Devletlerin, Kültür ve Sanat Arasındaki Fark Üzerinde Nasıl Bir Etkisi Var?

Kültür ve sanat arasındaki farkı biliyor olabilirsiniz, peki devlet olgusunun bunlar üzerindeki etkilerini etraflıca düşündünüz mü?
Devletlerin, Kültür ve Sanat Arasındaki Fark Üzerinde Nasıl Bir Etkisi Var?

kültür ve sanatı birbirinden nasıl ayırırsın?

kültür dediğin şey tortudur. halkın zihnine nakşolmuş, zamanın değirmeninde öğütülememiş tasavvurdur. kendiliğinden doğar ve halkın malıdır. hem malıdır hem de hüviyet vesikasıdır. dil de böyledir. benedict anderson ismini duymuşsunuzdur. hayali cemaatler başlığıyla dilimize tercüme edilen kitabı pek meşhurdur. internette şöyle bir göz gezdirin; hemen herkesin kitaba methiyeler düzdüğünü görürsünüz. partha chatterjee’nin cılız eleştirisini saymazsak herkes anderson ile mutabık gibidir. herkesin mutabık olduğu şey kadar şüphe uyandıran ne olabilir ki?

kitabın mesajı aşağı yukarı şu: ulus ve milliyetçilik kavramları yeni ve tasarlanmış (hayali) olgular olduklarından, moda veya çılgınlığın ötesinde pek bir anlam taşımazlar.

iki yüz sayfayı tek cümlede ancak bu kadar özetleyebildim. neyse. bilhassa batı’nın akademilerinde hakim olan “modernist” görüş de budur. anderson’un hayali cemaatleri yayınladığı yıl (1983), hobsbawm, geleneğin icadı’nı; gellner de uluslar ve ulusçuluğu yayınladı. birbirleriyle çatışmayan, hatta birbirlerini tamamlayan bu kitapların temel argümanına katılmıyorum. başlayalım, maksat jimnastik olsun...

evvela akrabalık

günümüz insanı için bir şey ifade etmeyen, demode bir duyarlılık sanki akrabalık. sanayi devrimiyle beraber neşrolunmuş necis, kof bir akide. oysa akrabalık beşeri aidiyetin ve bağlılığın en önemli vasıtalarından biridir. etnisiteyi oluşturan cevherlerdendir. etnisite ile ortak kültür ve akrabalığa sahip topluluğu kast ediyorum. anderson ve taallukatı devletin etnisiteyi ve/veya ulusu meydana getirdiğini savunuyor. onlara göre devletin, krallığın, imparatorluğun vs. yönetici takımı soylulardan oluşuyordu ve bu soyluların gözettiği veya iktidarını dayandırdığı şey etnisite değil kendi hanedanları yahut soyluluklarıydı. anthony smith, azar gat vs. de tam tersini savunur. etnisite ve/veya ulus, devleti oluşturur ve iktidar her ne kadar soylu olsa da etnisite üzerine inşa edilmiştir der. yine modernistler okuryazarlığa fazlaca vurgu yaparlar. onlara göre -bilhassa anderson- halkın ortak kültürü, kimliği, dili ve hatta dini matbu imkanlar yardımıyla devlet eliyle inşa edilmiştir.


halkın kendine has, kendiliğinden oluşan bir kimliği yoktur. kendine has zannettiği kimlik ona devlet tarafından giydirilmiş kurgusal (hayali) bir dondur. sözlü geleneğin tesirini hafife alan hatta yok sayan bir muhakeme. 19. yüzyıla kadar elifbasız yaşayan zulu dili ve bu dili konuşan zulu halkı hiç de azımsanmayacak bir kimlik, kültür ve aidiyet bilinci oluşturdular. devletlerini de bunun üzerine inşa ettiler. bu yüzden zulu halkı olmuşlardır. halk olabilmek için etnik grubun ortak bir kimlik, tarih ve kader bilincine sahip olması gerekir. bağımsızlığını kazanamamış olsa bile bu bilinci canlı tutmayı başarabilen topluluklara halk denir. etnik grup siyasi bir varlık değilken halk siyasi bir varlıktır. bir devlet içerisinde çoğunluk yahut egemen güç olduklarında da (veya egemen güç olma mücadelesi veriyorlarsa) ulusa dönüşürler. işte geveleyip durduğum bu kavramların hepsi günümüzde bir hastalık olarak görülen milliyetçilikle ilintilidir. kimliği, dili, müziği ve kültürü diri tutan işte bu hastalıktır. kültürü yaratan halktır. kültürün içerisine müziği, giyim-kuşamı, dansı, edebiyatı, efsaneleri, destanları katarsın. bunlar inşa edilemediği gibi öğütülemeyen de şeylerdir.

yani kültür dediğin şey nüvedir, sanat bu nüvenin üzerine kurulan yapıdır

halkın sanatı olmaz. sanat ulusa aittir. daha evvelden de bahsi geçmişti, “devlet demek odaklanma, yoğunlaştırma, kavramsallaştırma demektir” diye yazmıştım. devletin kuruluşunu tarihteki en büyük kültürel ilerleme olarak gördüğümü söylemiştim. devletsiz sanat olmaz demeye getiriyorum yani işi. hakikaten de öyledir fakat her devlet de sanat üretmez tabii. bildiğim yerden, müzik üzerinden gideyim. müzik sanatının zirvesi hiç şüphesiz klasik batı müziği’dir. zirve derken “en değerlisi budur” demiyorum. hiyerarşik olarak en üstte olanı kast ediyorum. en üstte çünkü en uzun süre devamlılık gösteren, kendine ait müktesebatı bulunan, en gelişmiş örgütlenmeye sahip olan sanat müziği budur. kurduğu orkestraları düşünsenize. elli kişi, yüz kişi… bu heybette bir orkestrayı tarihin hiçbir döneminde hiçbir ulus oluşturamamıştır. şastriya sangit (hindistan’ın sanat müziği), gagaku (japonya’nın sanat müziği), türk sanat müziği vs. hepsi de devlet içerisinde filizlenmiş müziklerdir. bu argümanımın açık noktası şu olabilir: en genç sanat müziği olan caz, etnik kimlik üzerine inşa edilmediği gibi, varlığını etnik kimliğe dayandırmayan bir imparatorluğun (abd) mahsulüdür. demek ki ortak kültür, aidiyet ve kader bilinci olmayan topluluklar da sanat üretebiliyorlarmış.

Charlie Parker

öyle mi gerçekten?

bu karşı sav, göçmen ülkelerin ortak bir milli kimliği olduğunu yadsıyor değil mi? abd’nin ortak bir milli kimliği yok mu sizce? göçmen topluluklar birkaç nesil boyunca kendi köklerine ve kültürlerine ait bilinci muhafaza ederler. genellikle üçüncü nesilden sonra işler değişir. almanya’ya göç eden türkleri düşünün. birinci nesil almanca öğrenmeye bile direndi biliyorsunuz. üçüncü nesille ilgili bir sürü çalışma yapılmış. google scholar’da aratabilirsiniz. hemen hemen tümü kendisini iki dilli olarak tarif ediyor fakat kendilerini almanca ifade etmeyi tercih ediyorlar. arkadaş çevrelerini sadece türkler oluşturmuyor. hatta genellikle almanlar ağırlıkta oluyor. “bir alman ile evlenir misiniz?” sorusuna da pek çoğu olumlu yanıt veriyor. en önemli soru da bu zaten bana kalırsa. evlilik akrabalık bağı kurmanın bir yoludur çünkü. birden fazla etnik kimliğin, kabilenin, milletin yaşadığı devletlerde iktidarı sağlama almanın yolu evlenmektir biliyorsunuz. evlenirsen akraba olursun. abd’deki göçmenlerin mazisi çok daha eskidir. kim bilir kaç kuşaktır oradalar. beraberinde getirdikleri kimliği hemen hemen tümüyle terk etmişler ve diğer göçmen gruplarla evlenmişler, aralarındaki farkı azaltmışlar. beraber müşterek bir kimlik oluşturmuşlar. elbette en başta ingilizce konuşan, protestan, anglo-sakson bir topluluktu bu ülke.

şimdi?

anglo-amerikan ve protestan kimlik, avrupa-amerikalı ve yahudi-hristiyan kimliğine evrilmiş. artık kendine has kimliği, kültürü olan bir amerikan halkından bahsedebiliriz. avrupa-amerikalı ve yahudi-hristiyan olan bu halk hiç şüphe yok ki imparatorluğun egemen siyasi gücü, nüvesidir. dolayısıyla bir amerikan ulusundan söz edebiliriz. yani? caz, amerikan halkının kültürü üzerine amerikan ulusunca inşa edilmiş bir sanat müziğidir. bu yazının konusu değil ama farklı göçmen topluluklarından müteşekkil bir başka devlet olan kanada’nın durumu düşünmeye değer. ulus inşası ve ulusal kimlik bağlamında abd’nin tam zıttı bir örnektir. bu yüzden de kendi müziğini, edebiyatını, sinemasını, tiyatrosunu ve hatta kültürünü yaratamamıştır.