Evrim ve Ahlak Arasındaki Kadim İlişkinin Felsefe Düzleminde İncelemesi

Evrim teorisini biliyoruz, insanoğlu olarak iyi kötü geliştirdiğimiz bir ahlak anlayışımız da var, peki evrimin ahlakla ilişkisini hiç düşünmüş müydünüz?
Evrim ve Ahlak Arasındaki Kadim İlişkinin Felsefe Düzleminde İncelemesi
iStock

düşünce biçimlerimizin tarihsel ölçeğinde düşünürler aracılığıyla insanın hareket ve tutumlarına karşı egemenlik kuran ahlak kurallarının kökeni çoğu zaman sorgulama altına alınmış ve yine çoğu zaman tanrı’yla dayandırılmıştır. (bkz: immanuel kant), (bkz: kritik der praktischen vernunft) [pratik aklın eleştirisi]’nde ahlaki hareketlerin kaynağında ulaştığı ödev duygusunun niceliğini methetmekle birlikte ve kökenini insanın bedeni ile duyular algısına ilişkili iken, aklı ile de düşünülür dünyaya ait olmasında bulur. bu köken insanın biricikliğini, kendisini hür bir şekilde deneyimlemesine olanak veren ve ahlak yasasına uymasına şans veren doğanın nedensellik bağıntısının dış eksenindeki varoluşudur. özetle kant’ın söylemiyle insanın numenal varoluşu ya da manevi tarafıdır denilenilir. insan manevi tarafıyla ahlak yasasının bilgisine erişmiş olur ve onu uyması gereken ödev olarak kabul eder. bu düzlemde kant, ahlakı lehindeki bilimum rasyonel bulguları reddettiği tanrı’nın varlığı için bir yol olarak görür. kant tanrı’nın hizasında olmak için bulduğu bu yolu yalnızca ahlakın kaynağını arayan insanlar için öznel bir açıklama olarak değerlendirmiştir.

tüm bunlara ek olarak bilhassa biyolojik olarak geniş bir etkiyi meydana getiren evrim düşüncesi, ortalama yüz elli yıldır insan zihni ve ahlakının kaynağı tanımlamalarında kapsamlı ve büyük çekişmelere meydan vermiştir. bu çekişmenin arka planında insan zihninin ve ahlakının salt doğal seçilimle çalışan evrimin bir üretimi olarak görülmek istenmesi yatar. çünkü tesadüfi genetik başkalaşmaların doğal seçilim neticesinde çevreyle bağdaşan hale gelmesiyle ortaya çıkan evrimin bütünüyle somut bir aşama olduğu varsayılır. eğer bu varsayım kabul edilebilir bir nitelikte ise, evrimin ahlakı izah etmek gayesiyle metafiziğe başvuru gereksiniminin ele alınacak konular üzerinde kaldıracağına inanılır. söz gelimi ahlak, evrimsel zaman çizelgesinde meydana getirililen biyolojik fonksiyonlarla bir tutulur. bunun açıklaması, kısaca, evrim üretimi olarak ortaya çıkan doğadaki biyolojik fonksiyonların keza ahlaki davranışlar olduğudur.

düşün alanında felsefenin pratik bir disiplini olarak ahlakın, sanayi devrimi arından büyüyen fizik bilimlerin tesiriyle, bilimsel anlamda incelemeye alınması çabası öncelikle (bkz: herbert spencer)’a aittir. onun düşüncelerine göre , deneyimlediğimiz doğa olguları fizik yasalarıyla evrensel ve değişmez olarak tasvir edilebiliyorsa aynı durumun ahlaki olaylar için de geçerli olduğunu onaylamak için sebebimiz mevcuttur. yaşamın ilkesi, spencer’ın düşüncelerine göre evrim teorisidir. evrim, spencer’a göre, bir canlının içinde olduğu durumlara uygunluk göstermesi neticesinde değişime uğraması anlamına gelir. çünkü yaşayan tüm canlıların hayatı, içinde mevcut olduğu şartlar aracılığıyla belirlenir. canlının değişimi, çevreye uygunluk aşaması yerine getirilinceye dek devam eder. bu süreçte canlının fiziksel yapısı gibi davranış sistemi olan ahlak da evrim neticesinde meydana gelir. spencer’ın elde ettiği bu sonucun içeriği kısaca insanın fiziksel olduğu kadar toplumsal olarak da evrimleştiğidir.

ek olarak, (bkz: darwin)’in ateşlediği tartışma, sonunda insanın soyunun da daha alt türlere uzandığı işareti üzerinde yoğunlaşır. insanın kökeni problemi, anglikan piskoposu (bkz: samuel wilberforce)’un oxford üniversitesindeki tartışmada evrimi destekleyen ve bu düzlemde açıklamalar sunan (bkz: thomas henry huxley’)'e “büyükbaba mı yoksa büyükanne aracılığıyla mı maymundan insana gelindiğini” soru olarak yöneltmesiyle yavaş yavaş su yüzüne çıkar. bu provokatif sorunun temsil ettiği içerik, gerçekte, evrimin diğer türlerle ilintili oluyor olmasından çok diğer türlerle akrabalığını savunması bakımından insanın günümüze dek düşünüle gelen itibarına karşı bir aşağılamayı ifade etmesidir.

zira belirgin bir şekilde göz önünde olan durum, insanın kendi haricindeki türlerle arasında herhangi bir yolla veya evrimle kapatılamayacak ölçekte dipsiz farklılık olduğudur. muhtemelen bir biyolog olması veya belki de bu tartışmanın tetiklemesi ile insanın evrimsel kökenini gösterme-açıklama girişimi, ilk olarak huxley tarafından vuku bulur. huxley’nin düşüncelerine göre teologlar, ahlakçılar, tarihçiler kısacası insan bilimciler bugüne dek insan ile öteki canlılar arasında geçilemez şekilde sert duvarlar örmüşlerdir.

ancak fizik bilimler insan ile öteki canlılar arasında çeşit çeşit benzer özellikleri ortaya koymaya başlamıştır. bu iki fikir arasındaki münazara, ne insanın diğer türlerden tarafsız bir kökeninin olması insanın doğasındaki yabaniliğini, ne de diğer türlerle akrabalığının ortaya çıkarılması onun doğayı aşan tanrısallığını bir nebze olsun azaltacaktır.

jeolojinin öncülerinden birisi olarak tanınan (bkz: sir charles lyell)'de bu iddianın aleyhine kuşku içindedir. lyell'ın düşüncesine göre çeşitliliğin oluşumu ve doğal seçilimin lehinde ilerledikçe artmaya başlayan en kuvvetli delilleri yok saymak olası olmasa da aşağı hayvanların en yüksek zekasından insan aklına fark edilmez bir biçimde hal değişikliği iddiası karşı gelmeye açıktır. çünkü büyük diye nitelendirdiğimiz şairler, filozoflar ve peygamberler gibi tüm dahiler genel ortalama ekseninden daha yüksek olmayan ailelerden doğmuşlardır. insanın mental ve ahlaki niteliklerinde ileriye doğru geniş bir atlamayı kabul etmesinden lyell’in evrimden ziyade daha çok yaratılışa yakın olduğun konusunda bir çıkarım yapmak zor değildir.

oxford’da ateşlenen insanın temeline ilişkin tartışmaya ilk evrimsel izah, doğal seçilimin darwin’le birlikte bulucusu olan alfred russel wallace aracılığıyla ileri sürülür

wallace, hayvanlar dünyası ile insanlar dünyasının yaşam mücadelesi vererek canlılığı devam ettirme savaşı bakımından bir kıyaslamasını yapar. hayvanlar dünyasında otoburlar ufak tefek incinmeler veya mevsimlere özgü rahatsızlıklar sebebiyle kısa zamanda avcı hayvanlara yem olmalarına sebebiyet verir. fakat insan dünyasındaki en yabani klanlarda-takımlarda dahi hastalığa maruz kalmış olanlar yardım görür veya beslenirler.
tipik özelliklerin biraz altında kuvvet veya sağlıkta olanlar hemen ölüme teslim edilmezler. zira insanlar sosyal canlılardır ve duygudaşlık yetisine sahiptir, bu sebepten dolayı birbirlerinin arkasında olurlar ve birbirlerini kollarlar. ilaveten, insan dünyasında bir tür iş bölümü mevcuttur. bu nitelikler insan dünyasında hayatta kalma savaşına yönelik büyük getirilerin sağlamasını yapar.

burada meydana getirilen karşılaştırmaya göre wallace, fiziksel niteliklerin daha düşük ölçekte önem arz etmesi haline gelmesine göre zihinsel ve ahlaki özelliklerin ırkın durumu üzerindeki tesirinin katlanacağını ileri sürer. mesela besin tüketimi güdüsüyle ava çıkmaktan, korunma ihtiyacını getirdiği eylemlere değin birçok yaşamsal aktivite içerisinde harmoni dahiliyetinde eylemler gerçekleştirmek, birbirini anlamayı ifade eden sempati hissiyatı, bireyler arasında çatışmaların ve problemlerin önüne geçilmesi bakımından hak ve adalet düşüncesi ile arzuların kontrol edilmesini sağlayan kurallar gelişmeye başladığında, bunlara sahip bir topluluk için faydalı olur.

zira bu nitelikler insanı dış tehditlerin getirdiği problemlere karşı olduğu kadar iç çatışmalara ve doğal tehlikelere karşı korur. tüm bunlara ek olarak, tüm bunlar doğal seçilimin üzerinde inceleme ve araştırma yapmaya adım atacağı yeni bir alanı meydana getirir. söz konusu zihinsel ve ahlaki nitelikleri diğerlerine kıyasla gelişmiş topluluklar, bu özellikleri daha az gelişmiş topluluklar karşısında hayatta kalma açısından avantaja sahip olur. burada avantajın getirdiği üstünlük ise bireylerinin hayatta kalma olasılığının artması ve daha çok türeyebilmesini, doğuma sebebiyet vermesini ifade eder. bunun aksine bu üstünlüğü bünyesinde barındırmayan topluluklarda bireylerin hem hayatta kalma hem de türeyebilme açısından azalmaları hatta sonucunda yok olmaları beklenir.

sonuç olarak wallace doğada bütün canlılar değişen yaşam şartları karşısında doğal seçilimin etkisiyle değişikliğe karşı dayatma içinde olsa da, yalnızca insanın zihinsel ve ahlaki bakımlardan bir gelişim gösterdikçe doğal seçilimin gücüne karşı koyabileceğini ileri sürer. çünkü düşünce ve ahlak, insana yaşam alanlarını ve durumları değişikliğe açmak ve ona karşı durabilecek nitelikle gereken kuvveti beraberinde getirir. bu zeminin hemen ardından insanın bedensel yapısı dengeli bir şekilde sabit bir durum haline gelir. doğal seçilimin otoritesi insanın fiziksel evriminde pasifleşse de, zihinsel ve ahlaki evriminde tesirlerini devam ettirmeyi kesintiye uğratmaz. düşünsel ve ahlaki doğasında onun için yararlı nitelikler barındıran, en küçük halinden en büyüğüne kadar her bir değişim paketlenir ve bir araya getirilir. bundan dolayı insan türünün en iyi ve en yüksek örnekleri türeyerek genişlerken, daha alt ya da vahşi kabileler yok oluşa doğru yol alır.
bu tür bir açıklama ve örneklemeyle wallace, insanın bedensel açıdan alt türlerle olan benzerliğiyle zihinsel ve ahlak ölçeğinde aradaki büyük farkları böyle ifade etmiş olur.

alman biyolog ve filozof olan (bkz: ernst heackel), köken teorisi insanı kendi içine dahil ederek uygulama alanına çekildiğinde, her ne kadar insanın fiziksel özellikleri bakımından kabul görüyor olsa da, zihinsel niteliklerini içine almaya başladığı zaman kuşkulu bulunmasını kabul etmez.

zira insan zihninin kaynağına bir göz atılırsa, beden gibi her bireyde ilk andan itibaren aşama aşama kademeli olarak geliştiği görülebilir. darwin’e çok yakın isim olan ve darwin’in kuzeni olan (bkz: francis galton) ise heackel’ın itirazlarını ve önerilerinde yetersiz yanlar bulur. bunun yerine fiziksel güdülerin evrimini sağlayan doğal seçilime karşın ahlak kapsamında bir doğal seçilim olduğunu ifade eder.
onun düşüncelerine göre sevgi ve saygı gibi duygular ve davranışlar, insan türüne ve diğer gelişmiş hayvanlara birbirleri arasında duygudaşlık alanı oluşturmasını sağlar ve bu eksende toplum içerisinde bir tamamlılığın–birliğin oluşmasına hizmet eder. çünkü kendi benliğinin getirileri adına olduğu kadar başkaları adına da sevgi duymak hayvan doğası için esastır.

bu tartışmada kapsamında insanın zihinsel ve ahlaki niteliklerinin doğal seçilimle ifade edilebileceği bahsinin ilk sahibi wallace da görüşlerini tekrardan oluşturmaya ve üzerine düşünmeye başlar. ona göre artık günümüzdeki medeni milletler arasında ahlak ve zekanın stabil bir şekilde ilerlemesini sağlaması beklenemez. çünkü toplumda hayatta kalmada ve üremede bir başarıya ulaşmış olanlar zihin veya ahlak bakımından en iyiler değildir. bunlara ek olarak wallace bizi, benzer olduğumuz hayvanlardan ileri gidilemez şekilde farklı olduran üstün niteliklere bakıldığında, bu özelliklerin bizden farklı ve daha üstün varlıkların bulunduğuna bir kanıt teşkil ettiği çıkarımını yapar.

wallace ilk başlarda insanın bedeni için tesirini yitirdiğini iddia ettiği doğal seçilimi de tekrardan ele alır. darwin’in de doğal seçilim kuramı için bir yanlışlayıcı olarak kabul ettiği aşama aşama serpilemeyecek her hangi bir organ veya niteliğin mevcudiyetini doğal seçilimin sınırı olarak düşünür. wallace vahşi insanın ahlak bilincine ulaşmasını doğal seçilimle ifade etmeye çalıştığında daha önce dikkate almadığı bir zorluk olduğunu da idrak eder.

bu zorluk ahlaki özelliklerin bireylere net bir biçimde zararlı olduğu durumlarda kendini düzen içinde kabul ettirmesinde deneyimlenen saygınlıktır. çünkü yardımseverlik, dürüstlük ve doğruluk pratiği, bunlara sahip olan bir kabile için etkili bir biçimde yararlı-kullanışlı olabilirse de, sadece yararlı olarak gördükleri durumlar çok farklı duygularla çatıştığında, her kabilenin doğru ve ahlaki olarak düşündüğü fiilere bağıntılı olan özel saygınlığı tasvir etmeye yetmez. faydacılık hipotezi ahlaki duygunun gelişmesini izah etmek için yeterli görülmez.

insanın zihinsel ve ahlaki evrimi hususu, kapsadığı birçok yönüyle tartışılmış üstelik yeni bir durum dahiliyetinden çıkmış iken darwin, kendi düşüncesini insanın soyu adlı kitabında serimler. o güne değin tartışılan konu, insan ile diğer türler arasındaki fiziksel benzerliklere ek olarak, zihinsel ve ahlaki güdüler açısından ifade edilmesi olanaksız kabul gören büyük farklılıktır. aynı zamanda darwin insanın zihinsel güdüsünün diğer türlerden radikal bir biçimde farklı olduğunu düşünmemektedir. darwin’in düşüncelerine göre türden türe aradaki büyük farklılıklara karşın diğer canlılarda da zihinsel bir yapı mevcuttur. bu durum zihinsel güdülerin türler arasında küçük kademelerle birbirine bağlanabilmesi olanağını sağlar ve iri açıklıkların yerlerinin doldurulmasını sağlayabilir. çünkü insan kendi haricindeki diğer canlılarla aynı sezgilere, içgüdülere ve duygulara sahiptir. tüm bunların kendi içerisindeki bağdaşmalarıyla birlik olarak, ek şekilde “taklit”, “dikkat”, “hafıza”, “hayal gücü” ve “akıl yürütme” diğer canlılar ve insan arasında olan ortak zihinsel yetilerdir. ancak önem sırasında en büyük yeri kapsayacak bir nitelik olan “ben-bilinci”, “bireysellik”, “soyutlama” ve “genel kavramlar” oluşturma gibi yetilerin hayvanlarda da varlığı belirli alanlarda ve durumlarda görülebilir. bunun üzerine “zihin bakımından insan ve yüksek hayvanlar bağlamındaki başkalıklar, büyük olduğu kadar, tamamen bir derece konusudur, niteliksel bir konu değildir.”

kant’ın büyük ilgi gösterdiği ahlakın kökenine gelince darwin, evrimsel bir açıklamanın olasılığını muhtemel görür. “sosyal içgüdülerle bezenmiş herhangi bir hayvan, entelektüel yetileri de insan gibi gelişir gelişmez ahlaki bir duyguya veya bilince zaruri olarak ulaşabilir” diye düşünür. buna ek olarak, darwin ortaya koyduğu hal ve şartların bir canlının kusursuz olarak insan gibi ahlak sahibi olacağının güvencesini net bir biçimde veremeyeceğeni eklese de, “arı veya herhangi bir sosyal hayvanın, insan durumunda olduklarında” insana benzer “bazı doğru veya yanlış duygusu veya bilinci elde edebileceklerini” düşünür. bu aşama ardında ise darwin doğal seçilimin, ahlak gibi davranışların evrimini karşılayabileceğini savunur. 

darwin’e göre yaşam savaşında hayatta kalabilmek için birbirleriyle çatışma halinde olan topluluklar arasında birbirlerini olası risk ve tehlikelere karşı ikaz etmeye, korumaya, yardımlaşmaya ve diğerinin yerine kendini feda edebilecek kadar cesurca davranış göstermeye yatkın olanların, böyle davranışlara sahip olmayan topluluklara kıyasla ek bir başarılı olacakları ortadadır... böylesi bir durum savaş anında disiplinli olan ve ne yaptığını bilen askerleri bünyesinde bulunduran orduların disiplinsiz olanlara karşı galibiyete daha yakın olmasına benzetilebilir.

bütün bunların tam aksine , içinde yaşattığı insanların bencil, düşüncesiz ve uyumsuz olanların bir başarı getirmeleri beklenir bir durum değildir. bu minvalde denilebilir ki, ahlaki davranışların diğerlerine göre daha çok gelişmişlik gösterdiği toplum yapılanmaları, böyle olmayanlara kıyasla hayatta kalmakta daha çok avantajlı olacaktır. “dolayısıyla sosyal ve ahlaki özellikler adım adım büyümeye eğilim gösterebilir ve tüm dünyaya yayılabilir.” bu noktada tüm bu özelliklerin insanda ahlakın gelişiminin sebepleri olarak düşünülebilir olmasına rağmen sorun, doğal seçilimin bir toplum yapısı dahiliyetinde ahlaklı bireylerin seçilmesini ahlaksız bireylerin elenmesini nasıl sağladığıdır?

çünkü darwin’in de dikkat etiği gibi, bir toplum yapılanmasında benci olmayanların bencil olanlara kıyasla daha çok türemeleri beklenemez. yine topluluk ekseninde bir savaş durumunda kendisini diğerleri uğruna feda etmekten tereddüt etmeyen ve en önde savaşan savaşçıların böyle olmayanlara göre yaşam mücadelesinde daha çok silinmeleri gerekir.
böylece topluluğun kendi içindeki getirileri karşısında yaşam mücadelesinde doğal seçilimin ahlaki davranışlardan daha çok bencilce davranışların evrimine sebep oluyor olması olası görünmektedir. ancak yine de darwin, bir topluluk içinde ahlaki davranışların evrimi için farklı etkenlerin mevcut oluyor olması gerektiğini varsayar. bu etkenlerden ilki, bir bireyin bir diğerine yardım ederse, aynı şekilde karşılığını da alacağını öğrenebileceği karşılıklılık prensibidir.

bu prensibi idrak etmiş olan bireylerin alışkanlıklarının da yardımlaşmanın himayesinde geçerli olması beklenebilir.

yine topluluk ekseninde bireylerin methedilmeyi hoş bulmaları ve ayıplanmaktan çekince duymaları da yardımlaşmayı destekleyebilir. bu doğrultuda darwin ahlaklı davranışların hem bu etkinliği yerine getirenine hem de onun kökünden gelenlere toplum ekseninde diğerlerine karşı bir avantajlı durum vereceğini düşünür. ona göre ahlaklı davranış, eylemi yerine getiren bireye herhangi bir avantaj getirisi olmuyor olsa bile övgü ve yergi vasıtasıyla topluluk içinde bir hayli sıklaşması, başka topluluklarla mücadelede elde etmeyi etkiler. bu da topluluklar arasındaki yaşam uğraşlarının neticesinde doğal bir seçilimi ortaya koyar ve daha ahlaklı davranışların evrimine kapı aralar. darwin tarihsel olarak yorumlayarak, düzen kuranların mekanlarını başka gruplara bıraktığı çatışmalar süresince zaferi elde edeni ortaya koyma durumunda daha ileri olan ahlaki eylemlerin önemli olması nedeniyle ahlakın seviyesinin ve ahlaklı insanların sayısının çoğaldığının çıkarımını yapar. bunun manası özetle galip gelenlerin her zaman ahlaki bağlamda “iyi olanlar” olduklarıdır.

ahlakın evrimi düşüncesinin ileri sürücüsü olan spencer, ilk eseri social statics’teki doğaüstü yorumunun üzerine ek olarak düşünerek darwin’in etkisiyle özellikle natüralist bir yorumu savunmaya başlar. spencer’a göre artık evrimle izah edilemeyecek hiç bir olgu yoktur ve ahlak da bunlara dahildir. içinde yaşadığı çevre ve biyolojik yapı verili olduğunda bir canlı türünün tutumları ve davranışları, bulunduğu yere olabildiğince uygun şekilde uyum sağlamak üzere evrimleşir. bu minvalde ahlak, belli bir canlı türü için müsait davranışlar yapısıdır. insan söz konusu olduğu zaman doğal çevreye sosyal çevre yani toplumsal etkenler bağlanır. toplumsallık, davranışın başka bir moda göre adaptasyonunu gerektirir. böylece spencer için eğer toplumdaki ahlak olgusunu çözümlemek istersek, birey ve toplumun bir arada evrimine göz atmamız gerekir. buna göre ahlaki iyi veya kötünün, davranışların sunum yaptığı hedefe karşı uyarlanmasının kalitesinden başka bir önemi yoktur ve eğer böyleyse bugüne değin ahlakın evrim dışı membalarla açıklanması doğru bir yöntem olamaz. spencer buna bir örnek olarak insanın bedeninin de diğer hayvanların bedenleri gibi evrimleştiğini ileri süren bir evrimcinin bile –wallace- ahlak söz konusu olduğunda, aklın özel bir yöntem ve amaçla yaratıldığının dile getirilmesini eleştirir. ona göre bunun tüm sebebi ahlakın kökeninin doğaüstüne atıflarla yüklenen yükten başka bir şey değildir.

insanın evrimi mevzusunda ahlak filozoflarının görüşleri ise epeyce farklıdır

(bkz: stuart mill) ahlak konusunda başlangıç çizgisi olarak (bkz: jeremy bentham)’ın pragmatizmini belirler. bentham, doğanın insanı neyi faaliyete sokup neyi sokmayacağı hususunda belirleyici etkenlerin olduğunu söylemiş ve bunları kontrol eden iki kralın idaresi altına verdiğini ifade etmiştir ki, bu iki kral zevk ve acıdır.
bentham’ın izini süren mill de “faydacılık veya en büyük mutluluk ilkesini” insan ahlakının kaynağı olduğunu kabul eder. bu ilkeye göre “davranışlar, mutluluğu artırmaya hedefli oldukları oranda doğrudur, mutluluğun aksini oluşturmaya yönelik oldukları oranda yanlıştır.”

bu minvalde ahlakta doğru veya yanlışın bir ölçüsü olarak zevk veya acı gibi ifadelere yer verilmesi, her zaman hazcılıkla ve bu anlamda insanı hayvanlarla eş tutmakla suçlanmıştır. mill, epikür’den bu yana yapıldığı üzere suçlamaya karşı ruhsal hazların bedensel hazlardan nitelikçe daha üstün olduğu saptamasıyla itiraz eder. çünkü ruhsal zevkler hayvanlardan başka olarak yalnızca insana aittir. bu sebepten dolayı hemen hemen hiçbir insan, bir hayvanın alabileceği zevklerinin tamamının kendisine vaat edilmesi karşılığında aşağı hayvanlardan birine dönüşmeye razı olmaz. bu doğrultuda mill’in insanın bir tür hayvan olarak ele alınmasına karşı çıktığı anlaşılabilir. bir ahlak filozofu olarak (bkz: henry sidgwick)'de ahlak güdüsünün temellerini incelemeyi lüzumsuz bulur. ona göre bunun sebebi “insanda birçok koşul karşısında neyin doğru ya da yapılmasının mantıklı olduğunu söyleyen bir şeyin bulunduğu ve bunun bilinebilir olduğudur. çünkü ahlak, çoğu insanın bir davranışın doğruluğu hakkında elde ettiği aşikar bir biliştir. bu ahlaki biliş, bir kimsenin yapmaya meyilli olduğu davranışla ilgili olan bir tür emir ve buyruktur. bu durumun temelinde ise özgürlük bilincinin olması elzemdir. çünkü “neyi yapmalıyım” sorusundaki “meli” beyanı benim gücümde bulunan bir davranışı temsil eder. bu nedenle özgür olduğumuzu var saymak için yeterlidir.

ana hatlarıyla evrimciler, ahlak için kesin bir temel olarak doğayla uyumlu olmayı savunurlar

buna göre doğaya uygun olmak, davranışlarını fiziksel ve psikolojik varlık şartlarına göre iyi uyarlamaktır. bununla birlikte doğaya uygun olmayı doğru davranışın kesin bir prensibi olarak kabul etmek için en azından sabit ve kalıcı bir temele ihtiyaç vardır. sidgwick burada en azından dünyada empirik olarak ortada olan kuşkusuz bir tasarıma ihtiyaç olduğunu söyler. ona göre evrimin ifade ettiği gibi doğada biz bir gaye veya tasarım elde edemiyorsak ya da doğanın kompleks yapıları uzun rast gele değişimlerin bir sonucu ise, bundan bizim ödevin şartsız kurallarının kaynağı olacak bir ahlakı meydana getirmemiz olası olamaz. evrimciler, insanın güdüleri, fiziksel yapısı veya sosyal ilişkilerini ortaya çıkarmakla yaşamak için uygun olan kuralları belirleyebilmeyi iddia etmektedirler.
ancak burada “olması gereken şeyi, olan’dan üretmeye çaba gösteren her girişim açık bir şekilde kusurlu olur.” örneğin doğal olarak insan, güdüler ve dürtüler sistemi olarak tanımlanırsa, bir güdünün de doğal olduğunu ifade edebilirsiniz. fakat uygulama söz konusu olduğunda bu, bizi, doğayı takip etmekle yükümlü kılmaz. çünkü güdüler çatıştığında bir ödev olarak neyi yapmanız gerektiği sorusu sorulmaz bir duruma dönüşür. bu yüzden dolayı kısaca insan doğasının meyillerini veya güdülerinin hangi koşullara özgü olarak ortaya çıktığını açıklamanız, insanın pratikte ne yapması gerektiğini bildirmez.

ayrıca sidgwick burada aklın doğal olduğu ifade ettikten sonra aklın buyurduğu şeyin doğaya uygun olduğunu çıkarsamanın kısır döngü olduğunu ileri sürer. onun düşüncelerine göre “takip etmemiz gereken doğa, eğer ona yol gösterecekse bizim pratik aklımızdan ayrışmalıdır.” bunun ne anlama geldiği ise kendisine uyum gösterilmesi istenen şey ile ona uymayı isteyen şeyin aynı güdümüz olamayacağıdır.

yine sidgwick evrimin yaşamı derecelendirmesi ve devamlı bir değişim meydana getiren bir süreç olarak kabul etmesi durumunda ahlak için durağan prensipler öngörmesinin doğru olmayacağını ileri sürer. ona göre evrim sadece bir öncekinden yenilenmiş olana doğru değişim değil aksine özellikler açısından daha kesin olmayandan daha belirli olana doğru bir süreç ise, bu özellikleri nihai iyi olarak almak tamamen abes bir çıkarım olacaktır. çünkü evrim var oldukça davranış için iyi kıstası nihai kabul edilmez. bu sebepten dolayı sidgwick “olması gerekenin olandan daha iyi olacağına karşı umut besleyebiliriz, fakat olması gerekeni net bir biçimde olacak olanla kısaca bir tutmak için daha başka bir sebep var görünmez” der.
dolayısıyla ona göre doğal olarak tasvir edilen hiçbir tanımlama bağımsız ahlakın ilk prensibini meydana getirmekte yeterli olamaz. (bkz: george edward moore) da evrimin bize ulaşılması olağan şeyleri veya buna ulaşmanın araçlarının ne olduğunu bildirebileceğini, fakat davranışlarımızın hangi sonuçlarının en iyi olduğunu bize bildirmekte yardımcı olmayacağını savunur. kısacası, evrim gelecekte davranışların ne yönde gelişebileceğini net bir şekilde gösterebilir ise de, bu onların neticelerinin en iyi nitelemesini almalarını garantilemez . moore evrimsel minvalde olan ahlakın içine düştüğü ana hatanın burada yattığını ileri sürer.

evrimci ahlak “evrimin yönünü takip etmeliyiz, çünkü kabaca bu evrimin yönüdür” demektedir. bunun nedeni evrimci ahlaka göre doğa kuvvetlerinin lehine çalışıyor olduğu tarafın, doğru taraf olduğu şeklinde bir varsayımdır. fakat moore bu varsayımın, göstermeye çalıştığı basit bir yanılgı olduğunu düşünür. bu yanılgı, ona göre, iyinin doğanın lehine çalıştığı taraf olduğu anlamına gelen yanlış inanç üzerine temel alınmaktadır.

burada moore’un saptadığını düşündüğü ikinci yanlış inanç da evrimin doğanın lehinde bir düzlemde çalıştığı tarafta olduğudur. çünkü gerçekten evrim, doğanın lehine çalıştığı tarafta mıdır? oysaki özellikle spencer tarafından kabul edilen anlamında evrim daha değişenden dolayı değişene uyuma doğru bir gelişmeyse, sadece geçicilik veya tarihsellik içerir. yani canlılar geçmişte evrimleştiği gibi gelecekte de evrimleşmeye devam edecektir. o halde evrim bize yer çekimi gibi yasası gibi değişmez bir yasa veremeyecektir. sonuçta moore bu iki inancın yanlış olduğu açıkça görülürse evrimin ahlak hakkında söyleyebilecek çok az şeyi olacağını düşünür.

darwin’in ardından, ahlaki davranışların bir toplumsal zemin kapsamında doğal seçilimle evrimleşmesinde belirlenen zorluk, ondan sonraki evrimciler için çözülmesi elzem olan bir problem olmuştur. çünkü bencil ve bencil olmayan bireylerden oluşan bir topluluğun doğal seçilimle kısa zamanda benciller tarafından domine edilmesi beklenir. w. d. hamilton bu problemin çözümü için ebeveyn bakımındaki özverisel davranışlarının daha çok yavruya sahip olmaya olanak tanıdığından dolayı hareketle bir açıklama geliştirir. çünkü bir birey kendi yaşam kalımı için harcadığından çok yeni doğmuş  yavrularının bakımı için harcamakla daha çok yetişkin yavru bırakır.

sahibinde ebeveyn özenine sebebiyet veren gen de ilerleyen kuşaklardaki bireylerine rakiplerine göre daha çok kopyaya sahip olma şansını sunar. doğal seçilim karşısında bu geni bünyesinde barındıran bireyler avantaj kazanır. böylece bir toplulukta ebeveyn fedakarlıklarının dağılımı ve muhafaza edilmesi açıklanabilir. bu durumu hamilton her sosyal tutuma sebebiyet veren genin toplulukta yaygınlaşmasını açıklayan matematiksel bir model haline getirir. ona göre bir türün sosyal davranışlarının, bireyin yakınlık ortak etmenine göre komşularına değer verdiği durumlarda evrimleşmesi beklenebilir.

buradaki yakınlık orantısı, bireyin kendisine genetik olarak akrabalık oranının büyüklüğünü tasvir eder. buna göre yakın akrabalara sunulan sosyal davranışlar grup içinde bu davranışların sahiplerinin çoğalmasını sağladığı için evrimleşme gösterir. (bkz: george c. williams) bir topluluk içinde ahlaki tutumun meydana gelmesini şöyle açıklar: diyelim ki yaşamınızı sürdürdüğünüz çevrede bir a kişisi nezaket sahibi ve b kişisi ise kaypak bir imaj sahibi olsun.

toplumsal yaşam, etrafımızdaki insanları yakından bu şemada belirlemeye dayanır. eğer bay a yaralanır veya rahatsızlanırsa komşuları aracılığıyla yiyecek bakımıyla korunabilir. böyle bir yardım aldığında bay a ise kendisine yardım edeni aklına kazıyacaktır ve bir gün ona yine iyilikle karşılık verecektir. williams buradaki başkasına yardım etmenin, eğer doğal seçilim eliyle muhafaza edilecekse, karşılıklı olması gerektiğini savunur.

buna göre daha sonra karşılık görme olasılığının yeterli bir seviyede onaylanabileceği olaylar için kendini feda etme davranışı gösterilebilir. doğal seçilim yavruları için kendini feda etmeye gönüllü ve hazır olan bireylerin türemesini hızlandırabilir. fakat kendini arkadaşları için feda edenleri doğal seçilim korumayacaktır. edward oswald wilson da bireysel seçilimle genlerin aktarımını ahlakı açıklamak için kullanır. ona göre evrimsel süreçte canlıların yaşamlarının niyeti genlerini çoğaltmalarıdır. çünkü kalıcı olan genlerdir ve bedenler genlerin geçici taşıyıcı araçları olarak görevlerini yerine getirirler. dolayısıyla her canlı, türü meydana getiren genlerin bir alt kümesinin benzersiz ve rast gele bir karışımıdır. canlılar dünyasında süren doğal seçilim işte bu gen kombinasyonlarının etraflarına uyumlu olanları ayırarak uyumsuz olanlarını eler. her nesilde üretilen üreme hücreleri kuvvetiyle yaşam savaşında kazanan gen takımı kendini gelecek nesillere doğru savurmayı başarır. “eğer bencil olmamaya neden olan genler ortak atadan dolayı iki canlı arasında paylaşılırsa ve bir canlı tarafından yapılan fedakar davranış eğer bu genlerin gelecek nesillere birleşik aktarımını artırırsa, fedakarlığa olan meyil gen havuzunda yayılacaktır.” bunun içeriği, akraba seçilimiyle canlılarda

fedakar davranışı ortaya koyan genlerin kendilerini az bir sürede çoğaltmayı başaracağıdır. wilson bu olayı “ahlakın genetik evrimi” olarak isimlendirir.

mesela bal arıları, kovana bir istilacı hücum ettiğinde müdafaa etmek için iğnelerini kullanır. işgalciye batırdığı iğne, bal arısının vücudunu terk eder ve bal arısı bunu yaşamının bedeliyle öder. çünkü iğneye bağlı olan bal arısının iç organları iğneyle birlikte orada kalır. bal arısı için işgalciyi defetmesinin maliyeti kendi yaşamını vermesidir. burada canlılarda ortak olarak görülen kendini feda etme davranışını açıklamak için wilson, esaslı dürtünün tanrısal veya başka üstün bir akıl tarafından ortaya konmadığı çıkarımını yapar.

çünkü kendini feda eden bal arısının kovanda geri kalan kraliçe ve diğer kardeşlerinin hayatlarını devam ettirmesini ve türemelerinin sürerliliğini kurtarmasının onlarla akrabalığından dolayı aslında kendi genlerinin kurtulmasına hizmet ediyor olması, onun fedakarlığını açıklar. 

burada görülmesi ve anlanması elzem olan açıklama insan ahlakı için de geçerliliğini sürdürür

bizim birbirimize duyduğumuz fedakarlık duygusu ya da davranışı, binlerce yıllık kuşaklar süresince süregelen akrabaların gözetilmesi ile kalıtımsal duruma gelen genlerden kaynaklanır. bu nedenle wilson’a göre ahlakın başka hiçbir kanıtlanabilir nihai fonksiyonu yoktur.

bu düzlemle (bkz: richard dawkins) de canlıların fedakarlık tutumlarını genlerin bencilliğinin sonucu olarak niteler. ona göre bencillik her genin, kendisinin kopyalanması için uğraş vermesidir. genlerin kendilerini kopyalama hedefine varmasının yolu, kimi zaman diğer kopyalarının hayatta kalması ve üremesi için kendilerini feda etmeleri üzerine kurulu bir sistemdir. yani bizim fedakarlık olarak nitelediğimiz davranışlar, doğrusu genlerin yine kendilerini çoğaltma gayreti yani bencilliğinden başka bir anlam ifade etmemektedir. bunun için fedakarlık tutumu da özellikle yakın akrabalara yöneltilir. dolayısıyla bencillik doğal seçilimden beklenmesi doğal bir neticedir. çünkü doğal seçilimin nasıl işlediğine detaylıca bir göz atılırsa, onun sebebi olan bir canlının ve davranışın bencil olması gerektiği çok kolay görülebilir. bu sebepten dolayı insanların, babunların ve diğer canlıların tavır ve tutumlarına göz atarsak onların bencil olduğunu görmemiz gerekir.

tüm bunların yanında dawkins evrim üzerine kurulan bir ahlakı desteklemez. doğanın nasıl olduğundan, tavırlarımızın nasıl olması gerektiğinin türetilmesinin karşısına çıkar ve olan duruma karşı olması gerekenin tarafını tutar. ona göre genlerin bencilliği ile form alan bir toplum hayatı sürdürmek için kötü olsa bile bizim fedakar olmamız elzemdir. doğanın veya evrimin nasıl çalıştığını net bir şekilde idrak edersek bunu değiştirebilme kolaylığını da elde ederiz. çünkü genetik olarak miras alınan niteliklerin stabil ve çakılı olduğu minvalindeki determinizm fikri bir yanılgıdır. “genlerimiz bizi bencil olmaya sürükleyebilir, ancak biz yaşamımız boyunca onlara zorunlu olarak itaat etmeye mecbur değiliz.” bu çıkarım genetik veya evrimsel olarak yatkın olduğumuz davranış biçimini değerlendirecek hürlüğe sahip olduğumuz manasına gelir ki, ahlak da bu hürriyeti şart koşar...

Dünyada Tek Bir Kişi Kalsaydı "Ahlak" Olur muydu?