Ekonomik Kriz Nasıl Oluşur?

Karl Marx'tan yararlanarak ekonomik krizlerin nasıl oluştuğunu anlatan faydalı bir yazı. Ekonomik kriz nedir, nasıl meydana gelir?
Ekonomik Kriz Nasıl Oluşur?

günümüzden yaklaşık yüz elli yıl önce karl marx, kapitalizmin sonuna yaklaşıldıkça, sermayenin temerküzüne bağlı olarak, giderek daha fazla insanın proleterleşeceğini, sermaye sahiplerinin zenginliği ellerinde tutabilmek için giderek daha karmaşık ticari ilişkiler oluşturacağını ve krizlerin de giderek daha sıklaşan bir yapıya kavuşacağını öngörmüştü. ancak marx, karmaşıklığı ve krizleri, sistemin çöküşünde bir fırsat veya bir temel neden olarak ön plana çıkarmıyor, kapitalizmin kendi kendine çökeceğini ima etmiyordu.

dünya genelinde ve ülkemizde, kapitalizmin evriminin günümüzde geldiği nokta itibariyle dolaşım sisteminin giderek daha karmaşık bir yapıya dönüştüğü, fiziki mal dolaşımı ile bunun bir yansıması olması gereken kağıt üstündeki değerler arasında süregelen uyuşmazlıkların giderek daha fazla içinden çıkılamaz bir hal aldığı herkesin malumudur. karl marx'ın das kapital adlı eserini kaleme aldığı, portföy kelimesinin sadece cüzdan anlamına geldiği, forfeiting, swap, hedging vb. finansal araçların henüz varolmadığı, krizlerin bu kadar sık gerçekleşmediği ve bu kadar kalıcı olmadığı dönemlerden bugünlere gelindi. aynı süreç içerisinde emperyalist sömürü mekanizması da aynı şekilde geçmişte olduğu gibi, içine düştüğü açmazlardan kurtulabilmek adına para ve maliye politikaları aracılığıyla gerçekleştirilen “ince ayarlamalar” ve işgallerle, gerektiğinde taşeronlarına yaptırdığı savaşlarla, insanların topluca ölümüne ve yıkıma neden olmak pahasına sistemin ve azınlığın lüks yaşam koşullarının devamı için her yolu denedi.

bugün ülkemizde ve dünyada, kapitalizmin genel bunalımı ve onun bir bileşeni olarak kapitalist üretim sisteminin krizleri, ilk bakışta sadece finansal sistemin iç içe geçmiş halinden ve piyasanın karmaşıklığından veya derinliğinden kaynaklanıyormuş yanılgısına bizleri götürüyor. gerçekten de amerikan borsalarında dolaşımda bulunan hisse senetlerinin gerçek değerlerinin çok üzerinde olduğunun anlaşıldığı ilk krizlerden biri olan 1986 finansal bunalımı ile birlikte, aslında dünya kapitalizminin şu anda içinde bulunduğu son evresinin de ilk işareti ortaya çıkmış ve buna bağlı olarak bazı çevrelerde kapitalizmin bir gün kendi kendine çökeceği beklentisi oluşmuştur.

ekonomik kriz, mal ve hizmet fiyatlarının ve paranın değerinin, beklenenden hızlı ve tahmin edilenin üzerinde bir değişime uğraması ve bununla birlikte üretim faaliyetlerinin de genel olarak ve hissedilebilir ölçüde yavaşlaması veya durmasıdır. nihai ve genel anlamda ekonomik krizi tetikleyen pek çok etken olabilir. bunlar genellikle kamu borç krizi, finansal kriz, hammadde krizi, tarım krizi vb. pek çok ara bileşen olarak kendini belli etse de, gerçekte krizin en temel sebebi, üretim sisteminin temel çelişkisi ile aynıdır: kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası.

kriz beklentisi, çok sık olarak "durgunluk" olgusu ile karıştırılır. kriz ve durgunluk kapitalist büyümenin birbiriyle bağlantılı ancak farklı konumdaki birer aşamasıdır. canlanma, genişleme, durgunluk ve çöküş şeklinde dört temel aşamadan oluşan dönemsel çevrimler halinde cereyan eden kapitalist gelişim dalgalarının sıklığı ve uzunluğu, kapitalist üretim sisteminin evrimsel gelişimine bağlı olarak sürekli değiştiği için, krizlerin ne zaman olacağı da önceden kestirilemez. her defasında, krizin bir gün bir şekilde patlayacağı ve hatta bunun nasıl olacağı önceden bilinir ancak düzenli ve mekanik bir seyirden ziyade diyalektik bir süreç söz konusu olduğu için, ne zaman meydana geleceği ile ilgili hiçbir zaman önceden tarih vermek mümkün değildir.

kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası sermayenin de zaman içinde belli birtakım zenginlerin kontrolünde merkezileşmesi ve yoğunlaşmasını da beraberinde getirir. sermayenin temerküzü olarak adlandırılan bu durum, kapitalizmin sınıfsal çelişkilerinin bir ürünüdür; mikyas ekonomisi koşullarına bağlı olarak büyük şirketlerin küçükleri yuttuğu, karmaşık mali ortaklıkların ortaya çıktığı bir tekelleşme süreci söz konusudur. aslında olay sadece sermaye ve şirket ilişkilerinden ibaret değildir; bir yandan büyümeye bağlı olarak toplam mal ve hizmet miktarı arttığı halde, diğer yandan buradan ileri gelen zenginliğin de giderek daha küçük bir azınlığın elinde toplanması söz konusudur. kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası, üretimi yapan proleterlerin, ürettiği değerin tamamının karşılığını alamamasına bağlı olarak ortaya çıkar ancak kapitalist toplumun her zerresine kadar nüfuz ederek genel bir eşitsizlik görünümü arz eder; üretim sonucu zenginlik toplam olarak arttığı halde, kapitalizmde bu durum birilerinin kaybetmesi pahasına ve başka birinin kazanması şeklinde ortaya çıkar. böylece toplam çıktı miktarı aslında arttığı halde, bunun üretilmesine doğrudan katkı koyarak mal ve hizmeti üretenlerin gelirleri, üretmek için harcadıkları emeğin karşılığını alamadıkları için, mal ve hizmet miktarı arttıkça ortaya çıkan büyüme ile birlikte artan gelire bağlı olarak ortaya çıkan fiyatlar genel düzeyindeki nispî artış ile aynı oranda artmaz. işte tam da bu yüzden, yani kapitalizmde, her dönemde gerçekleşmekte olan üretim faaliyetinin sonucunda ortaya çıkan toplam gelir artışından, eşitsiz toplumsal yapıdan ötürü herkesin gerçekte harcadığı emek ile, yani yaptığı katkı ile aynı oranda bu gelirden pay alamaması yüzünden ve yine aynı eşitsiz gelişim yasasına bağlı olarak toplam gelir giderek daha küçük bir azınlığın elinde toplanma eğiliminde olduğu için, toplamda üretimi artan mal ve hizmetler, belli bir noktadan sonra toplumun çoğunluğunun geliri aynı düzeyde artmadığı için satılamamaya başlar. bu durum, kendisini ilk olarak durgunluk şeklinde gösterir.

meta üretimine dayalı tüm üretim sistemlerinde olduğu gibi kapitalizmde de genel olarak üretim malları ve nihai tüketim malları olmak üzere iki tip mal üretimi yapılır. kapitalizme özgü olan ve ekonomik krizlere yol açan durum ise, üretimin asla nihai tüketim için değil yalnızca kar için gerçekleştiriliyor oluşu ve üretim araçları sahibi olan burjuva yani sermayedarla, üretim ve değişim araçlarının değerlendirilmesi noktasında emek gücünü sermayedara kiralayan işçiler arasındaki çarpık ve adaletsiz bölüşüm ilişkisinden başka birşey değildir.

kapitalist üretim sisteminin dolaşım ve bölüşüm ilişkilerinin aksaklığını tekstil üretimi örneği ile açıklayalım. varsayalım ki bir tekstil fabrikasında bir işçi, tek başına günde yüz adet giysi üretiyor. bu giysiler bir mağazaya tanesi 20 liradan satılıyor. bu durumda bir işçinin ürettiği giysinin bir günlük üretiminden elde edilen toplam gelir 2000 lira olacaktır. ancak sermayedar kâra dayanarak varlığını sürdürdüğü için, üretimi yapan işçiye günde 40 lira yevmiye vermektedir. giysinin üretimi için ayrıca hammadde masrafı olarak birim başına 5 lira harcandığını varsaydığımızda bir günde 100 kazak için 500 lira hammadde maliyeti ve bu bir günlük üretim için işçiye ödenen 40 liralık ücretle birlikte toplamda 540 lira günlük üretim maliyeti ortaya çıkar. bu durumda sermayedarın bir işçinin üretiminden eline geçen günlük net gelir 1460 lira olur. sermayedar bunun belli bir bölümünü, örneğin yarısını yeni bir fabrika açmak için kullanıyorsa diğer yarısını da kendi lüks yaşamını sürdürmek için kullanacaktır. elbette buradaki varsayımımızdan farklı olarak fabrikada bir tek işçi değil yüzlerce işçi çalışır, her işçi mal üretiminin belli bir bölümünü üstlenir ve bütün bunlar da sermayedarın çok daha fazla toplam günlük gelir elde ettiği anlamına gelir.

bu durumun krize nasıl yol açtığını görmek için ekonominin bütünü göz önünde bulundurulmalıdır. diyelim ki, günde yüz giysinin satıldığı zaman dilimi ekonomik çevrim döneminin atılım dönemi olsun; varsayımsal olarak bu dönemde günlük mal stokları çabucak eriyecektir. elbette bu esnada başka malların üretimi de aynı çerçevede yapılmaktadır. buzdolabı üretimini ele alalım. atılım döneminde büyüme olduğu için genel olarak ülke geliri de artmış demektir. ulusal gelirdeki artış örneğin motorlu araç ve beyaz eşya satışlarını arttırdığı gibi, elektrik ve akaryakıt kullanımını da arttıracaktır. çünkü ek olarak, hangi malı üretirse üretsin her fabrikanın elektrik kullanmaya ve bunların nakliyatı için motorlu araç kullanmaya ve bu bağlamda da akaryakıta ihtiyacı vardır. üretimin genel olarak ani talep artışlarına hemen cevap veremediği gerçeği düşünüldüğünde elektrik ve akaryakıta olan genel talebin artması bunların fiyatlarının da artmasına yol açar. ek olarak sermayedarlar elektrikli eşya, motorlu araç ve tekstil mallarının üretimini arttırarak daha çok satmak ve böylece daha çok kar elde etmek için üretim sürecinde kullanılan makine ve malzemelerden yani üretim mallarından da daha çok sipariş vermek durumundadır. böylece üretim mallarının yani fabrikalarda kullanılan makinelerin, araçların vb. talebinde ani bir artış olacağı için bunların fiyatları da artacaktır. bütün bunlar fiyatlar genel düzeyinin artmasına, yani enflasyona yol açacaktır. zira diğer fabrikalar da kendi mallarının fiyatına zam yaparak bu yeni maliyet artışını tüketiciye yansıtacaktır.

<< çoğu zaman bunalımlardan önce, kapitalist üretimin mal fiyatlarında genel bir enflasyon olur. bu nedenle izleyen çöküntüye hepsi katılır ve eski fiyatlarıyla, piyasada bir bolluğa neden olurlar. pazar, düşen fiyatlarda, maliyet fiyatının altına düşen fiyatlarda, eski fiyatlarından emebileceğinden daha büyük bir bölümünü emebilir. meta fazlası her zaman görelidir; başka bir deyişle fazlalık, belli fiyatlarda bir fazlalıktır. sonradan metaların emildiği fiyatlar üretici ya da tüccar için yıkıcıdır.>>*`:marx, karl artı değer teorileri, 2. kitap, syf. 485, sol yayınları, 1999`

fabrika sahiplerinin temel yatırım ve işletmecilik kriteri karlılık olduğundan, işçilerin maaşlarına genel fiyat artışı ile aynı oranda bir ücret artışı yapılmayacaktır. mal fiyatları arttıkça fabrikada çalışan ve maaşı mal fiyatlarıyla aynı ölçüde artmayan işçiler alışveriş sepetlerini küçültmek ve yalnızca ekmek, su, kömür gibi temel ihtiyaçlarını öncelikle karşılamak durumunda olduklarından, kendileri için artık lüks olan kimi malları satın alamayacaktır. ya da işçilerin maaşları fiyatlar genel düzeyiyle aynı oranda artsaydı bile, bu artış değişken maliyet artışı olarak sermayedarlar tarafından takip eden süreçte yine mal fiyatlarına yansıtılacağından yine dolaylı olarak fiyatlar genel düzeyi tersi durumda da yükselecektir. her iki durumda da örneğin bir işçi yıllardır giydiği kazağın, ya da ayakkabının yerine yenisini alamayacaktır. toplumun çoğunluğunu oluşturan işçilerin, emekçilerin tüketimleri kademeli olarak azalacaktır. belli bir noktadan sonra malını satamayacağını anlayan tekstil patronunun elde ettiği kar oransal olarak azalmaya başlayacak ve bunun maliyetini de çalıştırdığı işçileri işten çıkararak karşılayacaktır. böylece düzenli bir gelirden yoksun hale gelen tekstil, beyaz eşya, otomotiv, elektrik, dağıtım sektörü vb. alanlarda çalışan pek çok işçi-emekçi çok daha fazla ürünü satın alamaz hale gelecektir. ayrıca fabrikada üretimi düşüren tekstil patronu birer üretim malı olan dokuma makinası siparişlerini iptal edecektir. bunun üzerine dokuma makinası üreten fabrikanın üretimi azalacak ve burada da işten çıkarmalar başlayacaktır. makine üretimi azaldığı için demir-çelik ve metalürji sektörü daralacaktır. yani buz dolabı üreten fabrika sahibi aşırı üretim yapmasa bile diğer sektörler aşırı üretim yapmış olacaktır. benzer şekilde başka bazı işletmeler de mallarını satamadıkları için daha önceden yatırım için aldıkları kredileri ödeyemez hale gelecektir. böylece kimi sermayedarların karlarına ortak olmak amacıyla verdiği borçları geri alamayan bankalar iflas edecek ve finansal kriz yaşanacaktır. ardından sermayedarların mülkünü korumak için var olan devlet, karları azalan sermayedarların zararlarını finanse edecek ve bunun yanında işsiz sayısı arttığı için kamu harcamalarının finansmanı için ihtiyaç duyulan vergi gelirleri azalacak, kamu gelir-gider dengesi bozulacak ve böylece takip eden süreçte bir de kamusal borç krizi yaşanacaktır.

<

bu üretim genişlemesinin ölçütü sermayenin kendisidir, varolan üretim koşullarının düzeyidir; kapitalistlerin kendilerini zenginleştirmek ve sermayelerini genişletmekteki sınırsız arzularıdır. ama hiçbir biçimde tüketim değildir. nüfusun çoğunluğu emekçi insanlar, tüketimlerini çok dar sınırlar içinde genişletebildiklerine, emek talebi, her ne kadar mutlak olarak büyüyorsa da, kapitalizmin gelişimi ölçüsünde, göreli olarak azaldığına göre tüketim daha başından engellenmiştir. ayrıca tüm dengelenmeler raslansaldır ve ayrı ayrı alanlarda kullanılan sermaye oranları sürüp giden bir süreçle her ne kadar eşitlenirse de bu sürecin bir türlü sona ermeyen varlığı, aynı biçimde sürekli bir oransızlığın varolduğunu gösterir.>>*`:marks, karl. artı değer teorileri, ikinci kitap, s. 473, sol yayınları, birinci baskı, ankara 1999`

ek olarak kapitalist gelişimin dört aşamalı çevrimlerden oluştuğu günler artık geride kalmaya, canlanma ve atılım dönemleri ile durgunluk ve çöküntü dönemleri artık iç içe geçmeye başlamıştır. aslında marx'ın yaşadığı dönemde, yani xix. yüzyılda sermayenin temerküzü sonucunda ortaya çıkan tekelleşme süreçlerinin “aksak piyasa” olgusunu da beraberinde getirdiği bilinmekteydi. burjuvaların kendi aralarındaki fiyat rekabetine bağlı olarak üretim değerleriyle piyasa fiyatlarının her çevrim döneminin genelinde ortalama olarak örtüşmesi durumu belli alanlarda ve belli dönemlerde gözlemlenemeyebilirdi. bu durum kimi ürünlerin nominal değeri ile gerçek değerinin oldukça ayrıştığı, kimi ürünlerin ise karlı olmadığı için üretilmediği ve rekabetin yalnızca belli tekellerin arasında belli dönemlerde gözlemlendiği ve buna bağlı olarak da piyasa mekanizmasının değerin determinasyonu fonksiyonunu yerine getiremediği bir üretim sistemi görünümüne yol açar. finansal kriz ve aynı şekilde bütün dünyayı etkisi altına alan kamu borç krizleri de genel olarak aşırı üretim krizlerinin bir sonucudur. ayrıca dünya genelinde kapitalist ülkeler arasında zaman içerisinde giderek derinleşen ekonomik entegrasyon, giderek yoğunlaşan bir ilişkiler ağı ile ulusal pazarlar tek bir dünya pazarının birbirine bağlı kümeleri haline gelerek, birbirine coğrafi açıdan uzak olan ülkelerin bile kriz koşullarını da pasif olarak küresel ve iç içe geçer hale getirmiştir.

biz ekonomik çöküşün neresindeyiz? dünya bir ekonomik çöküşe doğru gidiyor mu? biz dünyadaki bu sistem içerisinde neredeyiz?

öncelikle hatırlayalım. abd şu anda dünyanın en borçlu ülkesi durumunda ve 1944 bretton woods antlaşmaları sırasında, altına karşılık para basabilen tek ülke olan abd'nin ulusal para birimi dolar zamanla ve doğal olarak uluslararası ticarette kullanılan temel bir para birimi haline gelmiş. oysa 1971 yılından bu yana dolar artık hiçbirşeye karşılık olarak basılmıyor. bretton woods kuralları artık abd tarafından uygulanmıyor ancak kapitalizmin hakim olduğu ülkeler o dönemde bu anlaşmaya bağlı olarak, bastıkları ulusal para karşılığında kasalarında dolar tutmayı taahhüt ettikleri için ve zamanla uluslararası ticarette herkes dolar kullanır hale geldiği için, abd dışında hiç kimse fiili olarak bu anlaşmanın belirlediği kuralların dışına çıkabilir durumda değil. üstelik abd bu anlaşmayı artık uygulamadığı halde, bütün dünyada, uluslararası ticarette kullanılan dolarlar sayesinde astronomik ölçeklerde senyoraj geliri de elde ediyor.

diğer yandan, gelişmekte olan ve emperyalizme bağımlı orta ve geri kapitalist ülkeler, büyümelerini finanse edebilmek için, küresel emperyalist sömürü piramitinin en tepesinde yer alan abd'nin ve batının sağladığı kredilere muhtaçlar. ayrıca, türkiye gibi, brezilya gibi emperyalizme bağımlı orta kapitalist ülkeler, artık beyaz eşya, otomobil, tekstil ürünleri, çelik vb. pek çok malı üretebiliyor olsalar da, halen abd'nin ve diğer gelişmiş kapitalist ülkelerin ürettiği üretim makinalarını ve yüksek teknoloji ürünlerini almak zorunda olduklarından, bu ülkelerden üretim malları ithal edebilmek için yine bu ülkelerin parasına muhtaç haldeler. abd, ingiltere, fransa, almanya gibi gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkeler borçlu oldukları ve durgunluğu kendileri de yaşadıkları halde, onlara burada küresel sömürü çarkı üzerinden bağımlı olan orta ve geri kapitalist ülkeler üzerinden gerçekleştirdiği üretici ve ikrazcı sermaye hareketleri üzerinden zenginliklerini arttırarak, kendi ülkelerinde de hissetmeleri gereken krizin koşullarını da yine türkiye gibi ülkelere ihraç etmiş oluyorlar. böylece biz hem kendi ülkemizin iç dinamiklerine bağlı olarak ortaya çıkan krizin etkilerini bir yandan yaşarken, hem de bu ülkelerle olan bağımlılığımız sonucunda ortaya çıkan ek külfetlere diğer yandan katlanmak durumunda kalıyoruz.

tekrar hatırlayalım, kapitalizmde toplum, üretim ve değişim araçlarının sahibi olduğu halde çalışmadan yaşayan sermayedarlar yani burjuvazi ve çalışanlar yani işçiler, emekçiler olmak üzere iki ana sınıfa ayrılır. sermayedarlar işçileri gerçekte ürettikleri değerin altında bir ücretle bir iş günü boyunca çalıştırıp el koydukları artı değerin bir bölümünü yatırımlara bir bölümünü de kendi lüks yaşamlarına ayırırlar. büyüme dönemleri yatırımların, üretimin ve toplam tüketimin, buna bağlı olarak da ulusal gelirin arttığı dönemlerdir. büyüme sürecinin yaşandığı canlanma ve atılım dönemlerinde toplam gelirdeki artışa bağlı olarak fiyatlar genel düzeyi de yükselir. ancak toplum bir yanda ürettiği değerin karşılık geldiği gelire ulaşamayan çalışan kesim, diğer yanda ise çalışmadan lüks bir hayat süren ve toplam gelirden en büyük payı alan zengin azınlık olmak üzere kabaca iki ayrı sınıftan oluştuğu için, canlanma ve atılım dönemlerinde gözlemlenen ulusal gelirdeki artış da homojen bir şekilde olamaz ve toplumun çoğunluğunu oluşturan işçi, emekçi kesim, fiyatlar genel düzeyinin sürekli yükseldiği bir ortamda, belli bir noktadan sonra en temel tüketim maddelerini bile satın alamaz hale gelir. böylece mallar satılamaz ve durgunluk başlar. stoklar kabarır ve bunu iflaslar izler. fabrikalar, mağazalar kapanır. işsizlik artar. işte bu da çöküntü evresidir. burjuvazinin ve onun iktisatçılarının kriz olarak adlandırdığı şey, aslında sermayedarların mallarını satamadığı, iflasların arttığı, kapitalist ekonominin sağlıksızlığının ve toplumsal huzursuzlukların ayyuka çıktığı dönemlerdir. yoksa kriz olarak adlandırılan durum emekçi yığınlar açısından dönem dönem değil, her zaman söz konusu olur.

şu an için tuzu kuru olan bazı kimseler, "ben işimi yaparım banane başkasının tüketememesinden" diyebilir, ama bu durum aslında sadece başkasının sahibi olduğu işletmelerde emek gücünü kiralayarak yaşamını sürdüren proleterleri değil, aynı zamanda kendi küçük işletmesinde, kendi işini yaptığını düşünen ve sermayenin temerküzü gereği gelecekte proleterleşme riski altında olan küçük ve orta burjuvaların da er ya da geç başına gelecektir.

özetle, kapitalizmin başlıca kaynak tahsisi ve bölüşüm aracı olan piyasa mekanizmasının başarısızlığına tanık olduğumuz her kriz anında, “herkes kendi çıkarını düşünerek hareket eder, bu yüzden çok çalışır, böylece piyasa kendi kendine dengeye gelir” varsayımına ve esasında bencillikten başka birşey olmayan “görünmez el” tezine dayanan adam smith’in ahlaki değerler teorisinin ve liberal paradigmanın pratik anlamda iflas ettiği gerçeğiyle yeniden yüzleşmiş oluruz. ancak bu gerçeği değiştirmek için hiçbir adım atılmaz, sömürülen işçiler üretimden gelen güce sahip oldukları halde, haklarını korumak ve bu engellendiğinde de sistemi değiştirmek için hiçbir şey yapmadıkları takdirde, kapitalizm her ekonomik kriz döneminde çöküntüden kendisini kurtarır ve yenilenerek, kendisini güncelleyerek varlığını sürdürmeye devam eder.