Devlet Halk İçin mi Var Yoksa Halk, Devlet İçin mi?

Yüzyılların en klasik ikilemlerinden birini olan bu soruyu net olarak cevaplamak pek kolay değil ancak üzerinde düşünmeye kesinlikle değen bir problem olduğu kesin.
Devlet Halk İçin mi Var Yoksa Halk, Devlet İçin mi?
iStock


"güçlü bir hükümet, bireysel özerklik için vazgeçilmezdir"

georg wilhelm friedrich hegel

hegel'in bir diyalektikçi olduğunu, diyalektiğinse iki uç kutba da eşit ölçüde hakkını vermeye dayandığını hatırlayarak, bu iki kutbu doğru şekilde tanımlamaya çalışmak faydalı olabilir. konumuz bağlamında bu karşıt uçlar; rasyonel egemenlik ile bireysel özerklik olarak ortaya konabilir. çünkü halk biraz belirsiz bir kategori! cornelius castoriadis, batı modernliğinin tarihini, bu ikisi (rasyonel egemenlik ve bireysel özerklik) arasındaki sonsuz ve yaratıcı gerilim üzerinden okumayı önerir. ne yazık ki, iki uç arasında mükemmel bir denge kalıcı bir biçimde sağlanamıyor; ya rasyonel egemenlik bireysel alana müdahale ederek onu baskılıyor ve bireyler devlet mekanizmasının işleyişinde makinenin çarklarına dönüştürülüyor, ya da bireylerin doyumsuz arzuları rasyonel egemenliğin yapılarını parçalayarak terör durumuna yol açıyor.

kendi toplumsal bağlamımıza dönersek, öyle görünüyor ki bizde devlet, rasyonel egemenliğin kurumsal bağlamlarda tecessüm etmiş (boyut kazanmış) yapıları olarak anlaşılmıyor

devlet daha ziyade, belirli grupların ele geçirerek kendi iradesi doğrultusunda toplumu çekip çevireceği, bu arada da kaynaklarından yararlanacağı bir güç aygıtı olarak işlev görüyor. ancak öyle görünüyor ki, bizde diyalektik yapının diğer uç kutbu da layıkıyla anlaşılmıyor: bireysel özerklik. bunun nedeni, bizim kültürümüzde bireysellik denen şeyin pek bir karşılığı olmaması. dolayısıyla bizim sosyokültürel bağlamımızda, sözgelimi, devletten istenen haklar bireysel haklar olamayabiliyor çoğu zaman. devletten bireysel özerklik talep edilmiyor. peki ne talep ediliyor? daha ziyade kolektif haklar: bir gruba, inanca, etnisiteye mensubiyetle ilgili kültürel haklar. islami kesimin devletten kimi talepleri (başörtüsü, dini eğitim vs.) ya da kürt siyasal hareketinin talepleri (ana dilde eğitim başta olmak üzere) düşünülebilir; ki cumhuriyet tarihinin kördüğüm sorunları bu taleplerden neşet eder.


kolektif ya da kültürel haklar meselesi dünya çapında da sorunlu bir mesele

ulus devletler bu hakları karşılamada sorunlarla karşılaşıyor. bu durumun birçok nedeninden söz edilebilir. ama en başta; söz ettiğimiz gibi, devlet ya da rasyonel egemenliğin asli unsuru, mantıksal olarak, bireylerle ve bireysel haklarla bağlantılıdır. yani devlet, kişileri gruplar olarak değil, eşit bireyler olan vatandaşlar olarak muhatap alır. iki yüzyılı aşkın liberal batı demokrasilerinin düşünsel temeli bu şekilde oluşmuştur ve hukuk sistemlerimiz de bu düşünce üzerinde gelişmiştir.

tekrar kendi sosyokültürel bağlamımıza dönersek; ortaya çıkan tablo, ikili bir açmazla karakterize oluyor bizde: evet, devlet bizim toplumsal bağlamımızda rasyonel egemenliğin asli mercisi olarak değil, ona muhtaç olan insanların vasisi olarak görülüyor. fakat diyalektiğin diğer kutbu; bireyler? ortada bireyler ve gerçek bireysel haklara ilişkin talepler göremiyoruz çoğu zaman; devletle bireylerin değil, devletle kültürel grupların savaşına (bkz: cultural wars) tanık oluyoruz daha ziyade.

sözün özü, güçlü bir hükümet bireysel özerklik için vazgeçilmezdir, ama özerk bireylerin varlığı da sağlıklı hükümetler tesis etmenin ilk şartlarından biridir. bizler güçlü ve rasyonel bir hükümete layık bireyler miyiz; etnik, dinsel, kültürel özelliklerin taşıyıcıları mı, mesele biraz da bu.


plautus'tan alıntılanan ünlü "insan insanın kurdudur" (homo hopini lupus) deyişi üzerine kurguladığı ve insan-insan/insan-devlet ilişkilerini metaforik olarak açıklayarak otokratik yönetim biçimine dayanak oluşturma amacı güttüğü leviathan adlı eserinde thomas hobbes, devletin başlangıçta insanı insandan koruma gerekçesiyle oluşturulmuş karşılıklı anlaşmaya dayalı bir kurum olarak tasvir eder. ona göre insan korunma ihtiyacı hissetmiştir, çünkü varsayımsal üstün iyilik (summum bonum) fikrine karşın insanın özünde taşıdığı yüksek kötülük (summum malum) eğilimi gereği herhangi bir bağlayıcı üst yönetimin bulunmadığı koşullarda kaçınılmaz bir çatışma hali vardır ve bu durumda her bir özne, diğerine karşı savunmasız pozisyondadır. böyle bir durumda sanat, bilim, felsefe üretilemeyeceği gibi insan hayatı sürekli diken üstünde hissedilen sefil bir savunma çabası etrafında şekillenecektir. dolayısıyla hem insanın kendisinden doğan tehlikeleri önlemek ve bu yolla güvenliği sağlamak hem de insanın üretim potansiyelini kullanmasını teşvik etmek üzere denetleyici ve buyurgan bir yönetim altına girilmesi şarttır. işte bu şartı yerine getirme gayesi doğrultusunda devlet, varlığı sorgulanamaz bir işlev kazanarak mükemmel bir koruyucu vazifesi görür.

ancak devleti üst yapı olarak tanıyan anlaşma, korunma ihtiyacının temini mukabelesinde ilksel dönemdeki geniş özgürlüklerden feragat edilmesini ve yaşam hakkı dışında diğer hakların tasarrufunun belli ölçülerde bu üst yapıya devredilmesini şart koşar ki talebin karşılanabilmesinin yegane yolu budur. yani devlet, hakları onlardan pay almak suretiyle koruma iddiasındadır ve devletin leviathan'a evrildiği nokta da tam olarak budur. ilk pazarlık esnasında devlete tanınan geniş alan ve yetkiler, onun asla doyurulamayan bir canavara dönüşmesini tetikler. önceleri toplumsal güvenliği sağlamak üzere mutlak erk haline getirilen devlet, zaman geçtikçe halkın taraf olduğu anlaşma sınırlarını bertaraf ederek herkesin varlığını tehdit eder hale bürünmüş ve yönetici sınıfın ellerinde iyice azgınlaşıp sorumlu olduğu kitlelere kan kusturmaya başlamıştır. artık insan insanın kurdu değildir lakin devlet ve beraberinde getirdiği uygarlık, yoluna çıkan her varlığın kurdudur.


rousseau'nun "toplum sözleşmesi"nde gasp edilen özgürlüklere vurgu yaparak eleştirdiği husus bundan ibarettir. ancak rousseau, bunu yaparken anti-otoriter bir tavır takınmak yerine devletin varlık sebebini meşrulaştıran -teslimiyetçi denebilecek- bir dil kullanır ve yaratılan canavarı ehlileştirme yoluna gider. rousseau'nun niyeti, insanlar tarafından üretilen, yani varlığını insanlara borçlu olan bu rayından çıkmış mekanizmayı, yeni anlaşmalarla törpüleyip baştan kurgulamaktır. ancak yüzyılların tecrübesi, devletin müzakereye kapalı, rijit bir yapı olduğunu söyler.

kısacası devlet, başlangıçta halkın menfaati gözetilerek yapılanmıştır fakat süreç içerisinde durum tersine dönerek halkın devlet menfaatine hizmet etmesi gibi bir sonuca varılmıştır. bunun "ileri" batı uygarlığında da en despot yönetimlerde de istisnası yoktur. olan yalnızca, bireye görece daha fazla özel alan bırakılarak, bireyin özgürlük yanılsamasına kapılması ve böylece üstündeki sıkı denetim sisteminden soyutlanmasıdır. yoksa leviathan, aynı leviathan'dır.

(bkz: er-tarih'e karşı, leviathan'a karşı)


bir tür paradokstur

cümle içinde kullanılan devlet tüme varım iken; halk, dolayısıyla halkı meydana getiren bireyler olarak ele alındığında tümdengelim bir olgudur.

kısacası bunu bir soru olarak ele almak aptallık olurken, cevap verebilme cesaretini göstermek aptallıktan da ötedir.

öte, yani "insan kendi kendini yönetebilen bir varlıktır" mantığını benimsemiş insanların bile şu soru karşısında düştüğü durum içler acısıdır.

oysa ki insanı insan yapan tüm değerlerle çelişen bu olay, yaşanan iki yüzlülüğün ve düşülen acziyetin en büyük örneğidir.

söz konusu insan ya kendini kandırmaktan vazgeçmelidir ya da teslimiyete devam etmelidir.
çünkü cehennemin en karanlık yerleri, buhran zamanlarında arafta kalanlar içindir.