Bugün Dünya Çapında İsim Yapmış Yönetmenleri Zamanında Sinemaya Yönelten Filmler

Martin Scorsese Black Narcissus'u, Francis Ford Coppola A Streetcar Named Desire'ı izlememiş olsaydı bugün onları usta yönetmenler olarak tanıyor olabilir miydik? Cevabı bilmek imkansız ancak mevzubahis filmlere bir göz atmak fikir verecektir kesinlikle.

giriş kısmını çok fazla uzatmadan: yönetmenler üzerine araştırma yaparken çoğu yönetmenin özellikle bir filmle sinemaya yöneldiğini fark ettim. çoğu yönetmen aslında sinemayı düşünmezken izledikleri bir filmden etkilenip sinemaya yapmaya karar vermişler. ben de ulaşabildiğim kadarını derlemeye çalıştım. karşınızda ünlü yönetmenleri sinemaya, yönetmen olmaya iten filmler.

brian de palma: citizen kane ve vertigo

1970’lerin sakallı yönetmenlerinden biri olan brian de palma’yı özellikle carrie ve scarface filmleri ile tanıyoruz. kariyeri boyunca büyük işlere imza atan yönetmenin sinemaya merakı sonradan ortaya çıkıyor. normalde columbia’ya fizik okumak için giren yönetmen citizen kane ve vertigo filmlerini izledikten sonra yönetmen olmaya karar veriyor ve sarah lawrence kolejinde tiyatro bölümüne yazılıyor. de palma, tamamı kadınlardan oluşan bölümün de ilk erkek öğrencisi olur. orada godard, antonioni, hitchcock ile tanışan yönetmen böylece kendine karma bir stil oluşturur. ardından da genç robert de niro ile tanışan de palma, film kariyerine the wedding party ile başlamış olur.

francis ford coppola: a streetcar named desire, kitap - ekim, sergei eisenstein

baba filminin yönetmeninin sinemaya başlangıç hikayesi biraz farklı. çoğu yönetmen izlediği filmler ile sinemaya yönelirken coppola okuduğu bir kitap sonrası dolaylı olarak sinemaya yönelir. a streetcar namde desire adlı kitabı 15 yaşında okuyan coppola tiyatroya merak salar ve odasında kendi tiyatrosunu düzenlemeye başlar. adını the rich millionaire and the lost wallet koyduğu ev tiyatrosu ya da filmini de 8mm ile çekmeyi akıl eder. 1955 yılında hofstra kolejinde tiyatro eğitimi almaya başlayan coppola kolejdeyken senaryolar yazmaya başlar. aslında babası onun mühendis olmasını istiyordu. fakat coppola’nın fikri sergei eisenstein’ın ekim filmini izlemesinden sonra tamamen değişir. artık tiyatro da yapmak istemeyen coppola kendini sinemaya verir.

françois truffaut: abel gance's paradis perdu

françois truffaut ve onun gibi yeni dalga akımının öncüleri aslında çok şanslılar. truffaut ya da godard’ın sinema yapmaması zaten mucize olurdu. henri langlois, paris’te kurduğu sinematek’te savaştan kurtardığı filmleri biriktiriyordu. sadece kurtarmakla kalmıyor; arşivliyor ve onları sergiye açıyordu. truffaut ve godard gibi bir sürü önemli isim bu sinematek’e gelip günlerce arşivlerdeki filmleri izliyordu. film izlerken yorumluyor, yorumlarken tartışıyorlardı. sonra da zaten hepsi film yapmaya atıldılar. fakat truffaut bir filmi özellikle vurgular: abel gance’ın paradis perdu’su. 8 yaşında izlediği paradis perdu’dan fazlasıyla etkilenen yönetmen o günden sonra sinemaya hep bir merakının olduğunu söyler. öyle ki sürekli sinema ve tiyatroya gitmek istermiş fakat parası olmadığı için kaçak bir şekilde girermiş. sinematek ise hayali olan bir adam için tanrı’nın bir mesajı gibi olmuş diyebiliriz.


ingmar bergman: büyülü fener

ingmar bergman da sinemaya ilginç bir yolla başlayanlardan. yönetmen sinema yapmak için doğduğunu daha 9 yaşında bile gösteriyordu. satın aldığın büyülü fener ile kendi filmlerini çeken yönetmen odasını devasa bir sete dönüştürmüştü. kendi tekniklerini, kendi ışıklandırmasını ve kendi tasarımını yapan yönetmen daha 9 yaşında ışık oyunları ile ilk filmlerini çekiyordu. okul dönemleri pek iyi geçmeyen yönetmenin kendini bulması ise senaryosunu yazdığı torment’in kabul edilmesi ile olur. böylece kendini keşfeden yönetmen eşi benzeri olmayan bir kariyerin başlangıcını yapar.

jean luc godard: cinémathèque

godard da truffaut gibi sinematek üyelerinden biriydi. o da sinemayı orada keşfeden, yaşayanlardandı. kendisinin deyimiyle hepsi hristiyanlığı yeni keşfeden inananlar gibiydi. godard, sinematek’in içerisindeki ekibe öncülük eden isimlerden biriydi. hepsinden önce de sinemaya atılanlardandı. şu film dediği bir film olmamasına karşın cevap olarak orada izlediği tüm filmleri sayabiliriz.

kenji mizoguchi: shimpa dramaları ve gazetede izlediği sessiz filmler

japon sinemasının ve minimalist sinemanın en önemli isimlerinden biri olan kenji mizoguchi de aslında yönetmen olmayı hiç düşünmemişti. fakat hayat ona yönetmen olma şansı tanıdı. aslında mizoguchi sadece iş arıyordu. ablası suzu sayesinde yuishin nippon gazetesine giren yönetmenin kaderi orada değişir. iş yerinde izlediği sessiz filmler onda büyük bir merak uyandırır. zaten tiyatro izleyen birisidir. shimpa dramalarını izlediği sessiz filmler ile birleştiren yönetmen zamanla kendi tarzını oluşturur. ablasının yardımı ile girdiği gazeteden tarihin en büyük yönetmenlerinden biri olmak için ayrılır.

lev kuleshov: the king of paris

kurgunun temellerini atan yönetmenlerden biri olan kuleshov sinema kararını ileride terk edeceği resim okulunda alır. babası gibi ressam olmak isteyen kuelshov, moskova resim okuluna girer fakat bitirmez. belki de okulda sinema ile tanıştı ve peşinden gitmek istedi. okuldan ayrılır ayrılmaz aleksandr khanzhonkov’un başında olduğu şirkete iş başvurusunda bulunur. o sıralarda khanzhonkov da yevgeni bauer için filmler yazıyordu. bunları gören kuleshov etkilenir ve kendini sinemaya adamaya karar verir. 1916’da girdiği şirkette sinema ile tanışır, 1917’de ilk filmini çeker.

roman polanski: odd man out

polonyalı yönetmenin hayatı maalesef hiçbir zaman kolay olmadı. özellikle gençlik dönemlerinde savaş ortasında kalması hayatının en unutmak isteyeceği dönemleridir. savaş sonrası kendisini sinemaya veren yönetmen koltukları pis olmasına rağmen her türlü filmi yalayıp yuttuğunu söyler. filmler onun için tek kurtuluş olur. gördüğü şeyler onu fazlasıyla etkiler. fakat bir film var ki hala izlediği en iyi film olarak sayar: odd man out. izlemesinin ardından sinema yapmaya karar veren yönetmen vakit kaybetmeden sinema okuluna başvurur ve kariyerinin ilk adımlarını atar.

mel brooks: anything goes

absürd komedinin ve hristiyan parodisinin başarılı ismi mel brooks da çocukluğundan beri bu hayatı isteyenlerden. fakat kendisi ilk olarak sinema değil, tiyatro ya da onun deyişiyle şov dünyasında yer almak istemiştir. 9 yaşındayken broadway’deki alvin tiyatrosunda anything goes’u bedava izleme fırsatını yakalayan küçük mel, o günden sonra şov dünyası için yanıp tutuşur. zaten kariyerine de tiyatro ile başlayan yönetmen zamanla kendini sinemada bulu verir ve tarihin en başarılı komedilerine imza atar.

maya deren: alexandr hackenschmeid

amerikan bağımsız sinemasının kurucusu olarak lanse edilen maya deren da aslında şans eseri sinemaya bulaşır. dansa merakı olan maya deren bu merakı sayesinde çok sevdiği dansçı-kareografist kathrine dunham’ın asistanı olmayı başarır. karayipler ve haiti kültürü üzerine odaklanan dunham çıktığı tura maya deren’ı da davet eder. bu turlarının son durağı da hollywood olur. hollywood’a dunham’ın peşinde gelen maya deren orada tanıştığı kameraman ve ileride 2. kocası olacak olan alexandr hackenscmeid sayesinde sinemaya merak salar. birçok çalışmasını da zaten kendisiyle yapmıştır. bir yolculuk ve aşk maya deren’ı sinemanın en önemli isimlerinden biri yapacak maceraya sokar.

martin scorsese: black narcissus

büyük scorsese’yi sinemaya başlatan tek bir film var diyemeyiz belki ama onu iten filmlerden bahsedebiliriz. öncelikle kendisi çok şanslı bir çocukmuş. kendisi, powell ve pressburger’ın the tales of hoffman ve george a. romero’nun night of the living dead filmlerinin orijinal kopyalarına sahip olan belki tek kişiymiş. onları kaç defa izlediklerini tahmin bile edemeyiz. scorsese zaten powell ve pressburger’ın hayranı olduğunu açık bir şekilde söyler. onların yönetmenliği yaptığı 1947 yapımı black narcissus filmi de scorsese’yi sinemaya iten yegane filmlerden biri diyebiliriz.

william friedkin: citizen kane

the exorcist ve the french connection’ın başarılı yönetmeni william friedkin döneminin verdiği imkanlarla bol bol sinemaya giden bir gençtir. fakat en başta sadece sıradan bir seyircidir. 1960’a kadar. 1941 yapımı citizen kane’i duymasına rağmen izleme fırsatına ancak 1960’ta ulaşan yönetmen, filmi izledikten sonra yönetmen olmaya karar verir. birçok ünlü yönetmene göre de 25 yaşında epey geç bir yaşta başlar. sonrasını biliyorsunuz.

yosujiro ozu: civilization

japon sinemasının güçlü isimlerinden ve mizoguchi gibi minimalist sinemanın önemli isimlerinden biri olan yosujiro ozu da sıkı bir sinema izleyicisiydi. okulu asarak bol bol sinemaya gidermiş. tesadüf, italyan filmlerini pek bir severmiş. fakat onun da sinema seyircisi günleri thomas h. ınce’in yönetmenliğini yaptığı 1917 yapımı civilization filmini izlemesi ile biter. filmden sonra yönetmen olmalıyım diyen yönetmen maalesef başına gelen dertler ve askerlik yüzünden bu hayalini 1926’ya kadar gerçekleştiremez. yardımcı yönetmenlik ile başladığı kariyerini de tarih kitaplarına yazarak kapatır.

kaynak