Filozof Boethius'un "Felsefenin Tesellisi" Kitabından Mutluluk ve Evren Üzerine Çıkarımlar

Boethius, Roma İmparatorluğu döneminde, 477-524 yılları arasında yaşadı. Zamanında önemli bir meclis üyesi olan filozofun yaşamı "vatan haini" suçlamalarıyla idam edilerek bitti. Geriye en önemli eseri, Türkçeye "Felsefenin Tesellisi" adıyla çevrilen Consolatio kaldı.


herkes boethius'un kitabını baştan sona okumayabilir ya da imkanı/vakti olmayabilir. bu sebeple boethius’un erdem, ahlak, tanrı, kader gibi dört kavramı nasıl bir arada işleyip mutluluğu tarif ettiğini aktarmak istedim.

bu şahane kitabı okuduktan sonra şahsen ruhumda birçok zincirin kalktığını, aslında dert ettiğimiz birçok şeyin ne kadar anlamsız olduğunu tekrar idrak ettim. bu sebeple kitabı bu yazıda özetlemeye karar verdim ki ola ki kendilerini tanımadığım, onların da beni tanımadığı insanların bir derdine hafifletme vesilesi olabilirim.

öncelikle kısa bir bilgi vermek istiyorum: boethius 500’lü yıllarda yaşayan, dönemin roma imparatorluğunda sarayda görev almış fakat iftira ile zindana atılmış bir filozof. hayatının son demlerinde teselliyi felsefe’de buluyor. işkence edilmeden önce birçok fikirsel gerçek keşfediyor ve kendini o kötü durumda mutsuzluk karanlığından kurtarmayı başarıyor.

hem psikolojik hem felsefi bir eser olan kitapta şu konular işleniyor

1) neden kader kimisine kötü, kimisine iyi?
2) insanlar neden mal/makam/şöhret peşinde koşarlar?
3) bunların peşinde koşan biri bu hastalıklardan nasıl kurtulur?
4) kötü insanlar neden kötülük yapar?
5) kötü insanlar neden zavallıdır?
6) en yüksek iyi nedir?
7) tanrı neden kötülüklere müsaade etmektedir?

kitapta “felsefe” ismini taşıyan hoş bir insan boethius’un kaldığı hapishaneye giriyor ve başlıyor onun ruhunu tedavi etmeye.

boethius, hiçbir şekilde hak etmeden bu duruma düşmesini; kötülerin neden kazançlı çıktığını, bu durumun ona azap verdiğini anlatıp yakınırken, “felsefe” yanına oturuyor ve onun bu zavallı durumunun sebebinin, gerçeği idrak edememesi olduğunu ifade ediyor. önce “kader”i tanımlamakla başlıyor.

boethius’a soruyor felsefe: kader sana ne zaman hep güleceğine dair bir söz verdi de, o sana sırtını döndüğünde mızıldamaya başlıyorsun?

kader bir tekerlek gibidir, onun dönüşünü hiç kimse durduramaz. akan hızlı bir nehir gibi insanları oradan oraya sürükler, onun çalışma prensibi bu’dur. onu suçlamanın anlamı nedir?

kader sadece sana değil senden önce de sayısız insana bu yanar dönerli karakterini göstermişken, suçlu olan hala ondan kusursuz bir hayat bekleyen değil midir?

boethius’a mantıklı geliyor bu sözler. ama felsefe devam ediyor:

kader sana hayatında birçok anda sağlık bağışladı, yiyecek hatta kimi zaman ekonomik güç de bağışladı. bunlar olurken onun gücünü takdir etmeyi düşündün mü? öyleyse neden sana öteki yüzünü gösterdiğinde pes bayrağını çekmeye başlıyorsun!

dostum! bir şeyi tanımazsan onunla sağlıklı ilişki kuramazsın. kaderin sistemi bu’dur. deniz dupduru sularıyla etrafına gülücükler saçarken bir anda fırtına gelir ve her şeyi alabora eder. hava çok güzelken bir anda fırtınalar çıkar ve ağaçları uçuruverir. doğayı döngüye sokan bu şeyin sana sadık kalacağını nereden çıkardın?

boethius bu sözlerden çok etkilenir. felsefe, sözü kadere bırakır:

“benim güç kaynağım değişimdir. bu benim oyunumdur, kimi zaman insanları yukarı çıkarır, kimi zaman aşağı indiririm. insanlar bana neden kızıyorlar? ben insanları bazen kucaklarım, bazen de kucağımdan atar ve gerçek yüzümü gösteririm. onlara sarıldığımda benim yalancı okşayışlarıma inanırlar. oysa gerçek yüzümü gösterdiğimde daha çok sevinmeliler!

insanlara soruyorum: canları onlara mı ait de onları aldığımda suçlu oluyorum? mal ve mülklerini onlar mı var etti de onları geri çektiğimde öfkelenmeye başlıyorlar? ben sadece görevimi yapıyorum: onlar da kendi görevleri ile meşgul olsunlar!”


boethius, ilk dersini böylece almış oluyor

kaderi kabul eden, onun getireceği hiçbir şeyden korkmaz. korku insanı tutsak eder. umut da insana korkudan başka bir şey getirmez. hayatta yaprak gibi yaşamalı, ne güneşe kapılmalı ne de fırtına çıktığında mahvolmalı! sadece ve sadece kendi görevini yapmalı. kişinin görevini yapmasından daha üstün bir mutluluk yoktur!

ah zavallı insan, mutluluğu hep dışında aradı. mutluluk içindeydi, ama bundan haberi yoktu! mutluluk insanca yaşamasıydı, insanca görevlerini yapmasıydı. ama bundan haberi yoktu!

neydi mutluluk veren görev? elbette tanrıyı bilmek. hem ona karşı, hem de diğerlerine karşı ahlaklı olmak. fakat burada önümüzde koca bir engel vardı:

mutluluğu bu görevler yerine, parada, şöhrette ve makamda aramak! öyle ki bunlar uğruna insanca değerlerimizden vazgeçebilmek! var edilme amacımızı ikinci plana atıvermek!

(burada başlıyor boethius, mutluluk tabularımızı yıkmaya)

mutluluğunu dış dünyadaki varlık ve güce endeksleyen insan, mutluluğunu bir uçurum kenarına kurmaya çalışan bir zavallı gibidir. zira dış dünyadaki yetkinlikler geçicidir, kader tekerine takılabilir ve tepetaklak olabilir.

felsefe, ilk örneğine zenginlik meraklısı insanlarla başlıyor

felsefeye göre zenginliğe kafayı takan insanlar, içten içe bu altın/para parıltısının onları da değerli ve parlak yapacağı inancına sahiptirler. oysa durum asla böyle değildir: nasıl ki bizler elimize aldığımız çiçeğin rengiyle renklenemiyorsak; dışarda duran güzel doğanın güzelliği ile biz de güzel olmuyorsak; elimizdeki değerli eşyalarla da değerli hale gelemeyiz! kendini bunlarla değerli sanan kişi, kendisini ciddi anlamda kandıran bir kişidir. kendini kandıranlar da asla derin mutluluğa eremezler. erdikleri zannıyla yaşar giderler.

felsefe diyor ki: bir şey bizzatihi bir mutluluk kaynağıysa, onun başka bir dert getirmemesi gerekir. oysa zenginlerin, fakirlerde görülmeyecek pek çok derdi vardır. bunlardan biri diğer zenginlerle yaşadıkları rekabet ve sürekli mallarını arttırma planları yapmak adına günlerinin büyük kısmını paralar üzerine düşünerek harcamalarıdır.

bir diğeri hırsız ve soyguncular sebebiyle diken üstünde yaşamalarıdır. fakir adam gece yolda yürürken korkmaz, ama zengin adama üzerinde değerli eşyalarla basit bir yürüyüşün dahi zehir olduğunu hissedebilir. (fakir adamın kapısını açık unutması onun hayatında büyük bir dert değildir. fakat zengin adamlar, yaşadıkları yerleri güven altında tutmak için derin bir çaba içindedirler!)

bütün bunlar, insanın ne kadar çok mala sahip olsa da asla onlara tam olarak malik olamayacağını gösterir. tam olarak malik olamayacağımız şeyler ise bize gerçek mutluluğu bağışlayamaz. bilakis hayatımıza birçok yeni kaygı ekler. yani zengin olabiliriz ama, nihai mutluluğumuzu asla zenginlikten alamayız!


şimdi de geçiyor makam sevgisine

mutluluğu makamlarda arayanlar ne de zavallılar! makamlar asla bir kişinin değerli olduğunu gösteremez. bilakis, bir kişi erdemli ise; makam sahibi olmasını erdemli işler yapmasıyla tanırız. yok eğer erdemsiz ise, makam sahibi olmak onun değersiz olduğunu net şekilde açığa çıkarır. demek ki bir kişinin değerindeki kilit nokta; makam taşıyor olması değil, erdem taşıyor olması ile ilgilidir!

yüksek mevkilerin kendileri bizzat değerli olsaydı, bunlar asla aşağılık insanların eline geçmezdi! örnek olarak tarih boyunca birçok zalim, adaletsiz, katliamcı insan da bu makamlara sahip olmuştur. makam onlara ne kazandırmıştır? hiç. sadece kişilik bozukluklarını ifşa etmeyi başarmışlardır!

üstünlük duygusu mu istiyorsun? makam sahibi olmak da asla kişiye tam bir üstünlük duygusu veremez! istediğin makamı edin, dünyada senden daha üst bir makam olacak. (mesela) müdür mü oldun, üzerine şirketin sahibi olacak. bir ülkenin hükümdarı mı oldun, senin hükümdarlığın başka bir ülkede geçerli değil!

üstelik makam sahibi olmanın, halktakilere ait olmayan dertler getirdiğini de unutma. bu sana birçok entrika derdi getirecektir. koltuğunu koruma endişesine düşeceksindir. hiç bilmiyor musun? nice krallar var ki başında bir kılıç olmadan uyuyamazlar. öldürülme korkusuyla yaşarlar. (mesela) yemeklerini bile önce kendileri değil, yanındaki aşçıları tadar. zehirlenme korkusu hissederler:

aslında yükseldikçe acizleşir ve kaygı içinde yaşarlar. sokakta muhafızları olmadan yürümek bile dert haline gelir.

yani mutluluğu sakın ruhuna hiçbir anlam katmayacak koltuklarda arama! içinde bul onu, insan kendi içinde gizli değil midir?

gelelim şöhret olma, tanınma arzusuna

(felsefe burada ortalığı yıkıyor)

hey sen, adımı duyuran biri olacağım diye yanıp tutuşan kişi! eğer ruha inanmıyorsan, öldükten sonra adından geriye birkaç harfi bütün dünya bilse ne olur? ölüm bedeninizi yere vurup, toprak bedeninizi leş misali çürüttüğünde insanlar sizi ansa ne olur?
meşhur filozof cicero’yu düşünün. adından geriye 6 harf bıraktı. hele hele bir şeyini okumadıysanız, bu altı harften başka bir anlamı yok onun! ruha inanmıyorsan bunun hiçbir anlamı yok.

bu mu hayat boyu peşinde koştuğun şöhret, sen yoksan adını bilseler ne olur, bilmeseler ne olur? kendini kandırmayı kesmelisin! “ama ben ölürüm ismim yaşar”ın hiçbir anlamı yok. bıraktığın erdemli işler yoksa, hepsi boş. ötesi yok.

ruha inanıyor musun? o zaman şöhret yine seni değerli kılmaz. bilim bize evrenin dünyaya kıyasla milyarlarca kat büyük olduğunu söylemiyor mu? o halde peşinde koştuğun şey, minicik bir kara parçasında sınırlı bir ad bildirme hırsı mı?

üstelik dahası var! ne kadar meşhur olursan ol, bu kara parçasında dahi ününü herkes bilemeyecek. (bugün bile birçok ünlü yazarı birçok kişinin tanımıyor olması gibi). yine sınırlı, sınırlı da sınırlı. o halde neyin peşindesin? (sen bir milyon insan tanıyacaksa, geri kalan milyarlarca kişi tanımayacak). milyarlarca insan tanısa, geçmiş tarihteki sayısız insan tanımamış olacak.

mutluluğu asla tatmin edemeyeceğin “ünlü olma”da mı arıyorsun? yapma bunu. bu da sana ancak eksik bir şeyler getirecektir. asla kalbin bunlarla mutluluk bulamayacaktır.

(hele hele bunca intihar eden ünlü haberine bakınca, bu kısmı çok yerinde buldum)

boethius kader ve geçici mutluluklar kısmını dinledikten sonra kendisine geliyor. fakat zihninde hala sorular var. peki hiçbiri mutluluk değilse, mutluluk nedir? felsefe mutluluğu nasıl tanımlar?

bütün insanların para, makam ve ün aramasının amacı, “yetkinlik” elde etmektir. zira insan doğuştan gelen eksikliğe sahiptir. ölümlüdür, hataları vardır, sınırları mevcuttur. nihai mutluluk ve iyiliğin yetkinlikte gizli olduğunu düşündüğü için; bunlar peşinde koşar durur.

oysa üstte anlattığımız gibi, bunların asla tam bir yetkinlik getiremeyeceğini söylemiştik.


o halde insan neyi arar? nihai mutluluk ve yetkinliğin kaynağı olan tanrıyı!

fakat onu bulmak, onu tanımak, onu kabul edip ona yaraşır fiiller yaparak bu duygulara sonsuz kavuşmak yerine; dünyada geçici olan bu birkaç kavramın kuyruğuna tutunur durur! hem dünyaya ait, hem de ebedi mutsuzluk yolculuğuna da böyle başlamış olur!

felsefe boethius’a diyor ki: iyi olan, herkes tarafından arzulanandır. yetkinlik tanrıya aittir, ün tanrıya aittir, makam tanrıya aittir. bu sebeple insanlar bunları arzulayarak normal bir şey yapar; ama bir bütün olarak yanlış kapıda aradıklarında hayatlarına mutsuzluk düşüverir!

- peki ya tanrıyı kabul etmeyenlere ne dersin?

“bir filozof olarak, tanrıdan şüphe etme fikrini bile zihnime yakıştıramam. bu kadar farklı ve birbirine karşıt öğelerin bir araya gelmesinden oluşan dünya; eğer bunları bir araya getiren bir güç tarafından var edilmemiş olsaydı, birbiriyle uyumsuz doğaların yapısı, birbirini parçalardı. eğer nihai bir güç olmasaydı, ne doğada bu sabit düzen olabilirdi, ne bu bu düzen her defasında yeni hareketler üretebilirdi. ben inandığım bu güce, bütün insanların verdiği adı veriyorum. ona tanrı diyorum.”

felsefe ona şöyle dedi: o halde mutluluğa dönüşe hazır ol!

(çünkü tanrıyı kabul etmemek, evrenin bir kaos içinde yaşadığını kabul etmektir. evrenin kaos sonucu olduğunu kabul eden birinin, ruhundaki kaosu çözebilmesi mümkün değildir. ne var ki o kaosunu çözmesi gerektiği ruha bile inanmaz, ne erdemi, ne derinliği, ne ebediyeti!)

daha önceye kadar bunu kabul etmemek, bu gerçeğe teslim olmama asla engel olamazlar. erdem, yanlıştan dönebilme cesaretini göstermektir. mutluluk da burada gizlidir.

o halde mutluluğun ilk şartının, evreni aşan, iyiliğin ve yetkinliğin sahibi ebedi bir güç olduğunu kabul etmektir diyebiliriz.

- peki ya kötüler? kötüler neden güçlüdürler?
- tanrı neden onlara müdahale etmiyor?

kötüler dünyanın en zavallı insanlarıdır. izin verirsen bunu hemen açıklayacağım. bir kişinin kötülük yapması şu ikisine bağlıdır: istenç ve güç.

bir kişi kötülük yapmak ister, çünkü kötülükle mutlu bir şey elde edeceğine inanır.

tanrı ise onların ellerinden kötülük gücünü almaz. eğer alırsa kötüler bunları yapmadan kurtulur ve cezadan muaf olur!

kötülerin bu dünyadaki en büyük cezasının, mutluluğu yitirmeleri olduğunu söyleyebiliriz.

yukarıda ise dünyada aranan mutlulukların bizzatihi tam bir yetkinlik veremediğini kanıtlamıştık. hal böyleyken, bir de bunlara kötü yollarla ulaşmak nasıl bir mutluluk getirebilir!

kötüler zavallı ve güçsüzdür; çünkü elde etmek için yanlış yollara başvurdukları mutluluğu elde edememeleri bile, onların ne kadar aciz olduğunu gösterir!

(burada 1500 yıl önceden, çok doğru bir noktaya parmak basmış oluyor. zira birçok modern psikoloji araştırma, iyilik yapmanın kişiyi mutlu; kötülük yapmanın da kişiyi mutsuzlaştırıp depresyona sebep olduğunu ortaya koydu)

kötüler, kendilerine hakim olamadıkları, iradelerini kontrol edemedikleri için kötüdürler. iradelerini kontrol etmemek de hayvanlara özgü bir özelliktir. sinsi insanlar tilkilere benzetilir. korkaklar geyiklere. yüksek sesle sağa sola bağıran insanlar eşeklere. şehvete kapılanlar domuzlara.

şimdi anlıyor musun, kötülerin tanrıya yükselmek yerine hayvanlara benzeyerek başlı başına bir ceza alıyor olduklarını! bu ise sadece bu dünyada geçerli bir cezadır, ebediyeti değil.

dürüst olmaksa tam tersi. dürüst olmak, kişiye verilen başlı başına bir ödüldür. ahlaklı ve kanaatkar yaşayan bir adamla mutluluk yarıştırması yapamaz. 


“her şey tamam” dedi boethius. peki özgür irade? tanrı her şeyi biliyorsa, kader varsa, seçtiklerimizin ne kadarı bizim. kötü olmak kader midir?

“asla” dedi felsefe. tanrının bir şeyleri önceden bilmesi, tamamen onun zaman üstü konumundan kaynaklanır. tanrı için dün, bugün, yarın yoktur. tanrı bütün zamanlara kuşatıcı bakış açısı ile sahiptir. tanrının bilgisi, insanları yaptıklarına zorlayamaz. bilakis, insanların yapacak oldukları tanrının bilgisini oluşturur.

bunu şöyle örneklendirebiliriz: adım atıyor olmakta olan bir adamın, ileriye doğru hareket edeceğini söylemek; o adamın ileriye gideceğini bizim belirlediğimiz anlamına gelmez. adamın adım atmaktaki özgür iradesi kendisinde sabittir. fiile geçiren adamın kendisidir. tanrı ise bizim adımlarımızın tümünü bilecek kapasitede bir konum ve güce sahiptir.

(bu yüzden kötüler kaderi suçlamayı terk etmelidirler! iyi olmanın her zaman fırsatı vardır. tanrı, bu dünyada kiminin malını, kiminin yakınını, kiminin makamını almıştır. ama kimseden iyi olma fırsatını almamıştır.)

şöyle bitiriyor boethius sözlerini

"o halde kötülüklerden uzak durun, erdemlerinizi değiştirin, isteklerinizi göğe doğru sunun. ikiyüzlü davranmak istemiyorsanız mutlaka dürüst olmak zorunda olduğunuzu bilin. çünkü siz, her şeyi izleyen bir yargıcın gözleri önünde yaşamaktasınız."

Bu içerikler de ilginizi çekebilir