Basit Görünen Sahnelerinin Altında Büyük Dersler Yatan Woody Allen Filmi: Whatever Works

Neşeli ve kendini ciddiye almaz tavrına rağmen cevapsız kaldığınız sorular soran 2009 tarihli filmi bir yad edelim.
Basit Görünen Sahnelerinin Altında Büyük Dersler Yatan Woody Allen Filmi: Whatever Works

whatever works, annie hall döneminden esintiler sunan bir woody allen filmi

bence genel olarak bir woody allen filminde bulunabilecek her şey bu filmde mevcut: yabancılaştırma efekti, huzursuz karakterler, yer değiştiren konumlar... ama isterseniz bunlara daha yakından bakmadan önce, şu hiç haz etmediğim ibareyi koyalım:

Uyarı: Bu noktadan sonrası spoiler içerir.

bana kalırsa bir woody allen filminin en genel özelliği, doğrusal bir gelişiminin olması. böyle olmayan istisnalar elbette bulunabilir, ancak bir woody allen filminin içine girdiğinizde, neresine tutunacağınızı bilmediğiniz bir senaryo örgüsünün içine girmiş gibi olmazsınız (bkz: david lynch). woody allen niyetini daha baştan belli eder ve hedefine doğru yer yer yarılmalar, yer yer yan akıntılarla devam eder. ancak bir woody allen filmini sıra dışı yapan, bu niyetini belli eden ereksel devamyoluna rağmen, neredeyse her sahneyi, her kareyi bir başka parodiye dönüştürebilmesidir. bence, whatever works de karakterlerin, sahnelerin ve sonunda da filmin kendisinin parodiye dönüştüğü bir film. bu yüzden de, son cümleyi sona saklamak kaydıyla, filmin ana fikri de olan son repliğiyle analize başlayabiliriz:

"bu yüzden, söylemekten dilimde tüy bitti; bulabileceğin veya alabileceğin her sevgi, tutunabileceğin veya sağlayabileceğin her mutluluk, iyiliğin geçici de olsa her bir ufak parçası, ne olsa işe yarar (whatever works). ayrıca kendinizi kandırmayın, bunun doğuştan gelen yeteneğinizle veya zekanızla bütünüyle ilgisi yoktur. itiraf etmek istemeseniz de varlığınızın büyük bir kısmı şansa dayanıyor."


bunu söyleyen, bana son derece annie hall'daki alvy karakterini hatırlatan huysuz ihtiyar boris. boris'in hayatla arasında bir uyumsuzluk var ve bunu kendisi de kabul ediyor. ama bir şekilde bu uyumsuzluğuyla birlikte yaşamayı öğrenmiş. hayatla kurduğu ilişki, çevresindeki herkesi ve her şeyi neredeyse bir yan figür olarak görmesine neden oluyor. hatta denilebilir ki, filmdeki bütün karakterler, bütün sahneler, ana karakterin kendisinde bir parodiye dönüşüyor. boris'in melody ile yaşadığı aşk, melody'nin annesiyle ilişkisi ve hatta melody'nin ailesinin geçirdiği tüm dönüşüm, boris'in bir alt metni olarak görülebilir. nitekim bazı sahneler çekim, müzik ve kurgu açısından da bu parodi olma halini destekler nitelikte: melody'nin yakışıklı delikanlı (sanırım randy'ydi adı) ile tanışma sahnesi ve buradaki müzik, eşcinsellik söyleminin ortaya çıktığı yerdeki atmosfer, belli tür bir sanat temsili, bunlar hep woody allen'ın belli bir algıyı sahnede temsil etme biçimleri.


zorlama bir analoji olarak görülmezse, bunu james joyce'un ulysses'sine benzetebilirim. orada da joyce, her dönemin belli tür yazma biçimini taklit ederek, o dönemin bir parodisini sunar. ama bunu iyice karikatürleştirerek yapmaz ve her dönemin parodisini, neredeyse o dönemin yazınsal bir analiz biçimine dönüştürür. ben de diyebilirim ki, woody allen belli türde ilişkileri parodileştirerek onları analiz ediyor. ya da başka bir deyişle bu, allen'ın analiz etme biçimi...

bu açıdan karakterler arası ilişkileri ve karakterlerin dönüşümlerini belli bir temsil biçiminin karikatürleştirilmesi olarak değerlendirmiyorum. aksine, her karakterin geçirdiği değişim-dönüşüm, bize, bir kimliğin, kendisini ne kadar sağlam kurarsa kursun istikrarsızlaşmaya ne kadar açık olduğunu anlatıyor. görüyoruz ki, zamanında ne kadar katı olursa olsun bir anda savunmasız kalabilen bir kimliğin aslında yeri boştur... ya da daha güncel tabirle söylersek: bir kimlik, içi boş bir göstergedir. biz bu kimliklerin içini belli yerlerde kalıcı olarak kalarak değil, ancak genel ve bizi başka kimlikleri de ziyaret etmeye çağıran bir ilkeyle doldurabiliriz: işte filmin, benim fazlasıyla spinoza'cı bulduğum öğüdü, hayatı neşeli bir parodiye dönüştürmektir. varlığın özsel olmayan karakteri, sürekli karşılaşmalar örgütlemektir. ve eğer onun istikrarlı olmasını ya da başka deyişle işlerin onun için daha az acısız olmasını istiyorsak hep daha neşeli varyantları seçmemiz gerekir. buna benzer spinoza'cı bir içeriği yılmaz erdoğan'ın neşeli hayat filminde de görüyorum.


gelelim filmin son cümlesine

aslında bunu herhangi bir yerde de işleyebilirdim, ama bilhassa sona bıraktım. çünkü bence bu film bu cümleyle kendisinin de kendisinin bir parodisi olduğunu açık ediyor.

boris, yukarıda verdiğim paragraftan sonra:“i'm the only one who sees the whole picture”, yani “bütün resmi tek gören benim” diyerek bitiriyor. yani filmin bütün gidişatı zaten boris'in gözünde mevcuttur, başka bir deyişle, bütün bir film kaplanın gözündeki bir anlık parıldamadan ibarettir (jorge luis borges). aslında ereksel, yani başı-sonu olan her tür eserin, yaratıcısında baştan verili olduğunu söyleyebiliriz. ama bence woody allen'ın iddiası bundan ibaret değil. bu bence tam da, bana platon'u çağrıştıran bir hakikat iddiası. platon diyaloglarının temel karakterlerinden biri sophos, yani bilgedir. platoncu terminolojide sophos, her tür bilgiye sahip olan, yani diyalogların farklı hakikat düzeylerine, farklı bilme biçimlerine haiz olan demektir. her türlü ilişkinin farkında olan sophos, bir anlamda diyaloğun yazarının kendisidir. ama bir yandan da, platon'da her ne kadar farklı tür hakikatler bazen birbirlerini çürütmeden bir arada bulunuyor olsalar da, hakikatin bilgisine haiz olan tek kişi bu sophos'tur. bu anlamda bence boris, filmin sophos'udur. her tür ilişki ana karakterde içerilir, başkasının söylemi, ancak belli tür bir parodi olarak filmin söyleminde yer bulur. peki eğer böyleyse, o zaman woody allen, bu parodiye dönüştürdüğü söylemlerin tuzağına düşmüş, kendisini onlardan farklı yerlerde konumlandırarak başka mümkün söylemlere haksızlık etmiş olmaz mı? hayır olmaz. hatta bu tam da, woody allen'ın bilinçli olarak parodileştirdiği nefret söylemlerinin, kendisinden başkasına yaşam hakkı tanımayan dindar söylemin, kimlikleri tektipleştiren seksist söylemin, her tür mümkün söylemin dışında konumlandırılmasıdır. öyleyse elbette nefret söylemlerinin dışında başka tür söylemlerde mevcuttur. ancak film kendisini, tutunabilmenin tek mümkün olduğunu düşündüğü yere yerleştirir: istediğin her kimliği seçebilirsin, ama yeter ki mutlu olmaya ve insanları mutlu etmeye çalış!

dünyaya neşeyle bakan bir film whatever works...