedenler arasında olabilir.
arap alevilerinin çukurova'ya gelmelerinin nedenleri arasında, dönemde çukurovada nüfusun düşük olması, pamuk hasadı vaktinde ücretin yüksek olması yeni bir yerleşim yeri olmasıyla gelecek vadetmesidir. ancak buralardan dağılan aleviler sadece adana mersin lübnana değil, dünyanın çok çeşitli bölgelerine şili, bolivya, arjantin, brezilya, venezuela’da iki milyon gibi bir rakamda arap kökenli alevi olduğu tahmin ediliyor.. özetle, çukurovada yaşayan arap alevilerinin çoğunluğu lübnan lazkiye ve nusayri dağlarından geldiği, bu göçler arasında ibrahim paşanın 19. yy da getirdiği askerlerden önce bu bölgede nusayrilerin yaşadığı, mısırdan gelip yerleşenlerin ise azınlık olduğu çıkarımında bulunabiliriz. nusayrilerin göç nedenleri arasında, herhangi bir otoritenin zoruyla göçü ve sürülmesiyle değil, tamamen bireysel nedenler ekonomik nedenler, 1822 depremi, aşiretler arası davalar gibi nedenler bulunmaktadır...
şimdi nusayriliğin muhtemel göç nedenlerini yazdıktan sonra. bu insanlar neye inanıyorlar, bu mezhep nasıl ortaya çıkmış olabiir bunlara değinelim.
mezhebin kurucusu muhammed b. nusayr’ın hayatı hakkında islâm mezhepleriyle ilgili yazılmış ilk dönem kaynaklarında ve hatta mezhep literatürü içerisinde çok az bilgi bulunmaktadır. mezhepler hakkında yazılmış klasik eserler ibn nusayr’ı haramları helal gören, peygamber’e ve imamlara ilahlık isnad eden sapkın fikirlere sahip gulât-ı şia’dan bir kimse olarak sunmaktadır.muhtemelen ibn nusayr önceleri allah’ın hz. muhammed, ali, fatıma, hasan ve hüseyin’e hulûl ettiğine inanan şura’iyye’ye mensupken, daha sonra tanrısallıkta eşit olan bu beş kişinin konumlarını farklı yorumlayarak yeni bir grubun oluşumuna imkân sağlamıştır. ibn nusayr’ın teolojisinde ali bilinemeyen “yüce ilah”, hz. muhammed ise, onun nurundan meydana gelen, onun izni ve gücüyle hem nurani hem de maddi âlemi yaratan ilahtır. nusayrî edebiyatında ibn nusayr on birinci imam hasan el-askerî’nin bâbı olarak sunulmaktadır.
genel olarak şii düşüncede imam’ın en yetkin müridi için kullanılan bâb kavramı, nusayrîlikte tanrısal imam ile mistik arasında bağ kuran, mistiği tanrı’ya ulaştıran kutsal bir varlık olarak tanımlanmaktadır. nusayrî inancına göre yalnızca olumsuz sıfatlar ile tanımlanabilecek olan aşırı soyut, aşkın, tek yüce ilah ma’nâ, kendi nurundan ismi yaratmış, daha sonra isim de yüce ilahın iradesi ile kendi nurundan bâbı yaratmıştır. isim yüce ilahtan, bâb da isim sayesinde yüce ilahtan olduğu için bunlar mistik bir birlik oluşturmaktadır. ancak bu birlik hıristiyan teslisindeki gibi birbirine eşit üç unsur değil; hiyerarşik olarak birbirlerine karşı üstünlükleri olan ve asıl olanın ma’nâ olduğu bir inançtır. nusayrî teolojisine göre tevhidin özü budur. bu nedenle isme ve bâba mahlûk demek şirk sayılmaktadır.
nusayrîliğin yayılması
nusayrî kaynaklar ibn nusayr’ın kendisinden sonra liderliği en yakın müridi olan muhammed b. cündeb’e (ö. ııı/ıx. asır) bıraktığını kaydetmektedir. nusayrîlere göre ibn cündeb en büyük yetim sayılan mikdad’ın enkarnasyonlarından biridir. ibn cündeb’ten sonra
mezhebin başına ebu muhammed abdullah el-cennân el-cünbülânî geçmiştir. el-cünbülânî, fars’ın cünbülâ kentindendir. bu nedenle “farisî” lakabıyla da anılan el-cünbülânî, nusayrîlik içinde el-cünbülaniyye adlı sûfi bir tarikat kurmuştur. el-cünbülânî, nusayrîliğe
tasavvufî bir boyut kazandırarak yeni taraftarlar kazanmaya gayret etmiştir.. el-cünbülânî, nusayrîliği yaymak için büyük çaba gösteren ebu abdullah hüseyin b. hamdân el-hasîbî’yi mezhebe kazandırmış, kendisinden sonra liderlik de el-hasîbî tarafından yürütülmüştür. nusayrîlerce “şeyhü’d-dîn” olarak anılan el-hasîbî, ıraklı gulât bir ailede, hicri ııı. yüzyılın ikinci yarısında doğmuştur. el-cünbülânî’nin 289/900’de ölümünün ardından mezhebin yeni lideri olan el-hasîbî, cünbülâ’dan ayrılıp nusayrîliğin merkezini bağdat’a taşımıştır.
abbasi veziri ibnü’l-furât’ın önemli ölçüdeki desteği ile el-hasîbî nusayriliği biraz daha yayıp güçlendirme imkânı bulmuştur. ancak el-hasîbî, hilafetin merkezi bağdat’ta açıkça nusayrî doktrinini yaymaya başlamasıyla abbasîlerin bâtınîlikle mücadelelerinin bir
sonucu olarak devlet görevlilerince tutuklanmıştır. nusayrî inancına göre el-hasîbî hapisten isa mesih’in yardımıyla kurtulmuştu.
el-hasîbî, bağdat’taki zorlu şartlardan uzaklaşmak için imamiyye şiası’ndan olan hamdânîlerin hüküm sürdüğü halep’e yerleşmiştir. burada da nusayrî öğretisini yaymaya çalışmış ancak başarılı olamamıştır. bunun üzerine suriye’nin kuzeyinde yer alan harran’a
yerleşmiş, burada 51 kişiden oluşan gizli bir nusayrî cemaati kurmuştur.burada yetiştirdiği öğrencilerini çeşitli bölgelere göndererek nusayrî inancının yayılmasını sağlamaya çalışmıştır. ırak’ta şii büveyhilerin iktidarı kontrol altına almasıyla birlikte el-hasîbî bağdat’a geri
dönmüştür. burada büveyhi yöneticisi izzü’d-devle el-bahtiyar’ın, kendi otoritesini güçlendirmek için batınî gruplara gösterdiği taviz neticesinde el-hasîbî rahat bir ortamda yaşama imkânı bulmuştur. yaşamının son yıllarında ise yeniden halep’e dönmüş ve 358/969?’da burada vefat etmiştir.31 el-hasîbî’nin ölümünden sonra nusayrîlik bağdat ve halep olmak üzere iki merkezde temsil edilmeye başlamıştır.
bağdat’ta ali ibn isa el-cisrî, el-hasîbî’nin başlattığı nusayrîliği yayma çalışmalarını sürdürmüştür. nusayrîliğin bağdat kolunun 1258’de moğolların saldırıları sonucunda yok olduğu kabul edilmektedir. nusayrîliğin halep kolunun lideri muhammed b. ali el-cillî, nusayrîliğin doktrinel temellerinin oluşmasında ve nusayrîliğin yayılmasında en etkili kişilerdendir. halep’te seyfü’d-devle’nin 967’de ölümünün ardından iktidara gelen yöneticilerin batıni gruplara karşı sert tutumlarına rağmen el-cillî gizli bir şekilde davet faaliyetlerini sürdürerek nusayrîliği yaymıştır. kendisinden sonra halep’te cemaatin lideri olacak olan öğrencisi ebû saîd meymun ibn kâsım et-taberânî ile birlikte beyrut, lübnan gibi bölgelere seyahat ederek mezhebe yeni üyeler kazandırmıştır. el-cillî nusayrîliği yayma çalışmalarını yalnızca müslümanlar arasında değil aynı zamanda hristiyan gruplar üzerinde de gerçekleştirmiştir.33 el-cillî’den sonra et-taberânî’nin liderliğe geçtiği dönem batınî grupların birbirlerine karşı güçlü muhalefet sergiledikleri bir dönemdir. bir yandan siyasi iktidarın baskıları, bir yandan ishakîlerle olan mücadeleler sonucunda et-taberânî, nusayrîliğin merkezini halep’ten lazkiye’ye taşımıştır.34 et-taberânî nusayri teolojisi ve liturjisi hakkında önemli eserler kaleme almıştır. onun hem yazdığı risaleler hem de muhaliflerle sürekli münazaralarda bulunması, nusayri itikadının sistemleşmesine katkı sağlamıştır. et-taberânî döneminde lazkiye’de bulunan mahalli hanedan tenûhîler ile çevredeki dağlık bölgede yaşayan kabileler nusayrîliğe girmişlerdir. kaynaklarda verilen bilgilere göre et-taberânî nusayrîliğin son genel şeyhidir. onun 426/1034-35 yılındaki ölümünden sonra nusayrîler her bölgenin bağımsız şeyhi tarafından yönetilmiş ve çeşitli gruplara bölünmüştür.
nusayrîliğe yönelik baskılar
xıı. yüzyılın ilk yarısında nusayrîlerin yaşadığı bölgelerin büyük bir kısmı haçlı orduları tarafından işgal edilmiştir. nusayrîler haçlı seferlerini tarihlerindeki en büyük felaketlerden biri olarak görmektedir. bar-hebraeus’un bildirdiğine göre haçlılar çok sayıda nusayrîyi
katletmiştir. aynı dönemde nizarî ismaililerin de nusayrî bölgesine gelerek buradaki kaleleri zapt etmesi iki grup arasında çatışmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1188’de selahaddin eyyûbi, lazkiye ve çevresinde bulunan kaleleri haçlılardan geri almış, böylece nusayrîlerin yaşadığı bölgenin kontrolü eyyubilerin hâkimiyetine geçmiştir. eyyubiler döneminde sincar dağlarından kendisi de bir nusayrî olan emir makzun es-sincârî ve beraberinde gelen grubun nusayrî bölgesine yerleşmesi nusayrîlik açısından çok önemli bir olaydır. ismaililer ile nusayrîler arasındaki mücadelede nusayrîlere yardım için gelen es-sincârî’nin, 1220’deki muhaliflere ilk saldırısı başarısızlıkla sonuçlanmıştır. bundan üç yıl sonra ismaililere düzenlediği yeni bir saldırıyla düşmanları yenerek bölgeyi kontrol altına almıştır. makzun es-sincârî ile birlikte nusayrî bölgesine yerleşen gruplar nusayrî haddadiyye, matavira, muhaliba, daravisa, numeyletiyye ve beni ali kabilelerini ortaya çıkaracaktır.
nusayrî bölgesi 1250-1516 yılları arasında memluk hâkimiyetine girmiştir. sultan baybars (1260-1277) ve sultan kalavun (1279-1290), nusayrîlerin sünni islâm’a girmesi için önemli girişimlerde bulunmuşlardır. nusayrîliğe girişin yasaklandığı bu dönemde nusayrîlerin
yaşadıkları yerlerde camiler inşa ettirilmiş, bunların bakımından da bölge halkı mes’ul tutulmuştur. kuzey afrikalı meşhur gezgin ibn battûta seyahatnamesinde xıv. yüzyılın ilk yarısında bulunduğu suriye’de nusayrîlere zorla yaptırılan bu camilerin âtıl bırakıldığını,
çoğunlukla ahırlara çevrildiğini kaydetmektedir
memluk sultanı en-nâsır’ın son hükümdarlık döneminde (1293-1294, 1299-1309, 1310- 1341) mehdilik iddiasındaki bir nusayrînin ayaklanması sonucunda ortaya çıkan olaylarda çok sayıda nusayrî öldürülmüştür.44 yine aynı dönemde hanbelî alim takiyüddin ibn
teymiyye’nin (v. 728/ 1328), genelde batınî gruplar, özelde ise nusayrîler hakkında verdiği fetvalar, onların islâm dairesinde sayılamayacağını deklare etmiştir: ----nusayrîyye denilen kavim ve bâtınî karmatî gruplar yahudi ve hıristiyanlardan, hatta müşriklerin çoğundan daha inançsızdır. onların muhammed (sav)’in ümmetine zararı inançsız türk (moğol), frenk (haçlı) ve bunlar dışındaki savaşçıların verdiği zarardan daha büyüktür. onlar şia’dan zannedilir ve ehli beytin destekçisi olarak görülür. (ancak) onlar gerçekte allah’a, peygamberine, kitabına, emirlere ve yasaklara, sevaba ve günaha, cennete ve cehenneme inanmazlar----- demiştir..
ibn teymiyye, nusayrîlerle evlenmenin, kestikleri hayvanların etinden yemenin caiz olmadığını, onların müslüman mezarlığına gömülmelerinin de yasak olduğunu ifade etmiştir.ibn teymiyye’nin nusayrîleri kafir olarak nitelendirdiği bu fetvalar sonucunda bazı bölgelerde çok sayıda nusayrî öldürülmüş ve sürgün edilmiştir...
osmanlı yönetiminde nusayrîlik
mercidabık savaşı’nda (1516) yavuz sultan selim’in (1512-1520) memluk sultanı kansu gavri’yi mağlup etmesiyle osmanlı hâkimiyetine giren nusayrîler, uzun süre halep eyaletine bağlı olarak mahalli şeyhlerin gözetiminde, kendi içlerinde serbest bir toplum olarak yaşamıştır.48 mısır ordusunun kumandanı kavalalı ibrahim paşa, osmanlı devleti’ne karşı ayaklanarak 1832’de suriye’yi denetimi altına aldığında nusayrîler de bu durumdan etkilenmişti. zorunlu askerlik hizmeti ve ağır vergiler karşısında suriye’deki dürzîler gibi nusayrîler de ibrahim paşa’ya karşı mukavemet göstermiştir.osmanlı’ya karşı çeşitli kereler ayaklanan nusayrîler, özellikle 1870 ve 1877’de gönderilen askeri birliklerle kontrol altına alınmıştır. ıı. abdülhamid (1876- 1909) dönemine kadar diğer heterodoks gruplarda olduğu gibi nusayrîler de müslüman kitleden sayılmamış ve onlardan vergi alınmıştır. ancak ıı. abdülhamid’in islâmlaştırma hareketi çerçevesinde bütün batınî gruplar müslüman kabul edilerek mecburi askerlik göreviyle sorumlu tutulmuştur.
1800’lü yılların sonunda nusayrîlere karşı artan amerikan misyonerlik faaliyetleri nedeniyle, devlet yöneticileri nusayrî bölgelere hanefî-sünnî eğitimin verildiği okullar açmış, yeni camiler inşa ettirmiştir. osmanlı arşiv belgelerine göre yöneticilerin nusayrîleri sünnileştirme girişimleri bazı bölgelerde karşılık bulmuştur. resmi belgelere göre, özellikle 1890’dan itibaren çok sayıda nusayrî, hanefi mezhebine geçmiş, okul ve mescit ihtiyaçlarının karşılanması için devletten talepte bulunmuşlardır. ancak devletin sınırlı oranda gerçekleştirebildiği bu girişimler ı. dünya savaşı’nda nusayrî bölgesinin önce ingilizler sonra da fransızlarca işgal edilmesinin ardından bütünüyle etkisini yitirmiştir..
fransız mandası ve nusayrîlik
ı. dünya savaşı’ndan sonra fransa’nın kontrolüne giren suriye farklı özerk bölgelere ayrılmıştı (1920). bu dönemde nusayrîlerin yaşadığı lazkiye de “alevî özerk bölgesi” olarak isimlendirilmiştir. 1922’de “alevî devleti” denilen bölge aynı zamanda legal olarak da bağımsızlığını kazandı. böylece nusayrî davaları otonom mahkemelerinde kendi hukukçuları tarafından değerlendirilmeye başladı. bu değişimlerden memnun olan bağımsızlık yanlısı nusayrîler fransız yönetimine yardımcı oluyordu. çok sayıda sünni suriyelinin fransız yöneticilere karşı sürdürdüğü boykot, grev ve ayaklanmaları, hükümete çok sayıda asker yardımında bulunarak bastırdı. suriye’de fransız manda yönetimine karşı olan, çoğunluğunu sünnî suriyeli milliyetçilerin oluşturduğu gruplar başlangıçtan itibaren bağımsız ve birleşik bir suriye için mücadele vermekteydi. 1936 yılında fransa, sünnî otoritesini reddeden nusayrî muhaliflerin aksi yöndeki tüm ısrarlarına rağmen, milliyetçilerle bir anlaşmaya vardı ve alevî devletinin suriye ile birleşmesine karar verdi. milliyetçiler, birleşik suriye’de nusayrîlerin desteğini de kazanmak için daha önceki fetvaların ve genel kabulün aksine onların müslüman olduğun beyan eden fetva yayımladı. nusayrîler arasında da milliyetçiliği savunan bazı dini önderler bulunmaktaydı. bu dönemde, nusayrîler tarafından da müslüman olduklarına dair vurgu güçlenmişti. 1939 yılına gelindiğinde sünni yönetime direnç gösteren ayrılıkçı nusayrîler, kendisini tanrı ilan eden süleyman el-mürşid önderliğinde bir isyan başlattı. bu isyan hareketi başarı gösterdi ve nusayrî bölgesi şam yönetiminin dışında kalarak yeniden bağımsız oldu...
1946 yılında fransa mandasının son bulmasıyla suriye’deki nusayrîlerle birlikte bütün dini azınlıkları da içine alan arap cumhuriyeti kurulmuş, yönetime de sünni elitler geçmişti. süleyman el-mürşid’in bağımsızlık için yeniden isyan etmesi onun idamıyla sonuçlanmıştı.
el-mürşid’in ardından 1952’de oğlu da isyan hareketi başlatmış fakat bundan da bir netice alamamıştı. 1954’te dürzî ayaklanmasının da bastırılması üzerine nusayrîler bağımsızlık mücadelesinden vazgeçmişlerdi.
suriye’de nusayrî iktidarı ve günümüzde nusayrîlik
1946-1963 yılları arasında sünnilerin iktidarda olduğu suriye’de, etnik ve dini azınlıkların güçlü olduğu tek kurum ordudur. daha önce fransa manda yönetimi altındaki levant özel birlikleri suriye’nin bağımsızlığa kavuşmasıyla dağıtılmış, ancak burada görev yapan
askerler yeni ordu içinde de yerini almıştı. böylece nusayrîler, ordunun alt kademesinde de olsa askeri birliklerin büyük çoğunluğunu oluşturuyordu. 1949 ve 1963 yılları arasında gerçekleşen çok sayıda askeri darbe sonucunda her hükümet değişimi ordunun üst kademesindeki sünnilerin mevkilerinin boşalması ya da tasfiyesi anlamına geliyordu. böylece alt kademedeki nusayrî subaylar ordu içinde yükselme imkânı bulabilmişti. 1963 yılında gerçekleştirilen bir darbeyle pan-arabist söylemlerle etkili olan baas partisi iktidara getirildi. ordunun siyasetteki etkisinin arttığı bu dönemde, orduda kritik görevlere baas yanlısı nusayrî ve dürziler getiriliyordu. bu durum orduda gruplaşma ve kamplaşmalara yol açıyordu. ordudaki bu kargaşa yönetimi de etkiledi ve 1966 yılında salah cedid ve hafız esad grubunu iktidara taşıyan ihtilal gerçekleşti. bu ihtilalle birlikte dürzi kökenli selim hatum ve ordudaki diğer dürziler tasfiye edildi. böylece ordunun komutası çoğunlukla nusayrî subaylara devredildi. ordu içinde ve baas partisi’ndeki azınlık dürzi ve ismaililer ile sünnilerin tasfiyesinden sonra iki nusayrî lider cedid ve esad arasında iktidar mücadelesi başlamıştı. bu mücadele baas partisi’nin askeri kanat lideri hafız esad’ın 1970’te gerçekleştirdiği kansız darbeyle sonuçlandı.
sonuç
nusayrîlik, kûfe’de ortaya çıkan aşırı görüşlere sahip birçok şii gruptan (gulât) günümüze kadar varlığını sürdürmüş mezheplerden biridir. bunun yanı sıra günümüzde suriye’de azınlık olmasına rağmen siyasi iktidarı elinde bulundurması da nusayrîliğe gösterilen ilginin
haklı nedenlerindendir. nusayrîlik, doğuşundan itibaren diğer batınî karakterli mezhepler gibi gizliliğe büyük önem vermiştir. bu durum, önceleri nusayrî toplulukların toplumla birlikteliğine zarar vermezken, zaman içinde mezhep mensuplarının kâfir ve mürted olarak kabul edilmesi onların yalnızlaşmasına yol açmıştır. yaşadıkları nusayrî dağı onlar için adeta bir sığınak haline gelmiştir. ancak modern dönemde arap milliyetçiliğinin de etkisiyle topluma entegre olmuş, dini inançlarındaki aşırılıklardan büyük ölçüde uzaklaşarak islâm dünyasında ikinci büyük mezhep grubu olan oniki imam şiiliğine yaklaşmıştır...
kaynakça:
mîzânü’l-hak islami ilimler dergisi, sy. 1, 2016, s. 101-111
et-tavîl, muhammed emin ğalib. arap alevîleri tarihi
tdv islâm ansiklopedisi.