Bir Sözlük Yazarından Büyü ve Lanetlere Bakışınızı Yerle Yeksan Edecek Doğaüstü Bir Hikaye

Hepimizin başından bir türlü açıklayamadığımız garip olaylar geçmiştir ama Sözlük yazarı "oic"in hikayesi, büyü gibi kavramlara inanın ya da inanmayın, tüm bunları geride bırakacak nitelikte.
Bir Sözlük Yazarından Büyü ve Lanetlere Bakışınızı Yerle Yeksan Edecek Doğaüstü Bir Hikaye
iStock.com

başlangıç notu: oldukça uzun yazacağım için baştan uyarmak istedim, olay öncesini ve ruh halimizi kısaca anlattıktan sonra olayın tümünü bölümler halinde yazacağım. küçük bir hikaye kitabı okumuş gibi olacaksınız, o yüzden sıkılacağınızı düşünüyorsanız devam etmemenizi ya da geniş bir zamanınızda tek seferde okumanızı tavsiye ederim.

bu olaylar bütününü, sözlüğe yazıp yazmamak konusunda çok tereddüt yaşadım, gelecek tepkiler de çok umurumda değil açıkçası. kimilerinin aptallıkla, cahillikle suçlayacağını, kimilerinin inanacağını, kimilerinin de şaşıracağını biliyor, belki bu deneyimi yaşamış başka birileri de çıkar ve kafamdaki sorulara bir açıklama gelir umuduyla yazıyorum. eğer yaşadıklarımızı mantık çerçevesinde izah edebilecek birisi çıkarsa, ya da dolandırıldı isek nasıl olduğunu bilen birine rastlarsam ne mutlu bana. belki de bu bilinen bir yöntemdir, biz de mağduruzdur.

önemli uyarı: hikayenin bazı kısımları rahatsız edici olabilir. büyü, cin, mezarlık gibi konularda hassasiyeti olanların okumaması iyi olabilir.

hala okumak niyetinde iseniz, buyurun başlayalım

ankara'daki 3 iyi devlet üniversitesinin 3 farklı bölümünde 13 sene okumuş ancak hiç birini bitirememiş bir insanım ben. her birisinin enteresan hikayeleri var, belki başka bir zaman anlatırım o hikayeleri de. sene 2006 bekarım o zamanlar, bir sene önce üniversite bitirmediğim için mecburen uzun dönem olarak yaptığım askerlik görevinden gelmişim ve aile işimize gidip geliyorum. çok prestijli ve kazancı iyi olan bir iş olmasına rağmen hiç sevemediğim bir iş bu. o yüzden de müteşebbisliğim tuttuğunda o işe ara veriyor, yapmak istediğim şeyleri yapıyordum. hayatım boyunca hiç bir işim yolunda gitmedi, hangi işe elimi attıysam ya batırdım, ya işler bir şekilde elimden alındı ya da attığım taş ürküttüğüm kurbağaya değmedi.

ama, o sene ailemin desteğiyle de olsa bir şekilde ankara'da yeni bir stüdyo daire almış içini dayamış döşemiş, bana yetecek kadar para kazanıp, mutlu mesut yaşıyordum. evde pinekleyip durduğum bir akşam telefon çaldı, açtım. istanbul'da yaşayan ablam. tek kardeşim. hüngür hüngür ağlıyor, pek alışıldık bir durum değil. ne oldu ? dedim, "çok sıkıntıdayım sana ihtiyacım var buraya gelir misin" dedi. detay vermeyeyim ama hiçbir şey yolunda gitmiyormuş hayatında, aileden ayrı tek başına oralarda. olur dedim, yarın atlar arabaya gelirim. hayır dedi, öyle değil. yanıma taşınmanı istiyorum bana destek olman lazım. ablam yahu arayan, lamı cimi yok.sorgusuz sualsiz tamam dedim, evi kapattım, kiraya verdim ve 1 hafta sonra istanbul'a taşındım.

gayet iyi bir kariyer sahibiydi ablam, ama onun da hayatı ve işleri bir şekilde yolunda gitmiyordu maalesef son dönemde. mesleğini yapmıyordu; bir alacağına karşılık olarak hissesini aldığı bir girişimin ortağı olmuş, işin geleceği olduğunu düşündüğü için ekstra para yatırarak hissesini arttırmıştı. ancak çok ortaklı firmada yolunda gitmeyen bir şeyler vardı benim de az çok anladığım bir konu olduğu için, en azından hayatının o kısmında destek olabileceğimi düşünmüş, beni de işe dahil etmişti. bu kısmı çok uzatmayayım. ortakların bir tanesinin mafya olduğunu, şirketin içini boşalttığını fark ettiğimizde bizim için her şey çok geçti. paramızı ve umutlarımızı bırakarak hisselerimizi devredip, üzerine su içerek ortaklıktan ayrıldık.

ikimiz de işsiz kaldık ve bunalım dolu bir dönem başladı. iş, aşk, sağlık hiçbir şey yolunda değildi o dönem ve ikimiz de kendimizi alkole vermiştik. evde ağır ve depresif bir ortam vardı, sabahtan akşama kadar oturup televizyona bakıyor, içki ve sigara tüketip duruyorduk. ablam arada bir freelance iş yapıyor ama devamı gelmiyor, ben bir takım işlere girip, ya kovuluyor ya da bırakıyordum. hayatımızı annemizin verdiği maddi destekle ancak idame ettirebiliyorduk. işin kötüsü ikimiz de o döngüyü kıracak gücü kendimizde bulamıyor, atalet içerisinde yaşıyorduk.

birinci bölüm

bir akşam onun bir arkadaşı gelmişti eve. bira içiyor, muhabbet ediyorduk. kız birden ablama döndü ve "kızım sende kesin büyü var, bak bir hoca var bildiğim, ama öyle böyle değil. bir gidip görünsene" dedi. ikimiz de batıl itikatları olan tipler değiliz, hele ben deli saçmalığı, cahillik, şarlatanlık olarak görüyorum bu tip şeyleri. uğur dündar programları izleyerek yetişmiş nesiliz, hacı hoca dedin mi tüylerimiz diken diken oluyor. fakat hatun öyle şeyler anlattı ki adam ve yöntemi hakkında, ben bile meraklandım. hatun olayı anlatmayı bitirince ben biraz da aşağılayarak sordum hemen, kaç paraya çözüyormuş büyüyü bu abimiz ? hatun kişi para almıyor deyince ilk anda bir şaşkınlık yaşasam da, bazı talepleri olduğunu söyleyince dikkat kesildim. adam önce muayene ediyor, sonra da duruma göre isteklerini sıralıyordu. bu istekler bazen bir eylem oluyor, bazen ibadet oluyor bazen de para verip satın alınacak bir şey oluyordu. ulan dini bir inancım da yok aksi gibi, neye kime ibadet edeceğim ? kafada deli sorular. ama günün sonunda ablam ne kaybederiz ki deyip, gitmeyi kabul edince bize hocanın yolları gözüktü.

telefonla randevu aldık, adam gelirken kişi başına 2'şer tane temiz çarşaf, 1'er büyük paket tuz alın öyle gelin dedi. aldık gittik. anadolu tarafında, mütevazi bir muhit. kapıyı çaldık, kapıyı sarışın bir kadın açtı. "hoş geldiniz ben x hoca'nın eşiyim buyurun içeri" deyip bizi salona aldı. kadın makyajlı, üzerinde bir tshirt, bir eşofman var. bacağına sarılmış 2-3 yaşlarında bir kız çocuğu. nasıl bir hoca eşi lan bu diye düşünüyorum içimden. salonda bizden başka 3-4 kişi daha var, hepsi de seans için gelmiş. ev standart bir türk ailesi evi. sırasını bekleyenler pek konuşkan, soru yağmuruna tutuyorlar bizi, ilk defa mı geliyorsunuz ? nereden duydunuz ? sorununuz ne ? içimden küfrediyorum, bir an önce çıkıp gitmek istiyorum ama geldik bir kere. soruları bir şekilde geçiştiriyoruz. tam bu sırada hoca salona giriyor, adamı görünce ben iyice kıllanıyorum. gayet modern görünüşlü, düzgün konuşan, benden 5-6 yaş büyük görünen, sakalsız bıyıksız, normal giyimli bir adam. hal hatır soruyor, sonra işlemi yaptığı yere, evin mutfağına geri dönüyor. neyse çok uzatmayayım, herkesin işi bitiyor ve çıkıp gidiyorlar, sıra bize geliyor.

önce ben girmek istiyorum ama o ablamı çağırıyor, ablam çok gergin her halinden belli. duraksayarak da olsa adamın peşinden mutfağa gidiyor. ben salonda yalnız kaldım ve ablamı bekliyorum. 15-20 dakika hiç ses seda yok derken içeriden bağırtı çağırtı sesleri geliyor, arapça dua sesleri, garip inlemeler falan. ayaklanıyorum hemen yerimden, dalacağım mutfağa aklımda bin bir düşünce var, çoktan pişman olmuşum geldiğimize. karısı geliyor salona o anda , "rahat ol endişelenecek bir şey yok, zaten bitmek üzere" diyor. kadını ittirecek gibi oluyorum, birden koridordan ablamı görüyorum. bembeyaz olmuş, elinde tepeleme tuzla dolu bir tabak ile ağlayarak ve titreyerek salona giriyor. tuzların arasından ne olduğunu anlayamadığım bir takım objeler gözüküyor. gelip koltuğa oturuyor ve bana dönüp; "aklımı yitireceğim " diyor sessizce. içeri gir ve her şeyi dikkatle incele diye fısıldıyor. ne oldu ? diyorum, "etkilemek istemiyorum seni, kendin gör ama çok dikkatli izle" diyor ve susuyor.

kapıdan hoca görünüyor, eliyle bana gel diye işaret yapıyor. peşinden mutfağa giriyorum, gösterdiği sandalyeye oturuyorum.o da masanın diğer tarafındaki sandalyeye oturuyor ve bir sigara yakıyor. masada iki adet, standart büyüklükte ve kalınlıkta kuran-ı kerim duruyor. kalbim yerinden fırlayacakmış gibi atarken, adam gayet sakin bir şekilde anlatıyor "ablana ölümüne büyü yapmışlar, sende de var ama o kadar ciddi değil senin durumun" diyor. "meraklanmayın çözeceğiz allah'ın izniyle" bu sırada dikkatle adamı inceliyorum. ayakları çıplak, terlik giymemiş, ince kumaştan dikilmiş gri bir pantolon giyiyor, dizinin hemen altına kadar kıvrılmış. üzerinde de bir tshirt var, onu da çıkarıyor ve beyaz bir atletle kalıyor. sıcak bir yaz günü zaten ev de yanıyor sıcaktan. ellerinde takı ya da yüzük yok.

yerde beyaz plastik bir çamaşır leğeni duruyor. oturduğu yerden bana talimat vermeye başlıyor. "leğeni yerden kaldır ve getirdiğin çarşaflardan birini yere ser, sonra mutfak musluğundan leğeni doldur ve serdiğin çarşafın üzerine koy. daha sonra diğer çarşafı üzerine ört." dediklerini yaparken önce zemini kontrol ediyorum, sonra da suyla doldururken leğeni iyice yokluyorum elimle. zaten yarı şeffaf bir leğen. içinde bir şey olsa görmeme ihtimali yok. işlemi tamamlıyorum, ve leğenin yanına dizlerimin üstünde oturmamı istiyor. yapıyorum. bu sırada o, kare şeklinde kesilmiş en fazla 2x2 cm boyutunda küçük kağıtlara arapça bir şeyler yazıyor masada. daha sonra tam karşıma denk gelecek şekilde leğenin diğer tarafına da aynı şekilde o oturuyor. kuran'ları da elinde tutuyor. "getirdiğin tuz paketini aç iki avuç al suya at" diyor. yapıyorum. daha sonra küçük kağıtlara bir takım dualar mırıldanarak çarşafın arasından suyun içine atıyor, toplam 20-25 tane kağıt parçası. "örtüyü iyice ört" diyor ve örtüyorum. daha sonra örtünün üstünden, kuran'ların birisini leğenin bana göre sağ kenarının üzerine koyuyor, kitabı aralayıp sağ elimi arasına koyuyor. "kitabı sakın suya düşürme, dengede tut" diye tembihliyor. diğer kitabı da leğenin sol kenarının üzerine koyup aralayıp kendi sağ elini o kitabın içine koyuyor.

her iki kitabın da içini görüyorum. adamın iki elini de iki ayağını da görüyorum. zaten gözüm hep adamın ve solumdaki kitabın üzerinde. yakınımızda başka hiç bir şey yok. mozaik taş zeminin üzerindeyiz, yerde halı dahi yok. daha sonra suratıma bakıyor, "sana söylediğim zaman sol elini leğene daldır ve çarşafı kaldırmadan toplamaya başla, ben elimi sokamam" diyor ve benim bir şey dememe fırsat kalmadan bir kısmının arapça, bir kısmının bilmediğim başka bir dil olduğunu tahmin ettiğim bir takım şeyler mırıldanmaya ve ileri geri hafif hafif sallanmaya başlıyor. kendi kendime neyi toplayacağım lan diye düşünüyorum. 2 avuç tuz, 20 tane kadar küçücük kağıt parçası ve bolca çeşme suyu var leğende.

bu arada hafif eğilip leğene yandan bakıyorum, içerisi tertemiz gözüküyor çarşafın kenarından.bu arada mırıltıları, sallanmaları artıyor. gözlerini kapatıp kafasını yukarıya kaldırıyor, ritmi, nefes alışı artıyor. boncuk boncuk terlemeye başlıyor. mırıltılar inlemelere, bağırmalara dönüyor. söylediği ama anlayamadığım kelimelerin arasından "hızır", "yetiş", "melek" gibi tanıdıklarım çalınıyor kulağıma. ama context nedir en ufak bir fikrim yok. derken "topla ! çabuk çabuk !" diye bağırıyor ve sol elimi suya daldırıyorum.

elimi leğende gezdiriyorum ama hiç bir şey yok ! "çabuk ol, alabildiğin her şeyi al !" diye bağırıyor ve o anda elime bir cisim geliyor. tutup çıkarıveriyorum sudan. bu ne lan ! aşağı yukarı 5x5 cm büyüklüğünde bir mermer parçası ! bu nereden geldi diye düşünüyor ve ürpermeye başlıyorum. aynı anda adamın ellerine bakıyorum, birisi hala kitabın içinde diğeri başının üstünde. neler oluyor burada ? mermeri bir kenara fırlatıp elimi tekrar daldırıyorum, kocaman bir tahta kaşık belki 20 cm var boyu !!, üstüne kurdeleler sarılmış. tekrar sokuyorum, kocaman bir asma kilit ! lan nasıl olabilir böyle bir şey, kafayı sıyıracağım.

ben de titremeye başladım, kalbim 200 bpm falan atıyor kesin. toplamaya devam ediyorum; hayvan kemikleri, birbirine bağlanmış düğmeler, muskalar, kimisi deri, kimisi naylona sarılmış vaziyette. kadın donu !!! çengelli iğneler, daha da çok asma kilit, irili ufaklı ama. kimisi paslanmış. daha da çok düğme, daha da çok zincir, iğne, kurdele, ip. artık ağlıyorum, hatta böğürüyorum. salya sümük vaziyetteyim. korkudan öleceğim. ellerimle su doldurduğum leğenden , toprak çıkıyor, çamur çıkıyor. çıldırmak üzereyim. "tamam !" diye bağırıyor, "çıkar elini sudan" çıkarıyorum elimi, mal mal bakıyorum adamın suratına. adam sanki 50 km koşmuş gelmiş gibi, soluk soluğa, kan ter içinde, bitap düşmüş. ellerine bakıyorum kupkuru, kitaplara bakıyorum kupkuru, üstü başı kupkuru !! çarşaf hala koyduğum gibi duruyor.

çıldıracağım, hissettiklerimi anlatmam mümkün değil. -10 sene geçti olayın üzerinden, bu satırları yazarken ensemden sırtıma doğru ürperiyorum aynen o andaki gibi- adam yerinden kalkıyor, mutfak dolabından kocaman bir servis tabağı çıkarıyor. "topladığın her şeyi bunun içine koy ve üzerini tamamen örtecek şekilde tuzu dök" diyor. onu da yapıyorum. geçmiş zaman, yalan olmasın en az 7-8 tane asma kilit sayıyorum. düğmeleri, kurdeleleri, çengelli iğneleri, muskaları sayamadım bile. 1 tane mermer, 1 tane tahta kaşık ve bir kadın donunu tabağa koyuyor ve hepsinin üzerini tuz ile örtüyorum. elim ayağım boşalmış, yaşadıklarımın şoku ile orada öylece duruyorum elimde tabak ile. "hadi" diyor "içeri geçiyoruz" salona gidiyoruz, ablam beni görüyor, ikimiz de anlamsızca birbirimize bakıyoruz. hoca, geçmiş olsun diyor. tabakları balkona getirin diyor, götürüyoruz ve diğer tabakların yanına bırakıyoruz. belki 15-20 adet başka tabak var balkonda. bırakıp içeri geçiyoruz.

şimdi ne olacak ? diyorum adama. " bilmiyorum, akşam haber verirler diyor" kim haber verir lan, kim ! manyak mısın sen !? ya da biz manyak mıyız ? burası ne ? sen kimsin, ya da nesin ? para istemeyecek misin bizden ? kafamda bunlar var sadece.öte yandan, hadi şuradan bir notere gidelim de evini üstüme yap dese, yapacağım. o an o haldeyim. "şimdi gidin, ben sizi arayacağım" diyor ve bizi yolculuyor. dışarı çıkıyoruz ama ikimiz de sus pus arabaya doğru yürüyoruz, o gün hiç konuşmuyoruz. eve gidince odama geçip yatağıma uzanıyor ve düşünmeye başlıyorum; yaşadıklarım gerçek olamaz, kesinlikle bir şeyleri atladım ve bu adam bir dolandırıcı. elimle topladığım o cisimleri bir şekilde leğene attı ve ben olayın heyecanıyla bunu nasıl yaptığını fark edemedim. bunun başka bir izahı yok ! bundan sonraki ilk görüşmemizde bizden para isteyecek. eğer isterse para falan vermem, ben zaten büyüye de inanmıyorum, ne olabilir ki ? hadi diyelim ki var böyle bir şey, kim bize neden yapsın ki ? buna benzer düşüncelerle uykuya dalıyorum. ama her şeye rağmen huzurlu bir uyku uyuyorum.

ertesi gün arıyor, "hüküm geldi, gelin tebliğ edeceğim" diyor. abla diyorum, biz sıçtık. şu an bu adam ne derse yapacağız farkında mısın ? kafasını sallıyor. neyse girdik bir yola artık deyip, olayın akışına bırakıyoruz kendimizi. gidiyoruz evine tekrar, oturtuyor bizi anlatmaya başlıyor. 19 gün ibadet verildi, sen şunları sen de şunları okuyacaksın her gece şu saatte diye elimize birer kağıt tutuşturuyor. bakıyorum bir takım dualar, türkçe yazılmış arapça bir takım yazılar. iyi diyoruz. bu kadar değil diyor, sonra bir haber gelecek bir adağımız olacak. beraber gidip halledeceğiz. adak ne demek ? bir hayvanı kurban edeceğiz. yapamam ben hayatta diyorum. yapacakmışım meğerse. o an bilmiyormuşum sadece. bir de safran alacaksınız diyor, ispanyol safranı. "kaç kilo alınacak şu an bilmiyorum, hüküm gelince söyleyeceğim" diyor. (bilmeyenler için : ispanyol safranı çok pahalı bir baharat, aktarlarda kilosu o zaman 300-400 lira gibi bir şeydi, bu gün kaç liradır bilmiyorum)

işte hikayenin tam da burası dolandırıldığımızdan emin olduğum kısım ! ama gönüllüyüm de dolandırılmaya yani. eğer adam bir illüzyon yapıyor ise, sonuna kadar hak ediyor parayı çünkü ben hileyi yakalayamadım. az sonra -adım gibi eminim ki- "bende safran var siz 300'e aktarlardan almayın ben size kilosu 200'den vereyim" diyecek diye bir öngörüm var. derken beklediğim an geliyor; "safran konusu önemli, büyüyü kaldırmak için olmazsa olmaz bir şey bu. eğer paranız varsa size söyleyeceğim miktarda alır gelirsiniz. paranız az ise bize hayır için bırakılan safranlar var piyasanın altında bir ücretle benden satın alırsınız eğer hiç paranız yoksa da ücretsiz olarak onlardan kullanır, hayır duası edersiniz" diyor. lan nasıl ? yok artık, bu kadarı mümkün değil. her halde bizi düşündüğümden daha fazla yolacak bu adam, şu anda güvenimizi kazanmaya çalışıyor...

ikinci bölüm

ibadet görevi dediklerini yapıyoruz, süre bitiyor. arıyoruz ama ulaşamıyoruz. telefonları kapalı. o bizi arar diyoruz ama ses yok.bu arada ikimiz de enteresan bir şekilde kendimizi daha iyi hissediyoruz. aradan 1 ay kadar geçiyor ve telefon çalıyor. arayan o ! hazır mısınız diyor, yarın nevşehir'e gidiyoruz. haydaaa nereden çıktı şimdi bu. ne yapacağız abi orada ? hacı bektaş-ı veli türbesini ziyaret edeceğiz, sonra adağımızı keseceğiz, aynı gece geri döneceğiz. hadi bakalım ! ablamla göz göze gelip karar veriyoruz. gideceğiz ! ertesi sabah güneş doğmadan arabaya atlayıp yola çıkıyoruz. 5-6 saat sonra varıyoruz. türbeye giriyoruz bu önde biz arkada. dolanıyoruz içeride, bir şeyler anlatıyor oranın tarihiyle ilgili. dedeler, erenler, savaşlar, dövüşler... sonra bir takım dualar ediyor biz mal mal yanında beklerken. türbeden çıkarken oradaki bir görevliye kurban kesmek istediğimizi, nereden koç alabileceğimizi soruyoruz. bizi belediyeye ait bir mezbahaya yönlendiriyor. hayvanı da oralardan bir yerden alıp mezbahaya gidiyoruz.

başında durmamız ve izlememiş şartmış. korkunç bir katliamı izlemek zorunda kalıyoruz. hoca adamlara hayvanı 19 parçaya ayırmasını söylüyor. adamlar parçalayıp etleri ve sakatatları poşetliyorlar. daha sonra ablama dönüyor ve " bu adak ve dağıtımı senin görevin, şimdi bunları fakir fukaraya dağıtacaksın" diyor. hayatımızda ilk defa geldiğimiz bir yer, nasıl yapacağız ? ömrümüzde böyle bir şey yapmadık. hiç tanımadığımız, bilmediğimiz insanların kapısını çalacak ve onlara kurban eti vereceğiz. mezbahadaki adamlara soruyoruz, ihtiyaç sahibi aileler var mı bildiğiniz ? bir mahalle var diyorlar, hangi kapıya gitseniz hepsi ayrı sefalet, ayrı trajedi, ayrı hikaye. adresi alıp gidiyoruz. hakikaten inanılmaz bir yer, gördüğümüz en virane evlerin kapılarını çalıyor, etleri dağıtıyoruz. kimse itiraz etmiyor ve hayır duası ederek etleri alıyorlar. içimiz acıyarak ayrılıyoruz, ve tekrar istanbul'a doğru yola koyuluyoruz. eve vardığımızda yorgunluktan hareket edecek halimiz yok. yatıyor uyuyoruz.

bu arada yolda enteresan muhabbetler dönüyor, hocanın alkol falan da kullandığını öğreniyoruz. hatta beraber bira içiyoruz. adam bize hayatını anlatıyor, ticaret yaptığını, bitkisel ilaçlar sattığını öğreniyoruz. ben sürekli yokluyorum adamı, leğenden o cisimlerin nasıl çıktığını sorguluyorum.benim ısrarlarım neticesinde bir açıklama yapıyor ama öyle bir açıklama ki inanana aşk olsun ! değme bilim-kurgu filmi eline su dökemez ! bizim anlayabileceğimiz şekilde anlatması gerekirseymiş !!? yapılan büyüler, yapan kişiler tarafından bir yerlere gömülüyor ya da bırakılıyor. kurbanın evinin bahçesine, ya da saksıdaki bir çiçeğin toprağına, ya da evindeki bir eşyanın içine vs... fiziksel olarak farklı yerlerde olsalar da, büyü dünyasında özel bir yerde bir arada duruyorlarmış.bir oda gibi düşünün. bir takım kutsal varlıklar (melekler diye tanımlananlar olduğunu tahmin ediyorum) o büyüleri bulundukları yerden alıyor, sonra da bizim leğene bırakıveriyorlarmış. bizim leğeni bir kapı gibi düşünebilirmişiz. büyü dünyasına açılan bir kapı ! bu açıklamadan sonra adamın deli, bizim de gerizekalı olduğumuza kesin olarak kanaat getirsem de, maceracı ve şüpheci tarafım olayların gidişatına müdahale etmeme engel oluyordu. bu macera bitene kadar devam etmeye kararlıydım...

üçüncü bölüm

istanbul'a döndükten sonra, almamız gereken safran miktarları da belli olmuştu. üzerimizdeki büyülerin gücü farklı olduğu için, ikimiz için farklı miktarlar belirlenmişti. tam rakamları hatırlamıyorum ama, 2,5-3 kilo ablam 1- 1,5 kilogram da benim için gibi bir şeyler kalmış aklımda. toplam 3-4 kilogram civarı yani. o kadar paramız o an için yoktu ama, bedava almak da istemedik nedense. detayları anlatmaya gerek yok ama kendi irademizle, hiç bir zorlama olmaksızın hocadan almaya karar verdik ve piyasa fiyatının oldukça altında bir rakam karşılığında temin ettik. hoca safranları bir ilaç gibi hazırladı ve tarif ettiği üzere bir kısmını içerek, bir kısmını da vücudumuzu yıkamak sureti ile bir hafta süre içerisinde tükettik. tüm olay süresince hocaya yaptığımız tek ödeme bu oldu, bu arada safranın gerçek ispanyol safranı olduğunu da belirteyim. farklı kaynaklardan doğruladık.

safran terapisi de bittikten sonra, artık bu iş bitti diye düşünüyorduk. ancak yanıldığımızı fark etmemiz çok uzun sürmedi. bir kaç hafta sonra yolladığı bir mesajla konunun kapanmadığını, karşı tarafın durumun farkına vardığını ve durumu tersine çevirmek için bir takım varlıklar (bunların da cinler diye adlandırılanlar olduğunu tahmin ediyorum ) aracılığı ile faaliyetler yürüttüğünü bize aktardı. o anda güney sahillerimizdeki popüler bir sayfiye yerinde, yazlığında tatil yaptığını, acil olarak oraya gitmemiz gerektiğini de söyledi. yok ebenin örekesi! demedik tabi, bundan öncesinde yaptıklarımızı da göz önünde bulundurarak. atladık arabaya gittik (ne kadar işsiz olduğumuzun bir başka ispatı da her arandığımızda atlayıp gitmemizdir sanırım) bir otele yerleşip, ertesi günü hocanın yazlığa gittik.

benim tamamen temizlendiğimi, ancak ablamın durumunun devam ettiğini; bir leğen seansı daha yapmamız gerektiğini söyledi. bunu duyunca ben de o sırada odada olmak istiyorum dedim. bana çok enteresan geldi ama hoca talebimi kabul etti. olayı üçüncü kişi olarak yaşayacak olmak beni çok sevindirdi, keza adamın hilesini kesin olarak yakalayacağıma emindim. ama tahmin edebileceğiniz gibi, çok dikkatli izlememe rağmen hiç bir açık yakalayamadım. seans başarı ile sonuçlandı ve bir çok cisim toplandı sudan. kafayı yemiş vaziyette otele geri döndük. olay bitti diyerek, ertesi sabah yola çıkarız düşüncesiyle uyumaya karar verdik, ama hocadan gelen telefonla yanılmaya doyamamamızın sebebini sorgulamaya başladık.

çabuk gelip beni alın, bir yere gideceğiz dedi. haydaaaaa bu nasıl iş diyerek, gidip adamı aldık. arka koltuğa oturdu "devam et" dedi. nereye ? dedim. "bilmiyorum, yolda söyleyecekler" diye cevapladı. olay artık içinden çıkılmaz bir hal almıştı. hadi bakalım deyip sürmeye başladım, şehirden çıktık, dağlara doğru gitmeye başladık. yol ayrımına geliyoruz, son ana kadar ses çıkarmıyor, son anda "sağa dön, sola dön, düz git" diyerek yönlendiriyordu. 2 saat kadar allah'ın dağlarında dolaştıktan sonra (gerçekten dağa çıktık 1500-2000 rakımlı yerlerde dolanıyorduk) burada dur diye bağırdı. durduğum yer en yakın yerleşim birimine 40-50 kilometre mesafede, tek bir lambanın, ışığın olmadığı bir noktaydı. "arabayı park et, buradan sonrasını yürüyeceğiz" dedi.

içimden bu gece öleceğiz her halde diye geçiriyorum ama hoca da benim yarım kadar bir adam. fiziksel olarak bir zarar vermesi mümkün değil bana, bir de önceden referans sağlam ablamın arkadaşından ötürü. güvendik devam ettik. 10-15 dakika zifiri karanlıkta ağaçların, otların arasından ilerledikten sonra, yüksekçe bir uçurumun önüne geldik. " tamam" dedi, "burası" artık kafamın içinde bile soru sormaktan vazgeçtiğim için olacakları beklemeye başladım. ahım şahım bir şey olmadı, uçurumdan karşıya, boşluğa doğru bağırdı çağırdı, bir takım arapça şeyler söyledi, sonra da hadi gidiyoruz diyerek arabaya doğru yürümeye başladı. dedim abi noldu şimdi ? "öldürmemiz lazımmış" dedi. kimi öldüreceğiz, neden öldüreceğiz gibi saçma sorular sormadım takdir edersiniz ki. tamam öldürelim madem öyle diyorsan deyip devam ettim. ertesi gün de yola çıkıp geri döndük.

dördüncü bölüm - final

aradan geçen uzunca bir zaman diliminden sonra, beklediğimiz telefon geldi. bu gece gidiyoruz ! atladık arabaya, yine aynı hikaye. nereye gideceğimizi bilmiyoruz. bilgi sürekli yolda geliyor !... edirne istikametinde yola koyulduk, 1- 1,5 saat kadar yol aldıktan sonra ana yoldan ayrılıp, köy yollarına daldık. sabahın 3'ü falandı sanırım. bir köye giriyoruz, köy mezarlığının önüne geliyoruz, "bu değil" diyor. başka bir köy, başka bir mezarlık. "yok bu da değil" dört beş köy ve mezarlık gezdikten sonra final durağımızı bulduk. köyün biraz dışında bir mezarlık. "burada park et, farları söndür, arabayı çalışır durumda tut" dedi ve ablamla beraber arabadan indiler. ben de geliyorum dedim, olmaz dedi. "köylüler fark ederse gece vakti mezarlığa girdiğimizi, bizi perişan ederler" dedi. "ayrıca bu sefer sadece ablanın olmasına izin verildi" ablama baktım, kafasını salladı, onay verdi. mecburen oturdum arabada.

bana bir ömür gibi gelen 15-20 dakikanın ardından mezarlıktan sakince çıkıp arabaya bindiler, "çabuk gidelim her şey bitti" dedi. yola çıktım ama ikisinin de ağzını bıçak açmıyor. nooldu diyorum, cevap yok. bir süre sonra konuşmaya başladılar, girmişler mezarlığa, bir mezarın başına gelmişler. hoca ablama ortasından ikiye açılmış bir kuran-ı kerim uzatmış,"yere çömel, bunu yüzüne yakın bir mesafede tut. ne duyarsan duy, ne hissedersen hisset, sakın ha bakma, yüzünden çekme" diye tembihlemiş. hemen yanı başında ama, uzansa dokunacağı mesafede. ablam söyleneni yapmış, hoca da uçurumun kenarında olduğu gibi başlamış bağırmaya, tam o sırada boğuşma sesleri duymuş bizimki. baya kavga ediyor gibi iki insan. çığlıklar, hırıltılar, nefesler. sonra büyük bir alev topunun sıcaklığını hissetmiş ve aydınlığını görmüş ablam. baya kuvvetli diye anlatıyor, öyle çakmak ateşi gibi değil, sanki bir tüp alev almış gibi. ondan sonra da çıkıp geldiler işte. hocayı evine götürdük, arabadan indi adama bir baktım, yüzü gözü, kolları lime lime ! her yeri çizik içinde kanıyor adam ! "hadi geçmiş olsun, artık tamamen bitti" dedi. ve bu sefer gerçekten bitmişti. bir daha görüşmedik, ablamla bir kaç kez telefonlaşmışlar, bir de bayramlarda kandillerde tebrik mesajı attı yıllarca.

ben bu olayı annem, eşim ve bir kaç arkadaşım dışında kimseye anlatmadım. ama hep şüphe duyduğum, hala inanmakta güçlük çektiğim bir olay olarak hafızamda ilk günkü tazeliği ile duruyor. düşünmeden edemiyorum; olanlar gerçek miydi ? adamın amacı neydi ? bizden aldığı para ile yaptıklarını düşününce çok anlamsız, lafı bile edilmeyecek bir rakam. sonradan aramaması, bir şey talep etmemesi... her şeyden önemlisi o günden sonra işlerimizin, hayatlarımızın yoluna girmesi. bunlara sebep olan biz miydik, yoksa yaşadıklarımız mı bilmiyorum. yorumu da sizlere bırakıyorum...

düzenleme: bahsi geçen işlemi yapan adamın iletişim bilgilerini isteyen çok sayıda mesaj alıyorum. yıllar önce irtibatımız koptu. telefonu ya da adresi yok, kaldı ki olsaydı da paylaşmaz idim. doğruluğundan kendim bile şüphe duyarken, bir başkasını muhtemel bir dolandırıcılık hadisesi ile karşı karşıya bırakmak istemem. o yüzden rica edeceğim, iletişim bilgisi istemeyiniz.