Her Yeşilçam Filminin Bir Yerlerinde Mutlaka Bulunan Bir Olgu: Geçim Sıkıntısı

Yeşilçam sinemasının belki de birincil temasına dair içli bir durum değerlendirmesi, buyrun.
Her Yeşilçam Filminin Bir Yerlerinde Mutlaka Bulunan Bir Olgu: Geçim Sıkıntısı

özellikle komedi filmlerinden aşina olduğumuz , yüksek dozda hiciv ve çoğu zaman abartılı anlatımla vurgulanan, dönem insanının yaşam koşullarına dikkat çekmeye çalışılan bir durum değerlendirmesidir. ve elbette, günümüze, o dönemin toplum sosyolojisine bakmak için harika birer rehberdir. 70-80-90 toplumunun anlık düşünceleri, amatör hobilerimdendir. bu nedenle de bayılırım yeşilçam'a bizlere armağan ettiği "geçim sıkıntısı teması" ve çoğu tema için. lakin , o konu ayrı şimdi...ben daha çok psikanalizlere hastayım. daha çok, bunları anlatmaktan hoşlanıyorum.

yeri gelir, namuslu'da, rüşvet almayan mutemet ali rıza'nın, ailesi ve iş arkadaşları tarafından hor görülen bir adam olduğunu görürüz. oysa rüşvet alan, turgut özal'in tabiriyle işini bilen mesai arkadaşları, veya düzenbaz-cingöz akrabaları, refah içinde yaşıyordur. kahramanımız, namussuz olmaya zorlanır. bir bakarız, çıplak vatandaş'ta ibrahim, geçim sıkıntısı yüzünden delirmiş, soyunup sokakta koşarak bir reklam yüzü haline gelmiştir. köşeyi dönen adam'da patron işci ayrımı net olarak hicvedilmiştir. mülayim sert , ne kirasını ödeyebilir ne iş arkadaşları gibi umudu spor toto'ya bağlar. özel dosya ile patronun odasına giden mesai arkadaşı gibi rahat terfi de alamaz. sahi mülayim demişken; kemal sunal veya şener şen ne kadar da çok, tesadüfen, bir mafya babası, bir kahraman, bir gansgter, bir üçkağıtçı olup, mahalleninin/köylünün saygısını kazanmıştır değil mi ama? aslında bunlar, o gün belki farkında olunmasa da, bugün dahi, geçim sıkıntısı çekenlerin sadece dudağına bir gülücük konduran anlar değil, aynı zamanda yeşilçam'ın, insanların bilinçaltına "iyiler er geç kazanır" umudunu da işlediği anlardır. gelin görün ki, pek öyle olmaz her zaman sayın okuyucu. kemal sunal, fazla bilinmeyen toplumsal içerikli filmlerinden birisi olan öğretmen'de; çok sevdiği öğrencilerinin içinden, üzerine deli gömleği giydirilerek ambulans tarafından okuldan alınmıştır. (küçük bir ekleme: şu an böyle bir film çekildiğini hayal etmeden önce, facebook sayfasından hükümet eleştirisi yaptığı için hakkında soruşturma açılan öğretmenleri hayal edebilirsiniz)

yine düttürü dünya adlı şaheserde, pavyon emekçisi dütdüt mehmet'in, bir gün meşhur olacağına ve "peynir ekmek gibi" satacağına inandığı şarkı sözleri vardır. bunlardan birini paylaştığı ve iş arkadaşına hayallerini anlattığı sahnede, önce şarkısını söyler ve sonra şöyle nefis bir diyalog görürüz: (dütdüt mehmet işten çıkıp eve gittiği soğuk bir ankara sabahında, şarkısını söylemeye başlar.)

"dertlenme sen dert etme kendine dert katma dertlerime dertlerim bitmez derdin mi çok çok derdin mi yok yok dert arama kendine dertlenme sen"

mehmet- dinleyen çarpılıyor. kaset yapacam bunu

arkadaşı - satar

mehmet- satar da ne demek be! ekmek peynir gibi gider. bu milleti ağlatacaksın.


şu 30 saniyelik muhteşem sahne ile, daha o zamanlardan, zar zor geçinen vatandaşın, bunu kabullenip bunun üzerine bol dram soslu, bol acılı eserlere düşkünlüğü çok net vurgulanmıştır. çok daha fazlası vardır o sahnede de, benim kollarda o derman yok şu an.

kendi acımızı, başkasının dramları üzerinden hafifletmeye çalışırız biz millet olarak. huyumuzdur.

banker bilo, dönüş, gurbetçi şaban, polizei gibi farklı tarzda filmler üzerinden --o döneme damgasını vuran-- kırsaldan almanya'ya göç konusu işlenmiş, almanya'nın işci kabul ettiği dönemlerde; giden insanların umudu, orada yaşadıkları, geride bıraktıkları, başlarına gelen trajikomik olaylar farklı bakış açıları ile sunulmuştur. anlat anlat bitmez, bir deryadır yeşilçam mazisi. en basitinden, bugün istanbul'da birisine, burası münih mi gardaş derseniz, çok genç değilse eğer, gülümser. normalde anlamsız bazı cümleler, bu ülkede "merhaba" gibidir. yüz numaralı adam filminde ali şen'in canlandırdığı, süte su katan baba karakteri gibi karakterler, her daim üçkağıtçı olup işini bilen insanın, nasıl da çağa adapte olduğunu, saf ve dürüst vatandaşın ise çile çekmeye mahkum olduğunu yüze vururken, aynı zamanda bunun eleştirisini izleyicinin takdirine bırakmıştır. çoğu komedi filminde tüp kuyrukları, her şeyin karaborsa olduğu kıtlık dönemleri, evine ekmek götüremediği için ya da sadece bir ev sahibi olamadığı için deliren vatandaş, çocuğunun istediği şeyi alamadığı için ağlayan baba, çocuklarına istedikleri şeyi alabilmek için *r*spu olan veya manava vücudunu sunan anne (sahi küçük emrah'ın annesini domates-patates için bafileyen fırsatçı p*ç manav ne çeşit bir tipti be öyle), kirayı ödeyemediği için çatıya çıkıp intihar etmek isteyen aile babası gibi karakterler veya durumları, hoyratça görürüz. hükümete, direkt ya da dolaylı yoldan çok ağır eleştiriler vardır. rahmetli meral okay'ın; sadece hanedandaki aşka yoğunlaşmak istediği, aşk denilen güzel duyguyu izleyiciye geçirmek istediği için bile, vatan haini eleştirilerine maruz kaldığı günümüz türkiye'sini, muhteşem yüzyıl hadisesini düşününce, çok tuhaf geliyor o zamanlar. değil olacak o kadar, değil haber aralarındaki koca kafalar, değil ağır sistem eleştirisi barındıran türk filmleri, internette sadece "hayat çok zor geçinemiyoruz" dediği için bile ülke düşmanı ilan edilebileceğimiz bir dönemden geçtik, geçeriz, karışık bu durumlar. sıkıntı yok ben şahsen alıştım her duruma. dış gözlemcilik müessesesine geçtim çoktan. portakalımı yer, bik bik öterim anca. sözde solcu fertlerin, bıktıran, klişe ya da adil olmayan abartılar içeren, sloganvari aptalca söylemlerinden usanmış birisi olan bendeniz bile, bu duruma; sanattaki hicivlere bu kadar kapalı ve düşman olan yöneticilerin olduğu şu zamanlara, aşırı içerliyorum. hatta, hiç küfür etmeden, çok büyük bir seviye ile herkese saygılarımı sunuyorum arada aklıma gelince evde (küfrü sevmem, o açıdan). bir de şimdi siliv...yok tamam, yapmayacağım bu espriyi. neyse. bu kadar da sanat düşmanı olunmaz ve yaratıcılık baskı altına alınmaz. yaratıcılık, woke kanseri ile hali hazırda yitip giderken, bir de buradan baskı yedik, ayıptır. bu kadar sığ beyinli olmayı, tarih affetmez.

türk filmlerindeki geçim sıkıntısı sadece komedi filmleri ile sınırlı değil elbette

sadece yılmaz güney sineması bile apayrı bir yazıda incelenecek bakış açıları barındırır. gerçek acılara bağışıklığım az olduğundandır belki benim komediye sığınışım, tutunuşum. gülmezsek de deliliriz be irfan abi dedim içimden ama, irfan abi kim, o bile belli değil. yakıştı bu sitemime sadece kendisi. kimse artık, ona da sevgiler bari. " gerçekler ağır gelince, gülünür." bu normaldir. tartışılamaz, teklif dahi edilemez.

80 darbesi öncesi ve sonrası tarık akan'lı siyasi filmler, apayrı bir bakıştır mesela geçim sıkıntısına. kurbağalar'da çok ayrı bir yerden alırız bunu genel görüntüde. kemal sunal'ın meşhur yoksul'unda, 5 katlı bir han üzerinden dönem türkiye'si harika resmedilmiştir. yaşar usta hep direnir zengin piçi oktay'lara. gülen gözler'de, sadece sabun yapıp satarak evin ipoteğini kaldırmaya çalışır o güzel insanlar. örnekler bitmez, bitmemeli. bitmeyecek de. aklıma şu an gelen-gelmeyen tonlarca örnek var. bu entry'de sadece; natuk baytan'lı kara mizah tarzları da dahil olmak üzere, komedi filmleri üzerinden anlatılan geçim sıkıntısına bakmak istedim dilim döndüğünce. diğerleri başka yarınlara diyeyim, sevgilerimi sunayım sözlük ahalisine.

dipnot: kendimce ciddi gördüğüm meseleler üzerine, kendi saçma kurgu evrenimde bir şeyler yazarken, internette, en azından aklımda tasavvur ettiğim başlığı ararım, benden önce de birisinin aklına gelmiş mi diyerek. bunu da yazmaya başlamadan aradığımda; şu güzel makaleyi gördüm ve ilhamımı artırdı, perim de oldu açıkçası. okumanızı isterim boş anınızda. yitirdiğimiz fakat, o sihirli kutu ve internet sayesinde, hala her an evlerimizde olan o muhteşem insanları saygı ile andığımı belirtmeme de gerek var mı bilemedim, şu hissiyattan sonra? güzel uyusun hepsi. çok güzelsiniz sizler. iyi ki varsınız sizler.