Cep Telefonunun Olmadığı Zamanlardaki Buluşmalara Dair İçinizi Isıtacak Üç Hikaye

Sözün senet olduğu güzel yıllarda, "buluşma" denilen dev hadise de başlı başına bir etkinlikti; dolayısıyla bu anılar şimdi bakınca daha da hüzünlü, daha da naif.
Cep Telefonunun Olmadığı Zamanlardaki Buluşmalara Dair İçinizi Isıtacak Üç Hikaye
Fotoğraf: Murat Germen


bizim erhan odtü’de okuyor o dönem, ailesinin sefaköy’deki kullanılmayan evinde kalıyor istanbul’a geldiğinde

istiklal caddesi o tarih kitaplarında anlatılan levantenlerin, fötr şapkalı beylerin, şık hanımefendilerin olduğu kadar olmasa bile yine de güzel. her mevsim, her hava koşulunda cıvıl cıvıl. inanmayacaksınız belki, cadde-i kebir’ de sağlı sollu ağaçlar bile var !
istanbul’daki evde telefon olmadığından, biraz da sürtük olduğundan (sürtük burada çok gezen anlamında kullanılmıştır.) sömestr tatili başlamadan bir hafta önce arıyor erhan. önümüzdeki hafta neler yapacağımızı, nerede, hangi saatte buluşacağımız kararlaştırıp kapatıyoruz telefonu. cumartesi sabahı mavi eksprese binip öğlenden sonra haydarpaşa’da olacak oradan da karşıya geçip sefaköydeki eve gidecek. cumartesi günü de taksim sahnesinin üzerindeki sanatçılar kahvesinde buluşup yaptığımız planı uygulayacağız.
şans bu ya ! buluşma sabahı istanbul’da deli bir poyraz fırtınası var, hava tam bir facia. çok soğuk esiyor ve deli bir yağmur. aklı olanın sokağa çıkmaması gereken günlerden biri. sözleştik günler öncesinden diye yola çıkıp saatler öncesinden bostancı - taksim dolmuşuyla geçiyorum taksim’e. 

akm’nin önünden koşarak sıraselviler’in başındaki taksim sahnesini önüne geliyorum

kahveye çıkan dar kapıyı zorluyorum ama kapı tepki vermiyor. kaldırımın ucuna gidip başımı yukarı kaldırıp kahveye bakıyorum, ışıklar yanmıyor. taksim sahnesinin kapısına yöneliyorum, içeri girip görevlinin “-bugün oyun yok, kahve açık olmaz” cevabıyla yıkılıyorum. buluşma planı yaparken hiç bu ihtimali göz önünde bulundurmamışız, b planımız yok. taksim sahnesinin girişinde buluşma saatine kadar beklerim diye düşünürken görevlinin toparlandığını görüp ikinci darbeyi yiyorum.

aranacak bir telefon, buluşacağımız bir yer yok. şey gibi kalıvermişiz taksimin ortasında. bu arada buluşma saatimiz yaklaşıyor ama erhan’dan bir işaret yok. sıraselviler’de saçak altlarında bir o tarafa, bir bu tarafa dolaşıp 5 dakikada bir kahvenin kapısına geliyorum. buluşma saatini yarım saat geçiyor artık it gibi titriyorum ve eve dönmeye karar veriyorum. taksim meydanına doğru giderken istiklal’in başına doğru yürümek aklıma geliyor. o yöne doğru koşar adım ilerliyorum fransız kültürün etrafına bakınıyorum ama erhan hala görünürde yok. 

üşümenin de etkisiyle geri dönüp akm’ye, dolmuşlara doğru koşturmaya başlıyorum

bir iki ay önce yenilenmiş bayrak direklerinin yanına yaklaştığımda, bir direğin bayrak ipini sabitlemek için kullanılan demir aksam üzerinde marlboro kartonunun arkasına kırmızı rujla yazılmış bir yazı farkediyorum. direğin dibinde durup kartonu elime alıyorum. kartonda, “okan kahve kapalıydı, ceyda’yla dersaadette bekliyoruz.” yazıyor !!!

günün birinde, her zamanki gibi evimde yemek yokken annemi görmeye gittim

yemeğimizi falan yedik, muhabbet ederken ikimizin de karşıya geçeceğimizi anladık. madem öyle, beraber gidelim dedik. benim çıkmama yakın annem de hazırlandı ve gerçekten de çıktık, ve fantastik yolculuğumuz bu şekilde başlamış oldu. kalktık beraberce kadıköy'den vapurla eminönü'ne geçtik. annemin planı eminönü'nde teyzemle buluşup beraber başka bir akrabanın evine gitmekti.

vapur eminönü'ne yanaştı, biz indik. etrafa baktık, teyzem yok... "kaçta buluşacaksınız, erken mi geldik?" diye sordum. "bilmem" dedi, öyle bir şey konuşmadık". dedim "peki burada, iskelede mi bekliyoruz?", annem dedi "onu da konuşmadık". bunları konuşmak bir yana çıkmadan hemen önce de haberleşmediklerini biliyorum. bir ara konuşmuşlar, "şu gün eminönü'nde buluşalım da ayşanımgillere gidelim" diye, bütün olay bu.

şimdi bize cep telefonu olmadan buluşmak imkansızmış gibi gelirken, aslında düşünüyorum da en azından çıkmadan hemen önce birbirimizi arayıp tüm detayları netleştirirdik, her şeye karşın yine de zaman zaman problemler yaşardık. oysaki annem gayet rahat bir şekilde "biz hiç nerede ne zaman buluşacağımızı konuşmayız ki, birbirimizi buluruz bir şekilde" deyip, otobüs duraklarına doğru o keşmekeşin içine yürümeye başladı.

benim de bir yere yetişmem gerekiyordu ve bu yüzden bir anda panik oldum

annemin bu koşullar altında teyzemle hayatta buluşamayacağını, benim de onu orada yalnız bırakamayacağımı falan düşünüp kafamdan alternatif senaryolar üretirken annem birkaç dakika sonra aynı rahatlıkla o kalabalıkta teyzemi eliyle koymuş gibi buldu. ben de dumur bir şekilde gördüklerime inanamayarak yoluma devam ettim.

o gün anladım ki yıllar yılı boşuna kasageliyormuşuz. oysa ki buluşamamak buluşmaktan daha zormuş, annem de bunu çoktan beri keşfetmiş, ancak bizim haberimiz yokmuş.

sene 1997, istanbul'a yeni gitmişim

çocukluk arkadaşım, can dostumla kadıköy postanesinin önünde saat 1'de buluşacağız. ben avrupa yakasından iett ile geliyorum. fırtına, kar, buz. rüzgar, insanın bir kulaklarından girip diğerinden iki misli çıkıyordu. deve katarı ağır aksak ilerliyordu. hava kül ve katran kokuyordu. manzara tam benlikti. neyse dağıtmayalım konuyu.

kar, buz, trafik derken benim saat 1'de kadıköy'de olamayacağım belli oldu

başladım stresten kaşınmaya, "ya arkadaşım bekleyemez çekip giderse" diye. muhtemelen benim kar, fırtına, trafiği görüp geri döneceğimi de düşünmüş olabilirdi. ama ne olursa olsun gidecektim, geri dönmedim. saat oldu 2, daha yeni boğaz köprüsündeyiz, gıdım gıdım ilerliyor otobüs. saat oldu 2,5, sonra 3. hala varamadık amısına koduğum kadıköyü'ne. "arkadaşım şimdi çoktan gitmiştir, nasıl döneceğim bir daha aynı yolu" endişesi sardı, bitirdi beni. saat 3,5'a doğru kadıköy'de oldum, düşe kalka koşarak postaneyi buldum. "yok yok kesin gitmiştir, beklemez bu kadar saat" diyorum bir yandan. postanenin ön tarafından göremedim onu. dizlerimin bağı çözüldü. hafif diğer tarafa doğru baktığımda, karın, soğuğun ortasında tir tir beni bekleyen arkadaşımı gördüm. vazgeçip gitmemiş, it gibi titrese de beni beklemişti. koşarak sarıldım ona. garibim, 2,5-3 saate yakın beni beklemiş o soğukta.

işte böyle buluşuluyordu.

şimdiki gibi kimse dakka başı osuruk gibi "qanka 10 dakikaya ordayım" diye birbirine mesaj atamıyordu ama insanlar bıçak gibi sertti, mertti.