Bir Erkeğin Masumiyet Çağında Kaybediş Öyküsü: The Age of Innocence

Martin Scorsese'nin 1993 tarihli mütevazı başyapıtını genel hatlarıyla bir inceleyelim.
Bir Erkeğin Masumiyet Çağında Kaybediş Öyküsü: The Age of Innocence

Nedir, ne değildir?

başrollerinde sinemayı hala bıraktığına inanmadığım ve bir gün dönüşü muhteşem olacak diye beklediğim daniel day-lewis, etkileyici bir çekiciliği olan ve gerçekten iyi bir oyuncu mu olduğunu düşündüğüm michelle pfeiffer ve 90ların billur güzellerinden winona ryder'in olduğu; sinemanın gangsteri ve yaşayan bir efsane olan martin scorsese'nin yönetmenliğini yaptığı; edith wharton'un aynı adlı romanından uyarlanan; 1993 yapımı; 1 oscarlı; dram-romantik türünde sanatsal eser.

film tek kelimeyle bir "tablo." her karesi ayrı bir resim, her sahnesi ayrı bir tablo, her repliği bir şiir. bu edebi lezizliği filmin her dakikasında hissetmek mümkün. scorsese tarzı dışı bir film yapsa da bunun içinden de ustalıkla çıkmış diyebilirim.

yasak aşk mı, imkansız aşk mı karakterlerin yaşadığı bilemedim. yasak olmayacak bir birliktelik hakimken zor yapılarıyla durumu imkansız hale getirdikleri yetmiyormuş gibi bir de yasağa dönüştürdüler. bu eski aşklar, heyecanlar, tutkular hep mi böyle olur dedirtiyor insana fakat bu aşkların günümüz sahteliğinden son derece uzak olduğu da aşikar.

oyunculuklara hiçbir sözüm yok. hepsi muazzam oynamış. gerçek aşkı böyle hissettirebilirlerdi bana. michelle pfeiffer'ı sanırım ilk kez bu kadar beğendim. daniel'e söyleyecek söz bulamıyorum. her rolünün hakkını ciddiyetle veriyor gerçekten. mekan, kostüm ise tam bir show zaten. kulanılan tüm dekorlara ayrı ayrı bayıldım.

scorsese doğası diye bir şey var. bu filmde de suçu romantizme yüklemiş. acıtıcı, yaralayıcı bir aşk karşımızda. kitabını okumadım ama nedense vadideki zambak romanını okuduğumdan filmde de, o tadı hissettim. iyi ki izledim, romantik filmleri sevmesem de bu dokuda olanlar kesinlikle bir ayrı oluyor.

film bir erkeğin kaybediş öyküsüdür

Uyarı: Hafif spoiler içerir.

scorsese filmin bir roman uyarlaması olduğunu hiç gizlemeden kendi sinema dilini bu yapıda oluşturur. sahne geçişlerinde sarıya ve kırmızıya düşen kareler, ağır gerçekleşen mix'ler filmde birbirine arasına girmiş duyguları çok güzel ifade eder. allen, may ve newland üç karakter de aslında kendi kişiliklerini ve düşlerini aramaktadırlar. ancak bu iki kadının düşü de ne yazık ki erkek karakter newland'da birleşememektedir. newland ile evlenen may aslında eşini değil kendi varlıklı hayatın sürdürebilecek, zengin, mesleği olan bir hayali erkeği sevmektedir. allen için ise newland aslında bir tutkudur, ama bu tutkusunun gerçeğe dönüştüğünde yok olacağına inanır. bu düşüncesinin oluşmasında içinde bulunduğu muhafazakar new york da vardır. film aslında bir araya geliş ve kaçış filmidir. allen avrupa'ya kaçar, may standart bir soylu aile yaşamına kaçarak 3 çocuk doğurur, newland ise bir o kadına bir bu kadına savrularak kaçışını hep erteler. scorsese amerika'nın daha henüz oluşmaya başladığı o dönemlerde belirsiz bir ilişkinin oluşmasına izin vermez ve newland'ı avrupa'da yaşamış ve avrupalı olan allen ile birleştirmez. böylece amerika-avrupa evliliğini engeller ama amerika'nın avrupa tutkusu film sonuna kadar bitmez ve amerikalı olan newland ömrünün son günlerini paris'te allen'ın evinin önünde geçirir. bu da amerika'nın asla avrupa'dan bağımsız olamayacağının bir göstergesidir.

isminde bir ironi olduğunu düşünüyorum bu filmin (ve kitabın)

masumiyetin çağı böyleyse masum olmayan bir çağda yaşayanların vay haline. newland'ın ellen'ın avrupa'ya döneceğini öğrenmesinden sonra verilen yemek sırasında anlatıcını (narrator) şu sözlerine bakalım:

"archer, masadaki zararsız görünen insanların sessiz birer komplocu gibi kendisiyle ellen'ı ise komplonun tam ortasına düşmüş gibi görüyordu. aylar boyu sessiz izleyen bakışların ve sabırla dinleyen kulakların arasında kaldığını hissediyordu. kendisiyle suç ortağını ayırmayı bir şekilde başardıklarını anlıyordu. ve şimdi bütün kabilenin, karısının etrafında toplandığını biliyordu. silahlı bir kampta tutsaktı sanki."

bu sözlerin ardından archer'ın ellen'ı uğurlamak istemesine bile engel olan, "o (ellen) zaten bizimle gelecek" diyerek archer'a birkaç dakika için bile ellen'a yanaşma fırsatı vermeyen kişilerin, toplumun (society) olduğu bir çağı düşünelim. böyle bir çağ, olsa olsa sessiz bir kötülüğün, zalimliğin çağı olur. masumiyet çağı olması mümkün değil velhasıl.


ve bu gözlemlerden sonra ne olursa olsun insanın kültürel olarak genelde daha iyiye, daha mantıklı olana doğru evrildiğine dair düşüncemi pekiştirmiş bir filmdir. bakmayın siz "eskiden ne güzeldi", "nerede o eski bayramlar" gibi laflar edenlere. insanoğlunun sosyokültürel olarak son on bin yılda katettiği yola biraz bakacak olursanız ne kadar rezil, aşağılık ve zalim çağları geride bıraktığını kolaylıkla görebilirsiniz. mükemmel bir çağda değiliz hatta fazlasıyla kötü bir çağdayız ama geçmişteki hiçbir çağdan kötü değil içinde bulunduğumu çağ. fevri olmadan etraflıca düşününce bunu görmemek imkansız. teknolojik gelişmişliğin beraberinde getirdiği soğuk savaş döneminin nükleer yok-oluş, ya da günümüzün küresel ısınma tehlikesine benzer tehlikeler nedeniyle kendi türümüzü ve yaşamayı en az bizim kadar hak eden diğer türleri yok etmezsek gelecekte çok daha güzel toplumsal kültür ve yaşayış tarzları yaratacağımıza inanıyorum. neyse filmimize dönelim...

dediğim gibi filmin isminde ironi var kanaatimce. şahsen bu kadar acımasız ve korkunç bir society'de ve çağda yaşamak istemezdim. zira bunların masumiyetle alakası yok.

"nerede o eski bayramlar" sözüne dair ufak bir not: böyle diyen insanlar çocukluklarının umursamaz ve sorumsuz zamanlarını özledikleri için bu tip sözler ederler. zamanla her şeyin tadı kaçar, çünkü biz büyürüz. yoksa bir bayram geleneğinin 40-50 yılda "nerede o eski bayramlar" denilecek kadar aşırı bir şekilde değişmesi mümkün değil. her şeyden önce toplumsal dinamikler buna engel. hepimiz utanmaksızın kapı kapı dolaşıp en sevdiğimiz şey olan şekerleri topladığımız tasasız bayramları ve aslında çocukluğumuzu özleriz. o yüzden hiçbir şey eskisi gibi değildir hayatımızda; her şey aynısı gibi kalsa bile biz ve taşımamız gereken yükler değiştiği için.