Bu Seneki Oscarlarda En İyi Film Adaylarından American Fiction'ın Olayı Nedir?

Sessiz sedasız bir indie filmin Oppenheimer, Killers of the Flower Moon gibi filmlerin arasında ne işi vardı? Buna cevap vermeye çalışalım.
Bu Seneki Oscarlarda En İyi Film Adaylarından American Fiction'ın Olayı Nedir?

Filmin konusu nedir?

efendim, thelonious 'monk' ellison adlı başarılı yazarımız bir yazar tıkanması yaşamaktadır. bu sırada kendisinin de dahil olduğu bir söyleşiye katılır, ancak katılımcı hepi topu 6-7 kişi falandır. sonra başka bir yazarın bir söyleşisine gider, içerisi tıklım tıkıştır. ilgili yazar romanından bir pasaj okur ve ellison'la birlikte dersiniz ki, "bu ne len!" üzerine ellison, "vasat tutuyorsa, ben daha vasatını yazarım," diyerek bir mahlasla vasat bir roman yazar. hatta menajeri der ki, "ben bunu 3-5 yayın evine veririm en fazla, çok kötü bu." gelin görün ki, yayınevleri romana balıklama atlar, hatta romanın film uyarlaması için milyon dolarlar falan dökülmeye başlar ve film boyunca, kaliteliyle vasat arasındaki fark nedir, toplum neden popüler ve çok satana odaklanır, sorularına alaycı biçimde yanıtlar aranır. bir taraftan da ellison'ın yaşadığı aile trajedileri, üzerine annesinin kendisini başarılı bulması (ama ellison asıl başarıyı mahlasla yani maskeyle yazdığı boktan bir romanla yakalar), ama kardeşini eşcinsel olduğu için dışlaması gibi mevzularla, "maskelerimizle, gizlediğimiz kimliklerle herkesin el üstünde tuttuğu biri olabiliriz; asıl kimliğimizle bizi kim kabul edecek?" sorusunu da yöneltiyor seyirciye.

çok satanlar nasıl çok satıyor, hollywood romanları neye/kime göre uyarlıyor, yapımcılar o romanlara hiç elini atıyor mu, medyada aptal davrandıkça nasıl daha fazla kazanabilirsiniz üzerine eleştirisini ve hicvini güzel yapan; çok ağır olmayan, rahatça akan bir film. derdini dramasını kararında yapıyor ve yormadan öyküsünü anlatıyor. 2023'ün bence güzel işlerinden.

Neden kıymetli?

film, klasik modern düşünce ile bugün herkesin "woke" dediği ama aslında postmodernizmin açtığı yolun devamı olan çok-kültürlülük fikrinin arasındaki gerilim hattında ilerlerken, finalde ikisinin de "haklı" argümanları olduğunu ima ediyor ve "halkçı" yazarla (sintara golden) "elitist" yazar (monk) arasında sıkı bir diyalog veriyor bizlere. (kendini beyazların gözünden görmenin değişik biçimleri)

madame bovary'yi okursanız mesela orada "aydınlanma idealinin" nasıl da alaya alındığını görürsünüz. ama aslında gerçek manada aydınlanma değildir eleştirilen, onun parodisidir. "woke" meselesi kendiliğinden belirli bir ajandayla ortaya çıkmadı. varolan düzenin hastalıklarına bir itirazdı. daha toplumcu, inclusive, farklı kimlikleri de önemseyen, azınlıkların, yok sayılmışların seslerine de yer veren bir platform oluşturmaktı mesele. ama hemen her şey gibi o da kısa süre içinde kendi parodisine dönüştü. ve bu parodiyi iyi oynayan herkes bir biçimde vitrine çıkıp ağdalı üç beş cümleyle neyi savunduğunu bile bilmeden laf salatası kusar oldu.

kültür endüstrisindeki asıl problemin "woke" olmak ya da olmamak değil, kültürsüzleşmek, kalitesizleşmek, sırf "woke" jargonunu kullandığı için bir yerlere gelmekle ilgili olduğunu da güzelce görüyoruz.

filmdeki mesaj sadece "woke" karikatürüne değil, monk'un hikâyesinde de, onun kendini sevilemez, ulaşılamaz, konuşulamaz kılışında da alınacak ibretler var. bu sebeple finalde doğrudan o kazanmıyor. kendisinin farklı bir versiyonuna dönüşüyor, kardeşiyle bağlarını tamir ediyor, kitapların ve düşüncelerin arasında kaybolmuş bir "keşiş" (monk) olmaktan çıkıp yeniden "insan" olmanın tadına varıyor. bunu da fildişi kulesinde oturup elalemi yargılamaktan vazgeçerek yapıyor bir nevi.

modadan korkmaya gerek yok, "woke"tan korkmaya tiksinmeye de gerek yok. etrafımızdaki dünya hızla değişirken kartondan değil de gerçek "insan" kalmanın yeni yollarını bulmak lazım. film de bunu hatırlattığı için kıymetli bence.